Ehl-i kubur Av. Mustafa Büyükgüner Sayı:
118 -
Ne kadardır uyuyorum farkında değilim. Sanki kolum bacağım bir zincirle bedenime bağlanmış ve öyle yatmışım. Eklemlerim ağrıyor, kemiklerim sızlıyor, kaslarım bir yay gibi gerilmiş... Gözlerimi açamıyorum, çapaktan mı, belli değil.
Uykudan uyanırken insanın önce hangi duyusu çalışmaya başlar? Beyin önce hangi duyudan gelen mesajları işler?.. Sanırım benim beynim ilk olarak kulağımdan gelen mesajları işlemeye başladı. Öyle büyük bir uğultu var ki kafamın içinde, oğul veren arıların arasında kaldım sanki. Anlamsız bir ses cümbüşü beynimin içinde dolaşıp duruyor. Ellerimi başımın üzerinde birleştirdim, bacaklarımı uzatabildiğim kadar uzattım ve bedenimi bir yılan gibi kıvırarak gerindim.
Kemiklerimden ve kıkırdaklarımdan çıtır çıtır sesler gelirken gözlerimi de açabildim. Önce büyük bir boşluk... Uzaklardan bir yerden belli belirsiz bir ışık hüzmesi belirdi. Bu ışık giderek karanlığı bastırmaya başladı ve gözümün önünde birer silüet olarak karaltıları fark etmeye başladım. Arı kovanındaki sesin sahibi bu karaltılar olmalı. Işığın kuvveti artarken ben hala yattığım yerden kalkamıyordum. Kemiklerim ve kaslarım asırlardır bir uykudaymış da yeni uyanmış gibi ağrıyor. Gözlerimi mümkün olduğu kadar açarak yattığım yerden anlamlandıramadığım bu karmaşayı izlemeye devam ettim.
Işık arttıkça bu karaltıların insan olduğu belirginleşmeye başladı. Büyük bir meydanda karaltı halinde insanlar bir yerden bir yere koşturuyorlar, herkes yüksek sesle etrafına birşeyler anlatıyor ama kimse kimseyi dinlemiyordu. Bu dinlememek değil; sanki kimse; kimseyi duymuyor... Kimse, kimsenin farkında değil... Bu kalabalıktan tek bir kişiyi bile tanımadığımı dehşet içinde gördüm.
Ağrının vücudumdan yavaş yavaş çekildiğini, yerini ise damarlarımdan pompalanan kanın doldurduğunu hissettim. Başımdan başlayarak tepeden ayağa bir sıcaklığın yayıldığını hissediyordum. Bu sıcaklık kuyruk sokumuma geldiğinde durdu. Bu esnada sanki kalbim kuyruk sokumumda çarpıyordu. Yeniden doğuyor gibiydim. Burnum kamaştı, kendimi tutamadım ve hapşırdım. Bir müddet daha geçtikten sonra yattığım yerden doğruldum ve oturdum.
Oturmamla birlikte artık etrafımı daha iyi görmeye başlamıştım. Bir ova gibi, dümdüz bir meydandaydım. Birbirlerinden ayırt etme imkânının olmadığı ve hepsi giyim kuşamları, endamları ve tavırları ile birbirinin benzerleri olan bu insanlar âdetâ çıldırmış gibi etrafta koşuşturup duruyorlardı. Sonsuzluğa doğru uzanan bu dümdüz yer; bir okul bahçesi miydi, askeri kışla mıydı, yoksa bir karnaval yeri miydi?.. Uzakta, çok uzakta sahneye benzer bir yükseltiyi fark ettim. İnsanlar bu yükseltinin etrafında külemenmeye başlamışlardı. Arı kovanı gibi uğultu, yavaş yavaş azalıyordu.
Etrafımdaki bu anlamsız kakafoniye bir mânâ yüklemeye çalışırken birden yanımdan gelen bir hışırtı ile irkildim. Kafamı sese doğru çevirdiğimde hemen yanıbaşımda benimle birlikte oturan sekiz dokuz yaşlarında küçük bir kız çocuğunun gülümseyerek bana baktığını gördüm. Uzun sarı saçları iki belik halinde örülmüş ve omuzlarından beline doğru sarkan bu çocuk dudaklarına kondurduğu küçücük bir tebessümle masmavi gözlerini bana dikmiş, bakıyordu. Belli belirsiz gülümsemesinde bile yanaklarındaki gamze seçilebiliyordu. “Her Cuma böyle olur burası, şaşırma sakın, alışırsın.” Dedi. Konuşmama fırsat vermeden oturduğu yerden sıçrayarak kalktı ve elimi tuttu. “Haydi! Biz de gidelim, geç kalmayalım...”
