Peçe Fatma Pekşen Sayı:
96 -
Yeni türeyen muhacirlerden olmalılar. Dümdüz siyah. Tepeden tırnağa, ışıksız ve yıldızsız gece gibi. Etekleri yerleri süpüren çarşafın altından ucu görünen ayakkabıları da aynı. Alnını sımsıkı saran siyah şifon, burnunun üstünde, sadece gözlerini açıkta bırakan boşluğu kapatmak ister gibi gergin. O boşluktan bakan, kenarlarına sürmeden hat çekilmiş nazarlar, ıssız dağların ahusu gibi.
Yürüyorlar. Öylesine, amaçsızca. Ya da bize öyle geliyor. Yüzlerce adımın arasına onların adımı da karışıyor. Adımların kimisi yan sokaklara sapıyor, kimisi de diğerleriyle birlikte iskeleye doğru iniyor.
Gün değişken. Sınavdan sonra hangi okulu tercih edeceğini bilemeyen yeni yetme bir kız gibi kararsız. Kâh dişlerini göstererek gülüyor, kâh suratına gölgeler düşürerek zaman dolduruyor, kâh da gözpınarlarına inciler dizip, şemsiyeler açtırıyor.
Yüksek katlı binaların arasından görünen göğün rengi ile birden beliren denizin rengi aynı tonda. Sabır okulunun diplomalı sakinleri olan şoförler, ciplerle, taksilerle, otobüslerle can taşıyor. Raylar aracılığıyla yer altından, yer üstünden gidenler de…
Renklerin bin çeşidinin cümbüş yaptığı yedi tepeli şehrin, bu bilmem kaçıncı tepesinde yürümekte olan çifte, gelenler gidenler dönüp dönüp bakmaktalar. Bakışlar, aynı kalabalığın içinde bulunan, turuncu elbiseli yüz elli kiloluk kadının sürüklediği, takırtılarla ilerleyen valize kaysa da çarçabuk bu ikiliyi bulmakta gecikmiyor.
Üst geçidin altından ve üstünden akan, binlerce insan gibi onlar da etrafı seyrederken soluklarını alıp veriyor, vakit geçirmeden yenisini taze ciğerlerine çekiyorlar. İki tanıdığın karşılaşma ve sarılma imkânının çok zor olduğu bu ortamda, kayda değer o kadar çok teferruat var ki.
Sakalını yeşile boyamış kırmızı fötrlü bir genç, timsaha benzeyen hayvanını zinciri ile yanı sıra gezdiren tepeden tırnağa sarıya bürünmüş bir kız, hiç usanmadan gelene geçene elindeki dantelli örtüyü satmaya çalışan ak saçlı kadın, bütün teknik donanımı bir tabureden ibaret olan âmâ müzisyen, bu curcunalı ortamın bireyleri.
Geçene dönene broşür tutuşturup, yakasına kokart iliştiren öğrenciler, göğüs kanserine dikkât çekmek için pembe çanta dağıtan dernek üyeleri de envai tür rengin, envai tür lisanla harmanlandığı bu kuşluk vaktini paylaşmakta.
Tur çığırtkanlarının naraları, martıların çığlıkları, balık ekmek satan büfelerin demirbaş kedilerinin miyavlamaları arasında, siyahlı kadın da zor duyulur bir sesle yanındaki ile konuşmakta. İnişi çıkışı olmayan, acelesiz, kıpırtısız, halinden memnun bir tını bu. Su şırıltısı, ağaç hışırtısı, kedi mırıltısı gibi tabiî bir ses.
Diğeri bu mırıltıyı hiç de anlamaz gibi görünmüyor. Bilakis, canı gönülden anladığını beyan eder vaziyette, başını hafif hafif sallıyor, ahu bakışların içinde kaybolurcasına gözlerini kırpıştırıp duruyor. Bin çeşit adımın bin çeşit sesle yürüdüğü kalabalıkta, gelen geçen, itekleyerek götürdükleri çocuk arabasındaki esmer bebeğin sevimli çehresine acele bir bakış hediye ettikten sonra yeniden gözlerini bu ikiliye çeviriyor.
Sürmeden hat çekilmiş oval bölgenin dışında kalan siyahlık kadar siyah olan gözlerin de zevcine aynı muhabbetle baktığını fark edip, başlarını hüzünle başka tarafa çeviriyorlar etraftakiler. Merakla acıma iç içe geçiyor. İyi oyulmuş bir matruşka gibi beyinleri kolaçan ediyor.
