?emsiye Fatma Pekşen Sayı:
51 - Ocak / Mart 2006
Sadeliğin olmadığı yerde büyüklük, iyilik ve doğruluk olmaz. (Leo Tolstoy)
Vah zavallı yavrucaklar vah.
Sabahın köründe, eller tatlı uykularında uyurken o sımsıcak yatağından kaldır, “hadi oğluum, geç kalıyorsun” deyip, güç belâ ayıltmaya çalış.
Yalapşap el-yüz yıkama, mahmur bakışlarla kahvaltı etme, -eğer anne insafa gelip düzlememişse-, bir paçası içinde, diğeri dışında, pantolonu giyip, gömlek, kravat ve ceket tedarikiyle okul yoluna düşme...
O zavallı çocuk, hayatın, çakıl, diken ve taş dolu yollarında, sabah ayazıyla Adana domatesi gibi renk alan burnunu çeke çeke, omuzunda, Vietnam savaşı filmlerinde görmeye alışık olunan askerlerinkine beş çekecek ebad ve görünümde, çoğu zaman yeşil tonlarındaki çantayla bayır yukarı Alpinizm yaparken, sen git henüz soğumamış yatağa geri devril.
“Beş dakika ısınıp geri kalkarım” derken, -kanunen olmasa da hâlâ senin gönlündeki unvanla- evin reisinin, “Gene beni geç koydun! Hani kahvaltı be kadın?” deyişini saç baş darmadağın, gözler şehlâ bir vaziyette, aval aval dinle.
“Şeeey... Oğlan gitmeden önce çay suyunu ocağa koyup altını kısmıştım” diye mutfağa doğru seğirtirken, (büyük ihtimalle o da suyunu iyice çekmiştir) sabah sabah arslan kesilmiş adamın, “ne çayı? Tıraşı yetiştirebilirsem iyidir. Bir bardak süt ver yeter!” diye paylayışını dinle ve süklüm püklüm söylenenleri yap.
“Sabahın köründe, bu soğukta, aç aç adam mı yollanır be?” diye somurtuşunu duymazdan gel... Çünkü, eğer cevap verecek olursan, anasının kendisini her sabah, taze yapılmış çöreklerle, böreklerle, üstü el gibi kaymak bağlamış sütlerle nasıl okula gönderdiğini, evlenene kadar “tosun”una nasıl baktığını anlatıp, seni yeni bir krize sokacaktır. Bu uykulu kafayla, kaynana edebiyatı yapmaya lüzum olmadığını iyi kötü bilirsin.
“Allah bilir oğlanı da aç göndermişsindir sen. Bu uyku sendeyken, evi soysalar haberin olmaz be!”
Ah be adam... Ah be anasının tosunu... Niye bu kadının yüreciğine indirirsin ki? O hiç oğulcuğunu aç gönderir mi? Keser ciğerini pişirir yahu...
Oğlanı hatırlatmanın zamanı mıydı şimdi? Zavallı çocuk, o yokuş yukarı okula tırmanırken, servise yazdırmayıp, “iki adımlık yol. Yürüyerek gidip gelsin” derken yaptığın acımasızlığı düşün bir.
Her Allah’ın günü, Sirkeci hamalları gibi iki büklüm çanta taşıyan, o kepçe kulaklıyı aç gönderir mi anası? Hazırlık okuduğu günden beri tırmandığı o yokuşu, elinden gelse kendisi sırtlanıp getirir götürür.
Gözlerine bir şey mi kaçtı ne? Birazcık sulandı. Onaltı yaşında da olsa, o hep anasının bir tanesidir. Evi birbirine de katsa, odasında fare de beslese bir tanedir. Hiç aç bırakılır mı yelken kulaklı?
“Ah keşke ben senin yerine Sirkeci hamalı olup, çanta taşısaydım” diye hıçkırırken, baba, “boşver be kadın. Onları kahvaltısız gönderdim diye üzülme. Sen yatmana devam et. Oğlan da ben de açlığa talimliyiz zaten” deyip, hıçkırıklarını ikiye katlansın.
“Beresini aldı mı oğlan. Yoksa onu da mı unuttun?”
