Erik ile kiraz Fatma Pekşen Sayı:
100 -
Bahar güneşin zar zor ısıttığı balkonun uç tarafındaydı. Yeşilli sarılı fistanının içinde, ağzındaki güzden kalma kaysı çirini geveleyip duruyordu. Bahçe tarafındaki asma dallarını budamakta olan oğluna, gelini mutfak penceresinden başını uzattı.
Nezleymiş gibi çıkan sesiyle, mırıl mırıl bir şeyler söyledi. Cep telefonu, Erik, Kiraz, uçak, üç gün, Kapadokya, uğramak kelimeleri kuş tüyü gibi uçuştu. Asma budayan oğlan, budama makasını hırsla yere attı. Üçayaklı merdivenden çarçabuk indi. Erik ve Kiraz kelimeleri bir kez de onun kalın sesinden tekrarlandı.
Söylemezlerdi; bunu da söylemeyeceklerdi. Bundan adı gibi emindi ama gene de kendisine de Kiraz’dan bir haber vereceklerini umdu. Köhnemiş bedenine taze bir can yayılır gibi oldu. Işık gibi, türkü gibi, yeni doğmuş bebek gibi. Ayaklarına doğru ılıklık indi.
İki katlı evin, alt katında oturan trenci kursa gideli, ev bark da ısınmıyordu doğru dürüst. Güneşi görünce, onun sıcaklığından medet umarak balkona çıkıyordu kocamış bedeniyle. Azıcık dallar pürlenesiye bahçenin dibinden geçen yolu seyredecek, kargayla kuşla yarenlikte bulunacaktı. Hitama yaklaşmış ömrünün son kırıntılarında bunları yapmaya hakkı vardı. En azından kendince vardı.
Kiraz’ın adını duymak bile iyi gelmişti. Bunu sindirmeli, tadına vara vara hazmetmeliydi. Bir iş yapmış olmak için odasına doğru yollandı. İyi ki ayakları kendisine itaat ediyordu. Mutfağa uğramadan, kasvetli sofadan geçip gitmek, her daim iyi geliyordu kendisine. Her tarafında ayrı makinenin çalıştığı, cinni gözü gibi mavi ya da kırmızı ışığın yandığı, televizyonun işlediği, yemek kokulu ortama girmek canını sıkıyordu.
Ardında uçları oyalı havluların asılı olduğu kapıyı usulca örttü. “Ah Hacım ah. Bir sevindim ki bilemezsin. Kiraz kız geliyormuş biliyor musun, Kiraz kız! En son sen hastalandığında gelmişti bir haftalığına. Ondan sonra da gidip o gidiş. Konuşuyorlar mı görüşüyorlar mı haberim bile yok”
“Bazen anası mırıl mırıl birileriyle konuşuyor, akşam da oğlana anlatıyor ama bana bir şey söylemiyorlar. Al şunu kulağına tut, iki çift kelâm da sen et Kiraz’la demiyorlar. Kiraz da demiyor. Babaannemi verin de sesini duyayım hiç değilse demiyor. Görmezden geliyorlar beni. Sen de olmasan var ya konuşmayı unutacağım inan. Bazen rüyalarımda konuşuyorum biliyor musun? Çocukluktaki komşularımızla, beraber büyüdüğümüz kızlarla konuşuyorum. İp atlıyorum, bahçe süpürüyorum, salıncağa biniyorum, şarkı söylüyorum.”
Bir şey yapmış olmak için, şöyle bir dolandı odanın içinde. Ta çeyizinden kalma, sırları kararmış, yaldızları dökülmüş, kitap büyüklüğündeki aynaya baktı. Oradan da hep kapalı duran perdeyi aralayıp dışarıyı süzdü.
Bahar kapıdaydı. Daha doğrusu içindelerdi ama tam anlamıyla kıştan kurtulmuş bir bahar değildi bu. Daha çok kışa benzeyen bir bahardı. Soba yanan, hırkalı ceketli, boyunbağlı bereli bir bahardı. Kat kat giyilen kışlıkların rengi bile kasvetliydi. İç karartan, bunaltıcı, hafakanlar bastıran koyulardı hepsi de. Kahverengiler, lacivertler, morlar, ille de siyahlar. Hani şöyle turuncular tozpembeler, fıstıkî yeşiller uçuşmalıydı ki etrafta, işte o zaman ortalık ısınmış olsun, toprak buhara dursun.
