Çıtırtı - Ev yerleşiyor Fatma Pekşen Sayı:
99 -
Siftahını ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum. Ses denilen hissi anlamaya başladığım ilk anlarda olmalı. Kulağıma gelen ilk çıtırtıyı, yattığım beşiğin tavana bağlı, adına sikke denen halka gıcırtısıyla karıştırmışımdır muhtemelen. Odun sobasındaki ince dalların sesiyle, pervaza konan serçelerin ayak sesleriyle birlikte erişmiştir mermerşahiden dikilmiş arakçınlı kulağıma.
Hep öyledir; bizim kuşağın çocuklarının arakçınlarının hepsi mermerşahiden dikilmiştir. Hani başı sımsıkı tutacak, hani kulakların kepçe olmasını önleyecek ya. Eli hünerli bir ninece uydurulup kırmızı mor bebeciğin kafasına geçirilmiştir evvel ezelden bir tarihte. Arkası da gelmiştir.
Yekdaşlarımı net olarak elbette hatırlamam. Ama Nebahat’ın, Hayriye’nin, Hayriye’nin o uzun kafalı kardeşi Süleyman’ın da bu arakçınlardan nasiplendiğini adım gibi biliyorum. Yaban ellerdeki akraba çocuklarımızın, arkasına maniler yazılarak gönderilmiş fotoğraflarındaki tüllü, kirazlı fötr şapkalardan olmadı hiç. Hiç birimizin olmadı.
Büyükannem, nedense tukula derdi, arakçına. Teyzemin epey bir düşükten sonra salimen doğurduğu bebeğine hazırlanan kundak takımını bohçalarken duymuştum siftah olarak. “Tukulasını da işlediniz mi kızlar? Büyükbabası yarımlık altın takacak üstüne.”
Büyükbabam, bizim tukulamıza, ya da arakçınımıza altın takmış mıdır, bilemem. “Evet anne, hepsine de uğurböceği işledik. Zıbınına, kundağına, kolbezine, arakçınına varasıya işledik. Sen merak etme.”
Bu konuşmaların olduğu gün de duymuş olmalıyım çıtırtıyı. Annemden küçük iki teyzemin de hazır olduğu unluk eleme günlerinden birinde, eleklere, kalburlara vurulan patırtılı avuç içlerinin sesine karışmış olarak da duymuş olmalıyım.
“Çok çiğneyince sakız oluyor biliyor musun?” diyen küçük teyzemin kızı Selma’nın safiyetle uzattığı bir avuç buğdayı çıtırdatmaya, şişirmeye çalışırken de, işitmiş olmalıyım.
Çıtırtı, dayımın düğününde, hoşaf kaynatan aşçının kepçe tıkırtısına da karışmış olmalı, köyden gelen kirve karılarının çektiği semahla da halleşmiş olmalı. Ezelden gelen o çıtırtıyı mangal başında mırıldanıp duran büyükannemin kedisi Yıldız’ın yaladığı çanak sesiyle, erken çöken kış akşamlarında ısınsın diye, öbür odadan getirilip erkenden serilen, okka çeken yorganın ipek hışırtısıyla birlikte de duymuş olmalıyım.
İlkini ne zaman sormuştum onu da hatırlamıyorum.
“Genuine Draft Beer” yazısını ellinci kere okurken, ellinci kere de alışık olduğum çıtırtıyı duyarken olmalı.
“Büyükanne, ne oluyor böyle çıtır çıtır?”
“Ev yerleşiyor kızım. Ev yerleşiyor.”
Genuine Draft Beer.
Genuine Draft Beer.
Genuine Draft Beer.
Ne olduğunu bilmiyorum bu acayip yazının. Büyükbabamın sactan yaptığı soba altlığında alt alta dizili. Sarı zemine yapılmış olan soba tahtası denilen bu sacın bir kenarında da tavşanayağı bulunmakta. Çoğu kelimeyi yanlış telâffuz etmekte olan büyükannem, bu elimi sürmeye ürktüğüm nesneye de “dovşan ayağı” diyor zaten. “Şu dovşan ayağını ver de zobanın külünü süpürem.”
“Ben ölüden korkarım” diyemiyorum tabii. Gene büyükbabamın el yapımı olan maşayla çekiştirerek, o duman renkli ayağı getiriyorum büyükannemden tarafa.