“Koskoca çocuk. Lise ikiye gidiyor, kendisi alabilirdi” demek yerine, muslukları iyice açarak, hıçkırmayı bir kenara atıp, yerini ağıda bırak. Öyle ya. Onu uykulu kafayla kapı dışarı ederken, başına hiç dikkat etmeden geri girdin yatağa.
“İlle de sarı-kırmızı olacak” diye tutturup aldırdığı boyunbağı-bere takımını, sarıp sarmadığını kontrol etmedin...
Ya başını üşüttüyse? Ya, bronşit olduysa... Yahut da ilerde astım olursa... Zaten ailede astım öyküsü de var. Rahmetli anneannen astım krizinden gitmedi mi öte tarafa? Yeni bir hıçkırık demeti daha.
“Ağla ağla açılırsın” deyip kapıyı çeken kocanın ardından, bir iyice boşal.
Uuu, aaa, mendil nerdeee, teranelerinin ardından işi dövünmeye kadar vardır. Alnına patates bağlayıp, Malta eriği gibi olmuş gözlerini, kış günü, düğün değil bayram değil misali, yazdan sakladığın hasır çantanın içindeki, o, markalı güneş gözlüğünle gizleyip, okula durum öğrenmeye niyetlen. Alelacele üstüne bir şeyler geçirip kapıya doğru hamle yaparken, zınk diye dur ve geri vazgeç.
Ya iyiyse, ya bronşit olmadıysa? Ya da niye geldiğini öğrendiğinde, “fazla pimpiriklisin” deyip, arkadaşlarına karşı düştüğü mahcup durum için surat asarsa...
Allah’ım, şu kadın ne yapsaydı acaba?
İçindeki ses, “iyidir, iyidir” diyor ama...
Ya şu anda revirde, eli bir hemşirenin elinde, otuzdokuz derece ateşler içinde, “anneciğim, anneciğim” diye sayıklıyorsa?
Billâhi dayanılmaz bu duruma. Yüreğine iner annen gibi. Erhan Ağabeyin maçta ayağını incittiği zaman annen de kalp krizi geçirmemiş miydi? Senin geçirme ihtimalin de büyük. Zaten demli çay eşliğinde, komşularla keteleri, çörekleri götürdüğün zaman kalbin saatlerce çarpmıyor mu?
Şimdi iyice soluklaşmıştır kepçe kulaklı. Zaten, loğusayken hasta olup sütten kesmiş, diğer çocuklar gibi birbuçuk yaşına kadar emzirememiştin onu. Bu yüzden öyle cılız, kürdan gibi büyüdü. Babaannesinin dediği gibi, “babasına çekmedi, tosun olamadı bir türlü”
Komşu kapıyı tıklatıp, ağzında sakızla kapıya çıkacak olan Aliye Hanıma, bir koşu okula kadar gidip gelmeyi teklif etsen... İmkânı yok tek başına gitmeye dayanamazsın.
Ya beresiz gittiği için, okul idaresi, başına kötü bir şey geldiğini telefon açıp söylerse... Bronşit, astım, sinüzit olursa?
Saat daha dokuzbuçuk demedi. Hele bir süre dur, Aliye Hanımın uyanmasını bekle. Biliyorsun, o ondan önce kalkmaz. Kızları gelin etti kurtuldu. Keyf çatıp oturuyor. Ona kadar da yatar, onbire kadar da. Nasıl olsa kocası da emekli. Yürek burkan bir sürü dizi de izle- yebilir, sabah ekranlarının eğlence programlarını da...
Yok yok, sen bu kadının kalkmasını bekleme. En iyisi kocana söyle, işyerinden izin alsın gelsin, seni bir taksiye atıp okula götürsün. İki adımlık yer de olsa, bu kafayla yürüyemezsin.
