Aliya Yavuz Sert Sayı:
102 -
"Bizi toprağa gömmeye çalıştılar; fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı."
Üslûp kelimesinin kökeni, Arapça’da yol, rota, yön anlamlarına gelen bir kelimeymiş. Bu kelimenin Türkçemizdeki karşılığına “tutulan yol” diyebiliriz. Kelimeler, kökleri itibari ile çoğu zaman bizlere bir şeyler anlatırlar. Bahsi geçen kelime de bize âdetâ diyor ki: Bir amaca doğru giderken usûlünüz, yönteminiz doğru olmalı, amacınızın doğru olması yetmez, gidilen yol da doğru olmalı.
Bir kişi veya dönem hakkında değerlendirme yaparken içine düştüğümüz en büyük hatalardan birinin, ilgili dönemin dinamiklerinin değerlendirmeye alınmaması olduğunu düşünüyorum. Böyle bir hata, üslûp kelimesinin bize önemini anlatmak istediği “rotanın” yanlış çizilmesine sebep oluyor. Rotamız yanlış ise ulaştığımız nokta da büyük ihtimalle yanlış olacaktır.
Diğer bir nokta; bir kişi hakkında konuşurken yaptığımız değerlendirme onun hangi özellikleri ile ilgilidir? O kişinin bir özelliğinin iyi veya kötü olması o kişiyi mutlak olarak iyi veya kötü yapar mı? Meselâ kişi çok iyi bir baba olabilir ama cesur bir savaşçı olmayabilir. Çok iyi bir siyasetçi olabilir ama dürüst bir insan olmayabilir. Çok iyi bir asker olabilir ama iyi bir eş olmayabilir.
Bu girizgâhı, yapacağımız değerlendirmede usûl ve üslûbumuzun nasıl olduğunu ortaya koymak için yaptım. Konumuz elbette merhum Aliya.
İnsanlara isimleri ile hitap etmek edebe muğayirdir, istisnası arada çok sıkı bir muhabbet olmasıdır. Merhumla Türk halkı arasında çok büyük bir muhabbet var ki kendilerine sadece ismi ile hitap etmek hiç yadırganmıyor, biz de öyle yaptık.
Merhum Aliya’nın hayatını birkaç kaynaktan incelemeye çalıştım. Bütün hayatını göz önüne aldığımda, Bosna savaşı her ne kadar çok büyük bir kısmını kaplasa da dikkatimi ilk çeken konu onun taklit sahibi değil tahkikî bir müslüman olduğudur. Hayatını okuyanlar bilirler, merhum Aliya küçüklüğünden itibaren dinin yaşandığı bir evde büyümüş. Sabah namazlarında camiye giden bir çocuk var karşımızda. Aliya, o yaşlardan itibaren çok okumuş, öyle ki yirmili yaşlara gelmeden hem roman klâsiklerini hem temel felsefe metinlerini âdetâ yalamış, yutmuş. Yirmili yaşlarda yazılması ile beni ayrıca hayrete düşüren “Doğu Batı Arasında İslâm” adlı eserini okuyanlar bu birikimi çok net bir şekilde görebilirler. İşte bu ilk okumaların olduğu dönemde Aliya okuduklarından etkilenerek dinden bir süre uzaklaşmış. Tekrar dine dönüş yaptığı zamandan sonra da kalemi eline alarak yazılar yazmaya, eserler vermeye başlamış. Âdetâ tahkikî olarak yeniden müslüman olmuş.
Aliya’nın öne çıkan diğer bir özelliğini dâvâsı uğruna göze aldıkları ile anlayabiliriz. Müslümanların birliği için erken yaşta “Genç Müslümanlar” teşkilâtına katılmış. O dönem ve şartlarda böyle bir teşkilâtta bulunmanın ne kadar zor olduğunu daha sonra yaşananlar bize çok açık gösteriyor. İdam edilen birlik yöneticileri, yıllarca yatılan hapisler… Aliya kaderin cilvesi, idamdan kurtulmuştur ama yıllar boyu hapiste yatmıştır.
Aliya’nın belki de hayalinde ve plânında olmayan bir diğer yönünü hapis cezalarından sonraki hayatında görürüz: Siyaset. Müslüman Boşnakların hakları için kurulan parti, Yugoslavya’nın içinde yaşayan halkların bağımsızlıkları ile kucağında Bosna’nın bağımsızlığı meselesini bulmuştur. Ve bu süreç, yakın tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan birine uzanır. Artık karşımızda hem bir siyasî hem bir komutan vardır.
Aliya’nın ve halkının en zor zamanları bu savaş ve sonrasındaki günlerdir, hiç şüphesiz. Savaşla ilgili detayları okuyunca kelimelerin kifayet etmediği duygular yaşıyorsunuz. Özellikle Srebrenitsa’da yaşananlar bu zulmün âdetâ sembolü olmuştur.
