Çalışma Odası Fatma Pekşen Sayı:
38 -
Küçük kız buğday başaklarını andıran yumuşak saçlarını savurarak eğildi, kapı aralığından bir müddet annesini seyretti.
Anne, elinde kocaman kâğıtlar, cetveller ve daha erken olmasına rağmen yaktığı çalışma lambasıyla, hafif eğimli masada ince ince hesaplarda bulunuyor, bir takım çizimler yapıyordu.
Ayağındaki yumuşak terlikten, bacağına geçirdiği geniş pantolona, kollarını sıvadığı mavi kareli koca cepli gömlekten, atkuyruğu bağladığı uzun saçına taktığı alelade tokaya kadar, alıcı bir müşteri gibi baktı. Daha doğrusu minik bedenine doğru anne görüntüsü çekti.
Elindeki silgili kalemi bir süre çenesine sürttü, bir şeyler plânladığını belli etmemeye çalışarak, sessizce kapıyı açtı.
-Anne, bir şey sorabilir miyim?
-Sor kızım.
-Mevsim ne demek?
-Şey, nasıl anlatsam sana… Bak şimdi, önce kar yağıyor. Ondan sonra uzun bir zaman geçince bu karlar eriyor. Ağaçlar yeşeriyor, çiçekler açıyor. Daha sonra sıcaklar, daha çok sıcaklar geliyor. Sonra tekrardan havalar soğuyor, yeniden yağmurlar başlıyor…
-Kafam karıştı anne. Kar, yağmur, az sıcak, çok sıcak…
-İşte ben de bunu anlatmaya çalışıyorum. Bu değişikliklerin hepsine mevsim deniyor. Hem de dört tane mevsim var. İlkbahaaar, yaaaz, sonbahaaar…
-Kııış.
-Ah seni gidi seni. Demek biliyordun?
-Şey, biraz. Dün öğretmenimiz anlattı da iyice anlayamadım.
-Gene anlatır. Öğretmenler, öğrenciler iyice anlayana kadar tekrarlarlar.
Anne, oturduğu sandalyeden kalkmadan gerindi, kocaman bakışlarla kendisini izleyen kızına bir bûse kondurdu:
-Şimdi beni rahat bırak İnci. Bu projeyi iki günün içinde bitirip, teslim etmem lazım.
-Proje ne demek?
-Annesi çalışırken rahatsız etmeyip, ona kazandırdığı para demek.
-Anlamadım.
-Kızdırıyorsun beni İnci! Hadi git ödevini bitir.
Kadın, küçük kızın pembe dudaklarını sarkıtarak gidişine baktı.
Bu kaçıncı gelmesiydi? Üstelik kahvaltıda anlaşmışlardı: öğlen yemeğine kadar kendisini rahat bırakacaktı, yemeği de birlikte yiyeceklerdi. Ondan sonra da bir saat beraberce oynayacaklar, sonra da herkes kendi işinin başına dönecekti.
Kızın aralık bıraktığı kapıyı kapatım geri oturdu masanın başına.
Nereden seçmişti ki bu mesleği? Beş dakika boş bırakmaya gelmiyordu işte. Birkaç dakikalık fire, projeyi sekteye uğratıyor, yarıda kalan şevkini kolay kolay yakalayamıyordu.
Biliyordu, ufaklık birazdan tekrar damlardı yanına. Azıcık daha dişini sıkıp, hiç değilse bakıcı kadın gitmeden, en az işin yarısını bitirmeliydi.
Lambayı kağıda göre yeniden ayarlayıp, rapido kalemini, diğerlerini doldurduğu cam kalemlikten aldı, ince hesaplarının üstüne bir kez daha eğildi.
xxx
Ne kadar süredir çalıştığının farkında değildi. Omuzlarının iğnelendiğini hissederek sandalyesinden kalktı, yorgun bakışlarla birkaç dakika pencereden dışarıya baktı.
Hazan yaprakları, çeşitli figürler yapan balerinler gibi zarif hareketlerle iniyorlardı pencerenin gerisinden… Yerler, sarılı kızıllı gazellerle bezeliydi.
Asık suratlı beton yığınlarının arasından, görebildiği ağaçlık yerlere baktı. Soluk yeşillerin, çeşitli tondan sarıların kırmızıların cümbüşü vardı gerilerde.