Hay Allah, kocanı aç yolladığın gibi, suyu iyice çekmiş demliğin altını kapatmayı da unutmuşsun. Bir bardak ya kalmış, ya kalmamış... (İyi ki adam işine gitmiş. Yoksa bir de bunun için söylenecek, “ne tez bitiyor bu tüp” diyecek. Hadi hadi ucuz atlattın gene)
Şu bir türlü ilerlemeyen saatin kulağından tutup çevirsen mi acaba? Takvimden, “masraf ayı” diye Eylül ayı yaprağını koparan Temel gibi. Saatin ibresini on’a getirsen, Aliyanım’ın kapısını tıklatsan, o da bir iş için çarşıya çıkma hazırlığında olup giyinik olsa, on dakikada uçup geri gelseniz... Eğer mutlu haberlerle gelirseniz, komşuna helva bile kararsın öyle değil mi?. Üstünü bol fındıkla kaplarsın. Sevgili oğlunun bayıldığı gibi, iri dövülmüş bol fındıkla.
Oğlun! Sevgili... Beresiz... Kepçe kulaklı... Cılız oğlun! Yaz aylarında burnunun üstüne çiller yürüyen oğlun...
Ayy, telefon çalıyor! Koş hemen. Muhakkak kocandır. Daha işyerine adım atar atmaz oğlandan haber almak için arıyordur.
“Canım kocacığım beniiim. Sen, ne kadar söylenirsen söylen, gene de bu evin reisisin. Bak, aç karnına baba horoz gibi kümes içi kontrolünü bile başladın. Yaşşa be, kaynanamın tosunu. Yarın sabah kıymalı yumurtayla yolculayacağım seni.” dedin
–Alo?
–...
–Ay sen misin Berk? Ben de baban sanmıştım.
–...
–Nen var oğlum? İyi misin? Okula gelmeme gerek var mı?
–...
–Emin misin?
–...
–Bereni boyunbağını almış mıydın sabah?
–...
–Çok merak ediyorsam vestiyere mi baksaydım?
–...
–Az daha okula geliyordum.
–...
–Gelmeme lüzum yok mu? Türkay ve Şuayıp’la eve mi geliyorsun?
–...
–Tabiî hazırlarım. Hemmen! Hadi hoşçakal.
Oh be.
“Allah hiç kimseyi darda koymasın” diye dua ettin değil mi? İnşallah da koymaz.
Artık için rahatladığına göre, komşun için tasarladığın helvayı karıştırmaya başla. Hattâ, Türkay’ın hoşuna giden böğürtlen reçelinden koy sofraya; Şuayıp’ın sevdiği ıspanaklı börekten hazırla. Oğlunun bugün de sağ salim olduğunu öğrendin nasıl olsa.
Ama önce kocanı arayıp, Berk’in iyi olduğunu, iki arkadaşıyla eve geleceğini, biraz ders çalıştıktan sonra, öğle yemeğini yiyip kütüphaneye gideceğini söyle. Karakter olarak sana benzeyen, (yani pimpiriklikte) adamı aydınlığa kavuştur.
Bak gene telefon çalıyor. Bu kez kocandır.
Evet evet yüzün gülerek konuşuyorsun ve her zaman yaptığın gibi, “evimin güneşi” diye hitap ediyorsun. İyi, güzel bir durum... En azından haftanın üç günü aç karnına arşınladığı yolların kilometresini unutur böylelikle.
Keyfin yerine geldiğine göre, “Alçak ceviz dallarıı, sıva beyaz kollarıı” diye türküye de başlayabilirsin artık. Ya da, “ikii keklik bir kayada öötüyoor. Ötme de keklik derdim bana yeetiyor amman amman, yeetiyor”
*
–Ellerine sağlık anneciğim. Helvan çok güzel olmuş.
–Elinize sağlık Güler Teyze. Böğürtlen reçelini sevdiğimi nasıl biliyorsun böyle?
–Ben de teşekkür ederim Güler Teyze. Börek harikaydı. Tarifini anneme de versen.
–Afiyet olsun çocuklar. Severek hazırladım. Her zaman beklerim.
–Geliyoruz da zaten.
–Sık sık buradayız.
–Evi en yakın olan biziz Türkay. Aynı durum siz de olsa ben de size gelirim.
–Berk doğru söylüyor. O da size gelirdi.
–Zannetmem. Bizim annemiz sizin gibi üzerimize düşmüyor ki. Nereye gitmek istesek gidebiliyoruz. Berk gelmez bize.
–Şeey, yani siz biraz fazla titizsiniz de bu konuda. Hüsnü Amca da öyle.