Matruşka. Kürkler ve geyiklerle anılan soğuk ülkelerin lâl gelini.
Ve nihayet diğerleri gibi iskeleye giriyor bu üçlü de. Gişesi, turnikesi, kuyruğu, acele adımı, patırtısı, kütürtüsü, sessizi ile yüzlerce insanın arasındalar. Simidini aceleyle çiğneyenler, kâğıt helvasını ısıranlar, bardaktaki mısırını bitirmeye gayret edenler, konuşanlar, susanlar… Bütün bunlar iskelelerin alıştığı görüntülerden olmalı.
Mekâna yetersiz gelen banklarda bezgin bakışlarla oturanlar, apayrı bir dünyada yaşıyormuş gibi düz duvarı izleyenler, elindeki cep telefonunun âlemine gömülenler, gazetesini okumaya çalışanlar, ikide bir pet şişeden su yudumlayanlar, bir kâğıt parçasıyla tuttuğu simidi ısıranlar, az sonra yanaşacak olan vapurun yolcuları olarak beklemekteler.
Tepeden tırnağa siyahlı olan kadın, ağzı maskeli eşi, arabada gözleri süzülmekte olan kıvırcık çocuk, mekânın yabancısı olmayan görüntülerinden sadece bir tanesi. Ucu bucağı olmayan şehir, her mevsim, her ay, hattâ her gün benzeri tipleri ağırlamakta.
Kılıklarıyla dikkât çeken, kimilerince de dünya gidişatındaki kötülüğün simgesi olarak kabul edilen ikili, etraflarına zerrece aldırmaz görünüyorlar. Herkes gibi dünyaya gelmişler, geçinip gidiyorlar işte.
Siyahlı genç kadının görünen tek yeri gözleri. İnanç yahut gelenek meselesi bu, çevredekilere göre. Kabul edilebilir, lakin kıvırcık saçları şapkasından taşan genç adamın ağzı neden maskeli? Etraftaki herkes işte bunun merakında. Daha iki yaşlarında kadar görünen çocuğa kaygıyla bakanlar, gözlerindeki acıma duygusunu gizleyemiyorlar. Eğer baba amansız bir hastalığın pençesinde ise, bu tazecikle bu sabi, tanımadıkları bu gurbet ellerde ne yapıp, ne ederler?
Başlarını internet üzerinden aldıkları aynı tip örtü ile süslüce sarmış olan iki kızdan irice olanı, diğerinin kulağına eğilerek “az çok Arapçam var, şimdi anlarım meseleyi” deyiveriyor çabucak. Aynı renk örtü ile sarınmış olan diğer kız hazla yumuyor gözlerini. Öyle ya, büyük bir meraktan kurtulacaklar buradaki herkes gibi. Daha doğrusu çoğu insan gibi.
Neden merak içinde kalsınlar ve çatlasınlar ki? Öğrenir kurtulurlar. Zaman şipşak öğrenme zamanı değil mi? Her şey bir tık kadar yakınlarında.
Daha fazla dayanamıyor “az çok Arapçası olan” kız. Bir iki dakika içinde de cevabını almış olarak geçiyor kız arkadaşının yanına. Yanındaki, “neymiş?” gibisinden dirseğiyle hafifçe dokunuyor arkadaşına. “Hiç” diye karşılık veriyor beriki. “Hiç. Önemli bir şey yok.”
Bozulduğunu belli etmiyor. Az önce beyninde dolananların, şimdi yüreğini kemirmeye başladığını hissediyor. “Hicap” diye bir kelime geçiyor zihninin bir tarafından. O da “az çok” ların yanına ilişiveriyor.
Sorduğu sorunun karşısında gülüp, “yooo, hiçbir şeyim yok” diyen ağzı maskeli kocanın, “eşimin peçe ardından aldığı nefesin aynısını almaya çalışıyorum o kadar” derken, takındığı içten tavrı bir kez daha hatırlıyor. “O, kızgın güneşin altında böyle gezerken, benim ağzımın açık olmasına gönlüm razı olmuyor.”
!!!!
????
Olabilir mi ki?
Kapı her zamanki gibi açılıyor, vapur her zamanki gibi boşalıyor, her zamanki gibi doluyor, düdük her zamanki gibi çalıyor, halatlar her zamanki gibi ıslanıyor, martılar her zamanki gibi çığlık atıyor. Deniz köpürerek yarılırken, yedi tepeli şehrin bilmem kaçıncı tepesine yeni misafirler konuk oluyor, yeni bebecikler doğuyor…
|