?orap Fatma Pekşen Sayı:
53 - Ekim / Aralık 2006
“Yaz yağmuru yalancı, padişah kızı dilenci” sözünü boş boşuna söylememişti eskiler. Elbette yalancıydı yaz yağmuru, görünmesiyle kaybolması bir oluyordu. Padişah kızının dilenciliğine de kim inanırdı ki; onca debdebenin arasında?
Gene her zamanki gibi olmuştu bu sefer de işte. Uzun uzun yağan kırkikindilerden değildi ki bu. Adı üstünde, yaz yağmuruydu. Rahmet, avluyu çevreleyen ağaçların tepe dallarını şöyle bir öpmüş, yitip gitmişti ardından da.
Hepsi neyseydi de minik pıtırtılarla saca, ahenkli şırıltılarla şadırvanın sularına, bahçenin çiçeklerden arta kalan yerlerine görünmez buseler bırakan damlacıkların hüneri olan koku, dimağlarda öylesine lezzetli bir çeşni bırakıyor, öylesine farklı bir ninni çağrıştırıyordu ki... Bu tadın tarifini yapmak adama imkânsız gibi geliyordu.
Ana kokusu derlerdi bir çok yerde bu tarif edilemeyen kokunun adına. O, insanın nereden geldiğini bir türlü kavrayamadığı ağız sulandıran şey için uydurulan türlü söz vardı halk arasında. Yok saçlara değince kulaç kulaç uzarmış, yok yedi sene biriktirip içince, sittin sene mide ağrısı görülmezmiş, yok şu yok bu. Hangisine inanırsan inan.
Tek tük serpiştirirken girdikleri yapının içinde, gittikçe çoğalan damlacıklar sacın üstünden ta kulaklarına kadar gelen bir tempoyla horon tepmiş, sonra da geldiği gibi kaybolmuştu.
Ekserisi yaşlılardan ve bu muhite yakın esnaflardan vücuda gelmiş cemaatin içindeydi o oğlan da. Taze aldığı abdesti ve ıslak ayakları ile halıları ezerek ilerlemiş, en sondakinin yanına yanaşıp saf tutmuştu daha müezzinin kelamını bitirmesine fırsat vermeden.
Adam yan yan, gözucuyla baktı. Yağmurdan kaçmış bir yeniyetmeye benziyordu. Yoksa ikindi üstü bu yaşta genç girmezdi pek. O yaştakileri ancak ki Cuma günleri görebiliyorlardı. Ya yakınlardaki bir dükkâna alışverişe gelirken yağmura yakalanıp, “hiç değilse şu camiye gireyim” fikri ile içeri adım atmış, sonra da cemaatten utanıp abdest alıp namaza niyetlenmişti, ya da cemaatten birisi ile görüşecek bir meselesi vardı. Yoksa şunca zamanlık gireni çıkanı bilmez miydi hiç; buranın yerlilerinden olarak. Hani hiçbir öğünü kaçırmayan muhtar da aralarında; ola ki mühürlük bir meselesi vardır da...
Eğer öyle günübirlik, daha doğrusu anlık, mecburi bir ziyaret olmasaydı daha derli toplu olur, her şeyden öte ayağına bir çorap geçirir de öyle girerdi içeriye. Böyle fütursuzca dalmak, hiç yakışık alıyor muydu?
"Allahuekber."
Tövbe tövbe. Niye ikide bir de gözü ona takılıyordu ki? Kemikli kemikli duran ayak parmaklarına gidip gidip geliyordu bakışları.
"Semiallahulimenhamideh."
Yeşil halı ile kaplı tabanda, mora çalar kırmızılıkta, hâlâ ıslakmış gibi duran ayaklar daha mı bir dikkat çekici oluyordu ne? Başka renk halıda, mesela mavide sarıda olsa belki de böyle gözü kaymayacaktı.
"Allahuekber."
Bu böyle olmaz. Şu gençlere birisinin çıkıp adap öğretmesi lazım. Eskiden haddine mi kalmış ki edebe aykırı bir hareket edesin... Kulağından tuttuğu gibi dışarı atarlardı adamı. Bir keresinde daha onbeşini sürerken komşu oğlu Enver ile Kerami’nin kahvesine gidip tavla oynamışlardı da, emekli tahsildarlardan Yusuf Efendinin kızgın bakışlarına yakalanmış feleklerini şaşırmışlardı.
"Esselâmüaleykümverahmetullah
Esselâmüaleykümverahmetullah."
Kaç ay Enver ile saklanmış, Yusuf Efendinin gözüne takılmamak için sokak değiştirmek zorunda kalmışlardı. Edep vardı edep! Unutulup yok olan edep.
"Allahuekber."
Buranın gediklilerinin hiç birisi çıplak ayakla durmaz namaza. Ayak dediğin temiz ve çoraplı olmalıdır. Teke gibi kokan ayaklar adamı illet eder zati.