Burada birkaç cümle ile geçtiğimiz bu savaş binlerce kişinin hayatına mâloldu, çok daha fazlasını evlerinden etti. Tecavüz ve işkencelerden sonra yaşanan psikolojik travmalar cabası… Savaş sırasında Aliya’nın düşmanlarına karşı tavrı onun “Bilge Kral” olarak anılmasında çok etkili olmuştur. Hoş, kültürümüzde olmayan “kral” kelimesinin kullanılması dikkat çekmiyor değil, Bilge Melik daha uygun düşerdi belki de ama galatı meşhur misali Bilge Kral ağızlarda çoktan yer etti. Düşmanın sivillere karşı saldırıları, katliamları ve zulmü Bosna savaşı trajedisini oluşturan en büyük etkendir. Karşımızda sniper ile insan avına çıkmış hayvandan da aşağı bir düşman var. Bosna tarafından da az da olsa sivil halka karşı saldırıların olduğu yönünde iddialar olmuştur. Ancak Aliya her zaman düşmana benzememeleri gerektiğini söylemiş, sivillere kesinlikle zarar verilmemesi konusunda ordusunu sürekli uyarmış, aksi davranışlar için soruşturma başlatmış, barış içinde yaşamak isteyen diğer halklara her zaman kucak açmıştır. Ve bu zulüm Aliya’nın da içine sinmediği çok açık olan, “önerilen barış ne adalete ne ilkelerime uygun ama eve savaşa devam ediyoruz mesajı ile de dönmek istemiyorum” dediği Dayton antlaşması ile sonlanmıştır.
Merhum Aliya’nın en çok eleştirildiği noktalardan biri bu Dayton antlaşmasıdır. Hatıratını okuyanlar görecek ki kendisi de bu antlaşmanın ne kadar adaletsiz olduğunu görmektedir ancak zulmü, ölümleri, acıları dindirmek daha ağır bastığı için antlaşmayı imzalar. Bu onu kötü bir siyasetçi yapar mı? Belki de öyledir ama şunu unutmayalım, merhum Aliya ayakta kalma savaşında halkına liderlik etmiş, dâvâ adamı, hakiki bir müslümandır. Siyaseten daha iyi bir karar verilebilir miydi sorusuna yanıt vermek çok zor. Yaşananları okuduğumda bunun çok da mümkün olmadığını hissettim. Merhumun hatıratında ABD ve diğer büyük devletlerin baskılarını çok net olarak görebiliyorsunuz. Hattâ antlaşmanın mimarı olarak bilinen ABD temsilcisi Holbrooke, Aliya’nın antlaşmaya karşı direncini hatıralarında değerlendirirken “o kadar acı çekmiş ki başkalarının acısına duyarsız” değerlendirmesini yapmıştır. Karşı tarafın değil arabulucunun görüşü bu, dikkatinizi çekerim. Bu yorum bile, merhumun aslında siyaset ilminde de ülkesi için ne kadar dirençli olduğunun göstergesi değil midir? Bu açıdan baktığımda o dönemi, yaşananları, zulmü bilmeden bu antlaşmayı ve merhumu eleştirmenin haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Merhum Aliya da, halkı da savaş hattâ sonrasındaki barış sürecinde çok büyük sıkıntılar çektiler. Aliya’nın barış görüşmelerinde yaşadığı stres görüşmelerden birkaç hafta sonra kalp krizi olarak kendini gösterdi. Avrupa’nın göbeğinde, sözde medenî bir kıtada yaşananları görünce insanda ne kalp ne akıl sağlığı kalabilir. Aliya, Avrupa’nın bu barbarlığını çeşitli platformlarda çok güzel açıklamıştı: “Bosna’daki savaş sırasında yüzlerce kilise ve cami yıkıldı. Bunlardan teki bile Boşnaklar tarafından yıkılmadı, hepsi ‘Avrupalılar’ tarafından yıkıldı. Türk idaresi dünyanın en yumuşak yöneticileri değillerdi ama tüm Hrıstiyan halklar ve onların Ortaçağ’dan kalma en önemli anıtlarının hepsi beş yüz yıllık Türk idaresi boyunca ayakta kalabildi.”
Bosna’da savaşı yaşayan her birey çok farklı acılar çekti. Bizler, çeyrek asır sonra yazılanlardan, anlatılanlardan bir değerlendirme yapmaya çalışıyoruz. Benim uzaktan gördüğüm Aliya hayatını halkına ve ülkesine adamış, yaşamını İslâm’ın kurallarına göre belirleyen bir devlet adamıydı. Halkını zulümden kurtarmak için cepheye de gitti, diplomasi için sürekli farklı platformlarda Bosna’nın durumunu da anlattı. Siyaseten hataları vardır belki, yorum yapacak kadar siyaset uzmanı değiliz. Bazı kararları nedeniyle acı çekmiş halkından onu eleştirenler çıkmıştır, bu da onların en doğal hakkıdır. Kimsenin bu kadar acı çekmiş insanları bu konuda eleştirmeye hakkı olmadığını düşünüyorum.
Hem merhum Aliyâ’nın, hem düşman zulmü ile şehidân emanetini teslim etmiş tüm Bosna şehitlerinin derecâtları âli olsun inşallah. Şehitlerimizden şefaat dileniyoruz. Allah bizlere böyle acıları bir daha yaşatmasın inşallah.
|