Şaşkınlığımdan hiçbir şey söyleyemedim. Küçük kız, kalkmam için elimden tutmuş beni çekiştirip duruyordu. Kalbimin yine yüksek bir ritimle ama bu sefer göğüs kafesimin içinde, olması gereken yerde atmaya başladığını, yeniden hissettim. Küçük kızın insanı içine çeken bu enerjisi ile âdetâ kendimden geçmiştim. Bu enerji sayesinde sanki kalbim vücuduma kanla birlikte adrenalin de pompalamaya başlamıştı. Bütün ağrılarımın geçtiğini hissettim ve bir hamlede oturduğum yerden ayağa kalktım. Bu esnada küçük kız çoktan elimi bırakmış ve insanların kümelendiği yere doğru koşmaya başlamıştı. Bir müddet gittikten sonra durdu ve bana doğru dönerek eliyle acele etmemi işaret etti.
Örgülü saçlarındaki kırmızı kurdelalar, kız koşturdukça saçlarıyla beraber rüzgârda dalgalanıyordu. Temiz beyaz bir yüzü, iri renkli gözleri vardı. Küçücük burnu ile ağzı yüzüne ayrı bir sevimlilik katıyordu. Uzaktan bile fazla uzun boylu olmadığı anlaşılıyordu. Ancak oldukça temiz ve bakımlıydı. Üzerine beyaz bir gömlek ve pembe çiçekler bulunan mavi bir elbise giymişti. Belinde kırmızı büyük bir kurdela vardı. Rengârenk çiçekli çorapları ve kırmızı ayakkabıları ile neşe içinde hopluyor zıplıyor ve geç kalacağımı belirterek acele etmemi söylüyordu. “Neye geç kalacağım?” diye seslendim ona doğru yürürken, ama beni duyduğundan emin değildim. Koşarak ileriye doğru gidiyor biraz bekliyor, sonra biraz bana doğru koşuyor, elleriyle gelmem için işaretler yapıyor, sonra yine koşmaya başlıyordu. Bir ara yanıma kadar geldi ve etrafımda koşarak dönmeye başladı. “Neden, acele etmiyorsun, bak isimleri okunan herkes gidiyor, birazdan bu koca meydanda tek başına kalacaksın!” diye bağırdı. “Nereye geç kalacağım?” diye sordum tekrar... Ama cevap vermedi. Yanıma kadar gelerek elimi tuttu, eğilmemi söyledi, başım onun başı ile aynı hizaya gelene kadar eğildim. Kulağımın dibinde parmaklarını şıklattı.
Ayağımın altından yerin kaydığını sandım. Bir anda başım dönmeye başladı. Ne olduğunu anlamamıştım. Ancak ilk uyandığımda duymaya başladığım uğultular tekrar kafamın içine doluştu. Küçük kız parmaklarını şıklattıktan sonra kaybolmuştu. Etrafıma bakındım ancak kızdan eser yoktu. İleride, insanların toplandığı yere oldukça uzak olmama rağmen şimdi uğultuların buradan geldiğini anlayabiliyordum. Çok uzağımda olan bu karmaşayı âdetâ televizyondan bir film izler gibi izliyordum. Uğultular artık belirgin sesler haline gelmişti. İnsanlar bir yükseltinin önünde bekleşiyorlardı. Bu yükseltiye bir görevli geldiğinde bütün ses kesiliyor ve meydandan çıt çıkmıyordu. Görevli sırayla isimler okuyor, isimleri okunan insanlar kalabalıktan sıyrılarak yükseltinin arkasındaki uzun bir koridora doğru yürüyerek gözden kayboluyorlardı. Sonra uğultu tekrar başlıyor, yeni bir görevli gelip isim okuyana kadar devam ediyordu. Böyle böyle meydandaki insan sayısı azalmaya başladı. İsmi okunanlar büyük bir heyecanla ve âdetâ koşar adımlarla gidiyor, arkada kalanlar ise kimi ağlayarak, kimi ise sitemde bulunarak beklemeye devam ediyorlardı.