Eskiden cami görevlileri fesleğen saksıları dizerlermiş ayakkabılığın olduğu yerlere. Sümbül, karanfil zamanı, mihrabın sağına soluna saksılar içinde bu çiçekleri yerleştirir, cemaati mest ederlermiş. Şimdi de çıplak ayak ile babalarının tarlalarında gezer gibi geziyorlar zamaneler. Televizyon çocuğu bunlar ne olacak... bundan fazlası beklenmez ki!
Ayak. Sabahki gazetenin bulmaca ekinde “eski dilde ayak” diye bir soru geçiyordu. Ne cevap yazmalıydı ki o haneye? Hanım çarşı pazar listesini eline tutuşturunca yarım bırakmıştı bulmacayı. Bir de “Rusça evet” sorusu geldi gözünün önüne. Onun cevabı ne olmalı ki? Sanki Rusya’ya gidecek bu saatten sonra.
"Süphanallah."
Safdaşlarından emekli itfaiyeci Hasan Efendi ile çakıştı bakışları. O da mı kendisi gibi çıplak ayaklara takmıştı yoksa? Huylanırdı her zaman böylesi sululuklar karşısında. Hatta geçen gün sokak ortasında aynı külahtan dondurma yalayan kızlı oğlanlı grubu görünce sinirlenmiş, sinirlenmekle kalmayıp, “eğer gücünüz yetmedi de alamadınızsa, hepinize birer külah dondurma alayım” deyivermişti.
Ama yooo... Hasan Efendi hiç de ayaklara takmış gibi görünmüyordu. Keyifli zamanlarında yüzüne oturan koyun munisliğindeydi. Görmemiş olması da imkansızdı.
"Elhamdülillah."
Hadi kıyamda gözüne ilişmedi, rükuda da mı fark etmedi kırmızıya çalar mor parmakları? Belki de Kasap İhsan’ın babası Arif’in gürlemesini bekliyordur. O pek sever gençleri paylamayı. Alı al moru mor eder insanı. Karşısında iki çift laf edene aşk olsun.
"Allahuekber."
Belki de kendisinden umuyorlardı ufak bir kulak çekme işini. Öyle ya bunca zamanın gediklisi kendisi de. Onun da hakkı var adap konusunu gençlere, çocuklara öğretmeye. Kimsenin namazını fesat etmeye hakkı yok bunların. Hele şu tesbih çekme işi bitsin, duayı uzatıp, son çıkanlardan birisi olarak genci bir kenara çeker, usulüne uygun söylerdi. Biraz da surat asmalıydı ki söylenenler karşıdakinin beynine iyi yerleşsin.
"Velahavle velakuvvete illa billahil aliyyül aziym."
Dışarı ilk çıkan cemaatle birlikte, yağmuru yiyip, akasya ile leylak salkımlarının kokularına bürünerek içeri giren meltem, mis gibi bir tesir bırakmıştı caminin içinde. Her ne kadar adı yaz yağmuruysa da, serpintinin ardından bir kucak da serinlik getirmişti.
Hafiften üşüdüğünü hissetti gence ders verecek olan. Zaten çarşı pazar dolaşıp durmuş, epeyce terlemişti. Durup durup da yaz başında öksürük tıksırık olursa... Hiç de işine gelmezdi bu. Yapılacak onca iş, çözülecek onca bulmaca, haşlanacak onca genç varken... Bir de ay başında hanımı kaplıcaya götürmeye söz vermişti ki, hiç uygun olmazdı bu hastalıklı hal.
Tesbihi yerine asıp, şu yeniyetmeyi gözden kaçırmadan çıkmalıydı dışarıya. Bugün çıplak ayakla girerlerdi içeriye, yarın küpeyle, atkuyruğu saçlarla, şortla, donla. Bu gençlere göz açtırmamak lazımdı. Adap öğrenmeleri lazımdı adap! Hayatın her döneminde ders almalılardı birilerinden. Sadece o mu? Cümle insan ders almalıydı
Ayakkabılığın yanındaki askılığa astığı, ta ilk işe girdiği seneden kalma, azıcık da bozarmış, okka çeken ömürlük şemsiyesini alırken, gencin okul çantasından çıkarıp giydiği, tabanı delik çoraplara ilişti gözleri. Bahara kadar tazeliğinden bir şey kaybetmeyen taş armudu diriliğindeki ökçelerinden pembe etleri görünen ayaklarını, su çekmiş ayakkabılarına gönül rahatlığıyla sokmuş, avcısından kaçan ceylan yavrusu çevikliğiyle avluyu adımlamış, şadırvanın arkasında kalan kapıdan sokağa süzülmüştü bile.
Beriki, boş gözlerle bir müddet sokağa doğru baktı. Sonra başını iki yana sallayarak, omuzları düşmüş vaziyette evinin bulunduğu yokuşa doğru vurdu yönünü.
Hakikaten de adap öğrenmek lazımdı birilerinden.
|