Sonbahar ne güzel, ne romantik bir mevsimdi.
Sonbahar, mevsim, İnci’nin mevsimi… İNCİ!
Epeydir girmemişti odaya.
Azarı tesirini göstermişti anlaşılan… İçi acır gibi olduysa da tez geçiştirdi.
Fazla oluyordu o da. Zırt pırt bir şey bahane edip damlıyordu yanına.
Yelda’nın tavsiyesine uyup, beş altı sene çocuk yapmasa mıydı acaba? En azından ev sahibi olana kadar… Bak aynı sene evlenmelerine rağmen, onların hâlâ yoktu. “On sene demeden asla” diyordu. Akıllı kadındı vesselam.
Bir tıkırtı mı vardı ne?
İnci miydi acaba, Akyumak mı?
Koşar adımlarla gidip kapıyı açtı: küçük kızla kedi üst üste yuvarlandılar içeriye.
Hayvan miyavlayarak sıvışırken, küçük kız alnına dökülen saçlarını savurarak ayağa kalktı; kızıp kızmadığını anlamak isteyen kocaman bakışlarla annesinin yüzünü taradı.
-Şeey, rahatsız etmek istememiştim anneciğim. Senin nasıl çalışkan bir anne olduğunu gösteriyordum Akyumak’a… Yani… Anahtar deliğinden…
Birbirine çok benzeyen iki simanın bakışları çakıştı. Küçük kız konuşmasına devam edecekti ama, altı aylık bir bebekken bakıcılığını üstlenen Fidan Hanımın sesi buna engel oldu:
-Sofra hazır İclâl Hanım.
Kız gülerek baktı annesine. Elini sıkı sıkı tuttu. Sofra zamanı annenin “serbest saati”ydi. Bir saat yasaksızdı yani. Sofrada tam yanına oturabilir, onun iki katlı ev hayâllerini doya doya dinleyebilirdi.
Bazen, çizgi film izlemek için karşı sandalyeyi tercih ettiği de oluyordu ama… Bugün film izlemese de olurdu. Anne görüntüsü daha güzeldi.
Tom ve Jerry’den de, Temel Reis’ten de, Casper’dan da…
xxx
-Anne.
-Ne var Yİ-NE?
-şey, içinde gece ve gündüz olan bir resim yapmak istiyorum…
-Eee?
-Beceremiyorum. Yani konu bulamıyorum…
-Ne yapmamı isityorsun (anne burada durakladı, içinden “başımın belâsı” diye getirip devam etti) küçükhanım?
-Bana gece ve gündüz resmi yapar mısın?
-Ben yapamam.
-Sen mimar değil misin? Başkalarına çiziyorsun ama…
-Kadın belli belirsiz bir “üf” çekti. Bu kız, asla duymak istemediği sözleri nerden buluyordu? Eve girip çıkanı bilmese, birilerinin öğütlediğini sanacaktı.
-Daha çok işim var ama… getir bakalım kağıtalrını.
İncitmemeye gayret ederek, üzerinde çalıştığı kağıtları yana kaydırdı, kızınınkini sığdıracak kadar yer açtı.
Kaz, “kendisi için çaba sarfeden anne” filmini, kare kare beynine nakşetti. Yüzü, kartpostal çocukları gibi pembe-beyazdı; hem de mutlu.
Anne, aceleci tavırlarla kağıdı ikiye ayıran dikey bir çizgi çekti önce. Sonra da hayatının keskin virajlarını gibi iki ev çizdi böldüğü yerlere. Sivri çatı, kare pencereler, dikdörtgen bir kapı. Birbirinin tıpkısı iki ev.
-Anne, bu bizim evimiz mi? Hani proje paralarıyla alacağın ev.
Lâ havle. Yelda büyük kadındı vesselam. Aklından geçen modeli de biliyordu bücürük.
-Evet. İşte buna benzeyecek evimiz.
-Ne güzel. Bahçesi de olacak mı?
-Olacak.
-Seninle oturacak mıyız çimenlerde?
-Evet İnci EVET! Hep baş başa olacağız! Diz dize, burun buruna.
Annesinin aksi konuştuğunu anlamazlıktan geldi karşıdaki.
Ne güzel. Bahçesinde baş başa oturacakları bir evleri olacaktı.