“Ne bakıyorsun öyle? Kiraz’ım ta Almanyalardan gelecek de ben yeni fistanlarımı giymeyecek miyim a efendi! O senin getirdiğin mor kadife fistanımı hangi güne saklıyorum sanıyorsun sen! Yepyeni duruyor sandığın köşeciğinde. Bir iki kere torunların sünnetinde, komşuların mevlüdünde giymiştim o kadar. Sıdıka hanımın ta Denizli’den yaptırtıp getirttiği iğne oyalı örtümü de çıkartayım. Yakışır bana yakışır. Bakma sen böyle benim oklava tatlısı gibi kırışmış suratıma. Güzel kadınım ben.”
Tek kişilik yatağının ayakucuna çıkardığı patlıcan moru kadife elbisenin üzerine koyduğu bembeyaz örtü, taze açmış papatya gibi göründü gözüne. Haberiyle, hazırlığıyla eve canlılık katan Kiraz kız, cismiyle geldiği zaman kim bilir ne sıcaklık yayacaktı hanelerine.
Aklına, Erik adını bu yaşına kadar hiç işitmediği geldi. Onun torunuyla birlikte, edeplice elini öpeceğini hayal etti. “Berhudar ol kızım” diyecekti kendisi de. Cümle ihtiyarlar gibi dua edecekti Erik’e. “Erik” dedi seslice. Elinde olmadan kıkır kıkır güldü buna. Fındık koyuluyordu, Kiraz koyuluyordu da erik gözlü kızlara niçin Erik adı verilmesindi ki? Kim bilir hangi memleketin âdetiydi bu da. Belki Elma bile vardı kızların içinde. Sahi, bu Erik’in gözleri hangi cinstendi? Yeşil erik mi, kara erik mi?
Mırıl mırıl sesiyle sofada konuşan gelinine kulak kabarttı elinde olmadan. Bir çeşit iletişim biçimiydi bu da. Doğrudan doğruya konuşulmuyordu ama olan bitenler dolaylı yoldan duyurulmuş oluyordu. Gelinin ağzından gene Erik, Kiraz, uzun saç, şampuan gibi bir takım kelimeler çıktı. Daha sert avazlı olan oğlu, homurtulu bir şeyler söyledi.
Aferindi Kiraz kıza! Demek ki ta kalçalarını döğen saçlarına dokunmamıştı. Sandığın gözünde nicedir durmakta olan kil çıkınına uzandı keyifle. Değme şampuanlara taş çıkartırdı bu akça pakça toprak parçası. Eskiden hamamlara gidildiği dönemlerde az mı satın almışlardı kapılarda satılan killerden? Okka okka boz eşeğin sırtından indirtir, komşularla aralarında bölüşürlerdi. Hele bir de kendileriyle akran olan Malatyalı gelin vardı ki aralarında. Kendi hissesine düşen kili gülle basardı çanağına. Kurna başında saçlarını killemeye oturduğunda mis gibi gül kokusu yayılırdı ortalığa.
Ondan görüp kendisi de nane yaprakları döşemişti bir keresinde kil tasına; o da misler gibi kokmuş, buram buram hamamın buharlarına karışmıştı. Ama sonrasında unutup gitmişti işte. Her biri bellerine uzanan saçlarıyla, kaç kız vardı önünde taranacak, çimdirilecek. Buruş buruş anası, kaynanası derken naneyle gülle uğraşacak vakit bulamamıştı. Son beşiğim dediği oğlu doğana kadar, kız saçı tarayıp örmüştü durmamacasına.
İşte Kiraz kız da son beşiği oğlunun yegâne evlâdıydı. On beş seneden sonra doğunca, tek çocuk olunca, bir dediği iki edilmemiş, ailenin gözbebeği olarak gününü gün etmişti. Şimdi de ta Almanya’lardan sesi geliyordu. Kaç yıl olmuştu o kırmızı suratlı Almanların memleketine gideli, kendisi de bilmiyordu. Okuyordu. Hep okuyordu ama ne okuyordu bilmiyordu koca kadın. Bildiği bir şey varsa, aile mirası gibi duran, halalarınınkini andıran saçlarını hiç kesmeyişi idi. Aferindi ona. Gâvur ellerinde tek başına okuyup, onların âdetlerini benimsememek her babayiğidin harcı değildi.