Tavşanayağı yerine konulurken de çıtırtı duyuyorum, dayım eve geç vakit gelip, dergilerini yatağının altına hışırtıyla koyarken de duyuyorum, “Allahüekber Allahüekber, Lâ İlâhe İllâllahü Allahüekber…” diye yatağının içine oturan büyükbabamın sesli getirdiği tekbirle birlikte de duyuyorum.
Dayıma göre deprem, büyükanneme göre zelzele, büyükbabama göre de hareket-i arz olan, yeryüzünün dengelendiği bu harekette, “Allahümme Salli Alâ…” diye salâvat getirirsen daha fazla sallanırmış yer.
Ne etmeye kadir değilmiş ki Yaradan? Güneşin tutulduğu bir gün, ayı güneşin önünden kaldırmaz, hepimizin ocağını batırabilirmiş. Güneş olmazsa hayat da olmazmış. Yatsıyla ezan arasında çıkan yelden de korkmalıymışız. Çünkü kıyamet o vakitte kopacakmış. İşte bu yüzden ezanın farzı sünnetten önce kılınıyormuş. Büyükannem apansız çıkan rüzgârda ağlıyor. Kırış buruş çehresine aşağı iniyor mecalsiz damlalar.
“Hacı Efendi, tepesinden içeriye üç beş tane karanfil tık da, sobanın közüne ayva koy ki yiyem de yelpememe iyi gele.”
Büyükbabam ayva gömdüğü külün içine, benim için de üç beş tane patates gömüyor. Dayım, sıcak cevizin güzel olduğunu söylüyor. Büyükbabam, sigara yüzünden öksürdüğünü, cevizi bu yüzden istediğini biliyor ama mırıltı halinde “Lâ havle…” çekiyor sadece. Lâ havle’ye de çıtırtı karışıyor.
Memleketi enine bölen o koca yol, büyükbabamların bahçesini yutup geçtiği zaman da eksilmiyor çıtırtı; gerçek insan ölüsünü ilk gördüğüm kişi olan büyükannemi, rahat döşeğinden alıp, battaniye içinde teneşire götürürlerken de…
Teyzelerim hıçkıra hıçkıra ağlıyor. “Annemi nereye götürüyorsunuz?” diye feryat figan ediyorlar. Mahallenin en bileceni Münevver hatun, hepimizi göz hapsine alıp, ağlayıp ağlamadığımızı kontrol ediyor. Hangi kız, annesini daha çok seviyor, hangi torun büyükannesine daha düşkün…
Ama ben ağlamak istemiyorum ki. Sırt ağrıları bitmiş, hırıltılı öksürükleri kesilmiş, pazen elbiseye sığışmış kemik yığınını alıp götürüyorlar işte. Bundan mantıklı ne olabilir ki?
Hem büyükbabam her sabah lâzımlık atmaktan kurtuluyor. Sobanın külünde ayva pişirmekten, gecelerini bölen öksürük seslerinden, eczanede ilâç kuyruğu beklemekten de. Koca avluda bekleşmekte olan erkek cemaatinde de bu türden bir Münevver hatun var mıdır bilemiyorum.
Çıt, çıt, çıt…
Seher vaktinde de, ikindi gölgesinde de.
Çıt, çıt, çıt…
Zemheri soğuğunda da, Temim Dayı’nın kaybolduğu fırtınalı gecenin koyu karanlığında da…
Çıt, çıt, çıt…
Dayımın ilk çocuğunun göbeği kesilirken de, çatıdaki güvercinlere dadanan sansarı vurmaya kalkan büyükbabamın ayağı kırılırken de…
Çıt çıt çıt…
Artık büyükbabamın yıllardır evde olmadığı, yengemin belinin bükülmeye başladığı demlerde de…
Çıt çıt çıt…
Mahalleye apartman dikerek medeniyet getirecek olan müteahhidin kepçelerinin attığı zafer nâraları ile birlikte de…
Bilgisayar, tablet ve telefon tuşları ile de…
Ruhumuz, beynimiz kalp kırıklıklarıyla, hayal kırıklıklarıyla bilmemkaçıncı kez kırılıp, yeniden tamir yoluna giderken de…
Öyle çok ki çıtırtı!
Artık bembeyaz olmuş saçlarımı arakçınıma, yeni moda deyimle boneme sıkıştırmaya çalıştığım şu son demlerimde de, halen ayakta olan ata evimizin çıtırtıları eksilmiyor.
Burayı mesken tutan kaçıncı kuşağız bilmiyorum ama ev âhenkle yerleşmeye devam ediyor. Çıt çıt çıt… Çıt çıt çıt… Çıt çıt çıt…
|