“Haydi! Geç kalacaksın” diyen küçük kızın sesiyle kendime geldim. Koşar adım giderek azalan kalabalığa doğru ilerlemeye başladım. Ancak ben yürüdükçe sanki yol uzuyor ve kalabalık ile aramdaki mesafe hiç azalmıyordu. Küçük kızın acele etmemi emreden sesi sürekli kulağımdaydı. Birden gözlerim karardı. Dengemi kaybettim ve düşmemek için bulunduğum yere çöküverdim. Acaba gözlerim mi kararmıştı, yoksa buradaki ışık kaynağı mı kaybolmuştu, farkında değildim. Tekrar görmeye başladığımda yükseltinin önünde tek başıma kaldığımı fark ettim. Ne görevliler, ne insanlar, hiç kimse yoktu. Belli belirsiz bir ışık ile aydınlanan yükseltinin gerisindeki koridor dışında her yerde pus vardı. Kanımın çekilmeye başladığını hissettim, ilk uyandığım zamanki ağrı da eklemlerimde ve kemiklerimde kendini hissettirmeye başlamıştı. Âdetâ çöktüğüm yerden kalkamıyordum.
Koridordan sızan loş ışıkta küçük bir karaltının bana doğru koşarak geldiğini gördüm. Bütün gücüm vücudumdan çekilmişti. Elimi kaldıracak dermanım yoktu. Gelen karaltı az önceki sarı saçlı kızdı. Yanıma kadar geldi. Cam gibi mavi gözlerini üzerime dikti, konuşmadan uzun süre beni izledi. Âdetâ hayal kırıklığına uğramış gibiydi. “Sana geç kalacağını söylemiştim. İşte herkes gitti, tek başına kaldın...” Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemiyordum. Konuşmaya dahi dermanım yoktu. Başımın ağrısı bütün vücuduma yayılmış ve âdetâ bir cımbızla etlerim didik didik didiliyordu. Bu ağrıyı tarif etmenin imkânı yoktu. Konuşamayacağımı anlayınca vaz geçtim. Başımı çaresizlikten yana eğdim, boynumu büktüm, gözlerimi kapattım. Küçük kız kulağımın dibinde tekrar parmaklarını şıklattı. Gözlerimi aralayarak kıza doğru baktım. Belindeki kırmızı kurdelayı çözerek bana verdi.
“Merak etme, seni yalnız bırakmayacağım” dedi, “Neyse ki ben yanındayım, üzülme...”
●
Bu esnada, bu olayın yaşandığı âlemden fersah fersah uzakta, başka bir âlemde, sarı örgülü saçlı mavi gözlü küçük bir kız, annesinin elinden tutmuş, büyük bir mezarlığın içerisinde ilerliyordu. Annesine “Ama anneciğim, ben dua etmeyi bilmiyorum ki; hem bu mezarlıkta kimseyi de tanımıyorum, kime dua edeceğim?” diye sordu. Annesi kızına şefkatle baktı. Çömelerek onunla göz hizasına geldi. Anne; “Dua etmek için kimseyi tanımana gerek yok ki yavrum, hem bak burada kimsesi olmayan ve bir dua bekleyen bir sürü insan var. İstediğin bir mezarın başında dur ve öğrettiğim gibi dua et” dedikten sonra kızının gülümseyince hafifçe belli olan gamzesine minicik bir öpücük kondurdu. Mavi elbisesi rüzgârda dalgalanan küçük kız mezarlığın içerisinde koşarak ilerlemeye başladı, biraz gittikten sonra durdu ve annesine dönerek el salladı; uzun, dar bir yoldan ilerleyerek ileride bir yükseltinin etrafından dolandı. Yeni gömüldüğü belli olan ve halen taze toprak kokusunun duyulduğu bir mezarın önünde durdu. Belindeki kırmızı kurdelayı çözerek mezarın başındaki isim yazan tahtaya bağladı. Küçük ellerini açtı, “Allahım, dua bekleyen mezardaki bu kulunu yalnız bırakma, benim duamı da ona yoldaş kıl” dedi. Küçük elllerini yüzüne sürdü. Geldiği tarafa doğru koşarak yükseltinin arkasındaki dar ve uzun yolun başına geldi, tekrar döndü, bir süre mezarı öyle izledi, mezara doğru el salladı ve ardından annesine doğru koştu.
|