–Siz de ilerde anne-baba olursanız aynı durumda olursunuz çocuklar. Hem sizin anneniz babanız da bizim gibidir de fazla belli etmiyordur.
*
Bütün bir öğleden sonrayı ‘titiz’ kelimesini düşünerek geçirdin öyle değil mi? İtiraf etmeseniz bile her ikiniz de fazla oluyorsunuz bu konuda. Biraz daha gevşetseniz bu durumu. Hele de sen. Çocuğu takip etmekten başta işin yok. (Ha, kızma ama bir de kocanı işe geç koyup, çay suyunu ocakta unutmandan)
Şu anda oturmuş, örgü, (hem de kepçe kulağına kazak) örüyormuş gibi yapıyorsun ama içinden hep bu öğlen sofrasındaki çocuklarla yaptığın konuşma geçiyor, öyle değil mi?
Azıcık gevşetmeyi denesen ne kaybedersin?
Sirkeci hamalları benzetmesini yapıp yüreğini boşa yordun şimdiye kadar. Hangi anne kuzusu hamallık yapmıyor ki? Yedi yaşında başlanan okul yolunda, onyedi, onsekiz sene yürüyecek olan her çocuğun yapması gereken bir şey bu.
Dikkat ediyor musun? Çocuklar evden çıkarken başlayan kar, karla karışık yağmura dönüştü. Şimdi kütüphaneden çıkan çocuklar, hem üşüyecek, hem de ıslanacaklar. “Aman benim oğlum ıslanmasın da” der gibi mi oldun? Duymamış olayım. Hani biraz daha gevşetecektin bu pimpirikliği?
İyidir yağmur, rahmettir, berekettir. Nişanlıyken, yeni evliyken, kocanın tepesi açılıp, senin göbek yağların henüz sarkmamışken, az mı dolaşmıştınız yağmur altında? Beş yıllık bir hasretin ardından Berk’e kavuşana kadar bu romantikliği zaman zaman tekrarlamamış mıydınız? Peki bu hakkı oğluna, o kepçe kulaklına, cılız kuzuna niye tanımıyorsun?
Bak gene telefon çalıyor. Bu kez kocan değildir. Çünkü saat beşten sonra aramaz. Birazdan eve geleceğini bile bile devletin telefonunu boşa vermez. Berk kütüphanede olduğuna göre, o da değildir. Hem onun da gelme saati yaklaştı. Kapıdan çıkarken, üç kez tekrarlatmıştın ya kaçta geleceğini... O da en geç beşte evde olacağını söylemişti üstüne basa basa.
Hadi be Güler Hanıım. Bu kadar geç kalmazdın telefonu açmaya.
–Efendim?
–...
–Bizim mi?
–...
–Hangi büfenin?
–..
–Hayır. Bir ilgimiz yok.
–...
–Sapı nasıldı?
–...
–Peki teşekkürler. Oradaki Esen Kitabevi’ni biliyor musun? Ha, evet oraya bırak.
–...
–Yok yok emin yerdir. Teşekkürler. Çok sağolun.
Hayret bir şey değil mi?
Sapında sizin telefon numaranız yazılı olan bir şemsiye bulunuyor ve hâlâ insanlığını unutmamış birisi tarafından aranıp, nereye bırakılması gerektiği öğreniliyor.
Büfeye dayalı mı demişti telefondaki kibar genç? Evet evet sesi son derece kibar ve görgülü geliyordu. Büfe nere, kütüphane nere? Yoksa... Yoksa kütüphane dönüşü oğlunun arkadaşlarından birisi, bir şey almak için büfeye yaklaşınca orada mı unuttu?
Büfeden ne almış olabilirler ki? Çikolata, meyve suyu, sigara... SİGARA! Ay bu çocuklar, senin oğlunu sigaraya alıştırıyor olmasın sakın! Yoksa bu cılızlığın sebebi sigaralar mı?
Ama imkânsız bir şey bu? Senin gözünden, burnundan kaçar mı o lânet olasıca koku? Yapmaz yapmaz. Senin yelken kulağın senden habersiz kötü bir şey yapmaz.
İçin rahatladı değil mi?
Ama telefon açan o çocuk son derece kibardı. