Keyif verici cümleler Yavuz Sert Sayı:
97 -
Malayâni işlerle uğraşmanın zararlarından bahsedilirken ilk verilen örneklerden biri de futbol maçlarının takip edilmesidir. Taraftarı olduğunuz bir takım varsa ve desteğiniz sempatiden öteyse, gerçekten işin boyutu malayâniliğe varmış olabilir. Ancak işin keyifli bir tarafı da yok değildir.
Bazı takımların oyunları -günümüz için ilk akla gelenler elbette Barcelona, Real Madrid, PSG ve Manchester City gibi takımlar- tüm maç boyunca olmasa da belirli bölümlerde size keyif verebilir. Kendimden örnek vereyim, bazen bu takımların maçlarında öyle oyun kurguları oluyor ki, içimden “bu yaptıkları sanat” diyorum.
Son zamanlarda yerli romanlar okuyorum, farkettim ki benzer bir keyfi onlardan da alıyorum. Ancak keyfi veren romanların kurgusu değil, cümleleri... Yani, Türkçe. Yabancı romanlarda bu keyfi almak kolay değil, ya anadilinizde okuyacaksınız veya anadiliniz gibi hâkim olduğunuz başka bir dil olacak.
Bu keyfi alabilmek için kurguya çok takılmamak gerekiyor. Her şeyin tam tekmil olduğu eserlerin sayısı çok değil. Eserin kurgusu güçlü olup dili zayıf olabilir, dili güçlü olur, kurgusu çekici gelmeyebilir. Zayıf yöne takılmadan size keyif veren yöne odaklanırsanız okumalarınız çok daha verimli olabiliyor. Örneğin, son dönemlerde gençler arasında fantastik romanların popüler olması, bu okurlar arasında kurgunun ön planda olduğunu gösteriyor. Gözlemlediğim kadarı ile dilden keyif alanların oranı hayli az.
Okuduğum iki eser üzerinden bana bu keyfi yaşatan cümlelerden örnekler vermek istiyorum. Kitaplardan ilki Halid Ziya Uşaklıgil’in “Mai ve Siyah” adlı romanı, diğeri de merhume Samiha Ayverdi Hanımefendi’nin “İnsan ve Şeytan” adlı eseri.
Mai Ve Siyah
Ülkemizde bilinirliği “Aşk-ı Memnu” adlı romanından hareketle çekilen dizi ile artan Halid Ziya merhumun “Mai ve Siyah” romanının bana verdiği keyif ismi ile başladı. Bazen bir kelimenin ruhunuzda böyle bir etkisi olabiliyor, “mai” de bende böyle bir etki bıraktı. Gökyüzünün aldığı renkler ile insanın içinde bulunduğu durum arasında kurulan bağın bu renklerle anlatılması başlı başına bir güzellik. Mai huzur ve saadeti temsil ederken, siyah elbette keder ve hüznü temsil ediyor.
Kurgu açısından sizi heyecanlandıracak bir akışı yok kitabın, aksine, yorumlara bakınca kimi okurları sinirlendiren, “bu kadar da pısırık olunmaz” dedirten gelişmeler yaşanıyor kahramanımız Ahmet Cemil’in hayatında. Okurların okudukları kitaplarla ilgili görüşlerini paylaştığı goodreads.com sitesinde öyle yorumlar var ki, okur, yazara demediğini bırakmamış desem yeri. O kadar kızmışlar kahramanımızın yaptıklarına, daha doğrusu yapmadıklarına.
Merhum Oğuz Atay bir röportajında Halid Ziya’nın kendisine olan etkisinden bahsediyordu. Bu açıdan baktığımızda “Mai ve Siyah’ın” kahramanı Ahmet Cemil’i bir “tutunamayan” olarak niteleyebiliriz.
Dediğim gibi, ben kitabın kurgusundan çok, güzel cümlelerinden etkilendim. Can Yayınları’ndan çıkan kitabın, hem orijinal dilde hem de günümüz Türkçesi ile baskıları var. Bahsettiğim keyfi duymak için orijinal dildeki baskıyı okumak gerektiğini söylememe, bilmem gerek var mı?