“Senin aldığın tokalara nasıl da sevinirdi Hacım; hatırlıyor musun? Her çarşıya gidişinde ayrı renkte toka getirirdin. Anası da tarar, örer, şekilden şekle sokardı Kiraz’ımın kehribar saçlarını. İlk mektebin son senesinde okulun bayrağını taşıtmışlardı 23 Nisan’da. Arkasında koca okulun talebesiyle, reisin, kaymakamın önünden geçecek diye yeni taraklar, tokalar taçlar almıştın efendi. Ne de yakışmıştı ama. İkimiz de gidip gözümüzün nuru torunumuzun bayrakla geçişini izlemiştik bir kenardan. Ben ağladıydım da sen kızdıydın bana… Ne muratlarını göreceksin a hatun, dediydin.”
Kil çıkınını yatağın ucunda bir yere bırakıp, sandığın kapağını usulca indirdi. Aynayla yaşıt olan naftalin kokulu sandık, sırlarıyla, sevinçleriyle, hüzünleriyle bir kez daha kapandı. Kiraz’ın babası olan son beşik, çocukken ne çok severdi bu sandığın içine oturmayı. Ablalarının çeyizliklerinin üstüne kurulur, gözleri karıştırır, ne bulduysa ortaya çıkarırdı. Anasının gelin telini, ablalarının kırık yüzüklerini, babasının askerlik fotoğrafının arabını*, mühürleri, anahtarları…
Kızmakla sevinmek arasında gidip gelirler, pek de bir şey söyleyemezlerdi oğulcuklarına. Halen de söyleyemedikleri gibi.
*
“Bana kızma a efendi! Ben yanlış anlamışım. Yoksa Kiraz’ım kili reddeder miydi? O, Erik dedikleri adam alâkadar oldu benimle. Kızın nişanlısı imiş, gâvurca bir şeyler söyledi, kili aldı elimden sırt çantasına koydu. Kiraz’ın saçlarını üç numara kestirdiğini, sonra da mora boyadığını ben söylememiş olayım, sen de duymamış ol. O Erik dedikleri adamın da saçları ta beline iniyor Hacım. Bizim kızların gençliğindeki gibi nah bir kulaç. Kendi saçına sürecek demek ki. Ben de kız sandıydım onu.”
Kadın, ne yapacağını bilmez gibi odanın içinde şöyle bir dolandı. Perdeyi aralayıp patlamaya hazır hanımellerinin dallarını kontrol etti. Tepeleri görünen leylâk ağacını süzdü. Halen karı kalkmamış dağlara baktı. Bir şey yapmış olmak için sandalyeyi pencereye doğru biraz daha itti.
Sonra da güngörmüş dudaklarını büzerek, patlıcan moru kadife fistanını çıkardı, içine kaçan kollarını geri çevirdi. Yeniden açtığı sandığının alt tarafına yerleştirdi. İğne oyalı beyaz tülbendini de onun üstüne koydu. Bozarmış bir örtüyle üzerlerini örtüp, kapağı yeniden indirdi. Üzüm salkımları işlenmiş kanaviçe sandık örtüsünü çekiştirerek düzeltti. Sırları dökülmeye yüz tutmuş aynada kendine baktı biraz.
“Düğüne lüzum yok diyorlar ama yapacak olurlarsa, o zaman da giyerim efendi. Masraf ettirmem kimseye. El içine temiz çıkmalı değil mi? Hem sen demez miydin güzel kadın olduğumu, ne giysem yakıştığını…”
Daha önce çıkarıp bir kenara dürdüğü günlük elbisesini giyip, hırkasını da itinayla ilikledikten sonra, yeni hatırlamış gibi sandalyesine çöktü, küçük masanın üstünde duran bardağa azıcık su doldurup yudumlamaya başladı. Bardağı sürahinin yanına koyarken, eliyle masadaki küçük çerçeveye dokundu. Kemikli parmaklarıyla tozunu siler gibi etti.
“Canına değsin efendi. Sen hiç merak etme. Erik ile Kiraz’dan bir haber alırsam seni de haberdar ederim. Merakta koymam. Onlar, kendi kendime konuştuğumu sanıyorlar ama bilmiyorlar ki seninle hasbıhal ettiğimi... Onca sene aynı yastığa baş koyduk, her bir şeyimize ortak olduk da bundan sonra mı olmayacağız? Nur içinde yat. Kabirler sıkmasın. Sen burada olduğun müddetçe canım sıkılmayacak hiç. İyi ki benim refikim oldun, iyi ki Kiraz’ımın dedesi oldun.”
Kadın dinçleşmiş gibi ayağa kalktı. Perdeyi aralayıp yeniden bahçeye baktı. Bulutlar arasından görünen güneşle buluşmak, kuşlarla söyleşmek için karanlık sofayı geçip, balkona doğru yürüdü… (4-Aralık-2018)
*Arap: Fotoğrafın negatifi
|