Kız, üst kattaki pencereleri saydı içinden, “Biiir, ikiii, üüüç”
Birin anne-babasının, diğeri kendisinin, birisi misafirlerindi. Diğeri kimindi acaba?
-Anneciğim, bu oda kimin odası?
“Sana kardeş gelecek ya. Onun odası” demesini ne kadar isterdi. Anne, biraz daha “evin” olurdu o zaman.
-O benim çalışma odam olacak.
-!!??
-Daha iyi bir gelecek için, çok para kazanmak için bu şart. Sana mükemmel bir dünya bırakmak istiyoruz babanla.
Kız iri gözlerle süzdü annesini. Bu sözler, anneden biraz daha ayrı kalmak anlamına geliyordu. Bu büyükler de bir tuhaftı işte. Bahçeli, çiçekli, güneşli, aydedeli bir eve kavuşmuşken niye yeni bir çalışma odasına ihtiyaç duyuyorlardı ki? Öyle bir evde, ailesiyle birlikte oturmayı hangi çocuk istemezdi ki?
Kadın, kızınınkinin daha koyu tonu olan sarı saçlarını yeniden toplayıp tokaya hapsetti. Çizmeye başladığından beri ilk defa köşeli olmayan bir şey yaptı, çatıların sağ üstüne.
Birisini öyleye top gibi bıraktı, diğerinin üzerinden oklar çıkardı. Meraklı ve aç gözlerle kendisini izleyen kıza döndü.
-Bu top gibi olan ay, diğeri de güneş. Yani gece ve gündüz. Şimdi git ve boya bunları. Akşam sofrasına kadar da yanıma uğrama sakın!
-Peki anne.
Kız, mutlu bir çehreyle, sekerek gitti.
Kapıyı yeniden kapayan kadının içinden, sürgü yaptırmak geçiyordu.
xxx
Buharı tüten akşam çorbalarını kâselere bölerken, kız göründü masanın öte ucunda. Doymuş, sükûna ermiş bir ifadeyle süzdü anneyi. Minik burnuna fiske vuran babaya öpücük kondurduktan sonra, arkasına sakladığı sürprizi çıkardı. Ünlü bir ressam edasıyla boyadığı resmi, tabaklardan arta kalan yere koydu ve soran gözlerle annesine baktı.
Kadın, elindeki kepçeyi çorba tenceresinin içine koydu göz atarken. Yüzü ekşir gibi olmuştu.
Resim, ikiye ayırdığı çizgiden kesilmiş ve ayrı ayrı boşanmıştı. Üstüne üstlük, kargacık burgacık bir takım şekiller çizilmiş, dördüncü odanın penceresi de iptal edilmişti.
-Resmi mahvetmişsin İnci!
-Ama niye? Çok güzel oldu…
-Bu ne bu? Lütfen açıklar mısın yaptıklarını?
-Şeey, buraya yani bahçeye ikimizi yaptım. Kucağına oturmuşum. Oturduğum yerden çiçek topluyorum. Babam da pencereden bize bakıyor… Güneş açmış, bu gündüz… Şu diğerinde de üçümüz balkonda oturuyor, ay ışığına bakıyoruz. Yani bu da gece.
-Şurayı niye boyamadın peki? Ben buraya pencere çizmiştim… Çalışma odamın penceresini.
Kız, pembe-ıslak dudağını sarkıtıp, ağlamaklı bir yüzle ayağını yere vurdu ve bağırdı:
-Ben bu evde çalışma odası istemiyorum anne, anladım mı is-te-mi-yo-rum! Gece de seni istiyorum gündüz de. Dört mevsimde de. O odayı yok ettim işte! Asla boyamayacağım…
Kız sarkık dudağını büzüp sandalyesine otururken, kadın kocasıyla gözgöze geldi. Birkaç saniyelik bir bakışmayla, çok şey konuşmuş gibilerdi.
Karı koca düşünceli bir biçimde yediler yemeklerini. Anne sofranın sonuna doğru kaçamak bakışlarla baktı ufaklığa. İçindeki boşaltmış olmanın verdiği rahatlığı yaşıyor gibiydi. Gözlerini kızından ayırmadan başını salladı. Sahiden de çalışma odası olmamalıydı hayâllenen şeylerin içinde.
Bu günden tezi yok, daha çok “kızının annesi” olmaya gayret göstermeli ve ilk fırsatta düşündüklerini Yelda’ya söylemeliydi…
|