Bu kitaptan altını çizdiğim birkaç cümleyi sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Bu sahranın üzerinden, o semanın altından bir peri alayının kanatlarıyla dalgalanıyor denebilen hafif bir hava uçar ki dikkat edilse bir ruhanî cihanın zemzemesine benzer nağmelerle titrer.” (zemzeme: hoş ses)
“Ufkun bir kenarından güneşin sinesinden sahraya bir nur tufanı döker, semanın bu muhteşem yangını altında sahra müşevveşiyetten sıyrılır, bütün sahra taze bir hayatın canlılığıyla tutuşur.” (müşevveşiyet: dağınıklık)
“Ta mektepte bir kimya kitabının üzerine başını dayayarak, gözleri ötede siyah tahtanın üzerinde unutulmuş, yarım kalmış bir cebir muadelesine dalarak, fikri bir hayal rüzgârı üzerinde, meçhul emeller fezasında uçtuğu zamanlardan beri bütün varlığını istilâ eden emel, iştihar arzusu değil miydi?” (muadele: denklem, iştihar: şöhret)
“Sonra saçları püskürmüş yağız Macar atlı zarif parlak bir araba onu alıp götürüyor, daha sonra güzide tuvaletlerle zihayat bir çiçek deryası gibi dalgalı geniş bir mermer sofanın ortasında o çiçek deryasının perisi, köpüklerden teşekkül etmiş bir melike gibi İkbal…” (zihayat: hayat sahibi, canlı)
“Sevmek bu muydu? İnsanı güya bir mengene içinde sıkıp sıkıp da birisinin ayakları altına ezik, bitik, can çekişerek atmak isteyen bu öldürücü şey, sevmek bu muydu?”
Bu güzel cümlelere ek olarak kitapta yazarın “kelimelerle” ilgili çok hoş bir tespiti var:
“Bence kelimelerin mevzu mânâsından başka bir de -nasıl tabir edeyim- sedâ mânâsı vardır. Bilmem herkes hisseder mi? Fakat ben meselâ ‘naliş’ (inlemek) kelimesinin mahzun edasını, ‘pervaz’ (uçuş) kelimesinin tayerân (uçma) meylini, ‘feryat’ kelimesinin yırtıcı ahengini pek iyi duyuyorum. İnsanda bu duyuş zevki olduktan sonra meselâ ‘bahr-i sükûnperver’ diyemez, bahr kelimesinin bir harekede toplanan üç kuvvetli harfinden (b, h, r) hususiyle sonunda r’nin tesadümünden (çarpmasından) hâsıl olan tasavvut şiddeti (sedasının şiddeti) ister ki bu kelime bir sert mânâ tasvirinde kullanılsın. Meselâ bahr-i huruşân (coşan deniz) yahut bahr-i pürhuruş (dolu dolu coşan deniz)… Sanki bahr kelimesi de o sıfatla beraber taşıyor, şişiyor değil mi? Buna mukabil ‘deryâ-yı sakin’ (sakin deniz) derim çünkü derya kelimesi de sakin, onda da bir sükûn var ki sıfatı sıfatın mânâsından ziyade izah ediyor…”
İnsan ve Şeytan
Yıllar önce Kardelen’deki bir yazımda merhume Samiha Ayverdi’nin “Mesihpaşa İmamı” adlı eserini ele almıştm. O yazıya tekrar bakınca gördüm ki kitap beklentilerimi karşılamamış. Çünkü kurguya odaklanmışım.
“İnsan ve Şeytan" adlı eseri ilk okurken de aynı duyguları yaşadığımı itiraf edeyim. Kurgu olarak diğer eserden daha başarılıydı ancak keyifli halini daha sonraki okumalarımda farkettim. “İnsan ve Şeytan” başarılı bir doktorun yaşadıkları üzerinden, nefsin insanların hayatlarını nasıl değiştirdiğini anlatan bir eser. Merhume Samiha Hanım bu eserinde mürşidâne birçok mesajı hikâyenin içine koymuş. Ancak bahsettiğim lezzet için kitabı teenni ile ve bu mesajları kaçırmadan, üzerinde durarak okumak gerekiyor.
Bu eserde hoşuma giden birkaç cümle ise şöyle:
“Böylece de ben, hastahaneden hastahaneye, muayenehaneden muayenehaneye, bir meslek delisi gibi koşup dururken, zaman denen söz dinlemez tezgâh da, eserini insafsız bir sadakatle işlemekte imiş.”
“Onun, beni benden ziyade düşünen alâka ve ısrarlarında, o istibdattan uzak, o kadar mukavemet kırıcı samimiyet ve sadelik vardır ki, itaat etmemek elimden gelmez.”
“Sen dümensiz, küreksiz bir kayık gibi başı boş yelken açmış gidiyorsun. Halbuki hayat yolu, bir yarış ihtirasıyla koşularak geçilmez. Menzilin neresi? Dur biraz, dinlen, pusulanı aç, bak, gittiğin yeri gör!.. Herkes bir teknenin sahibidir ve hayat seferi esnasında onu idareden mesuldür. Sana dur biraz, etrafını araştır ve teknene görülmesi, bilinmesi icap eden kıymetleri bul ve yerleştir diyorum.”
Çok açık ki, bu cümleleri güzel hale getiren dilimizin, Türkçemizin zenginliğidir. Cümleleri okuyup bu zenginliğin ne kadarını kullanıyoruz, günümüze ne kadarı kalmış sorularına cevapları sizlerin takdirine bırakıyorum.
|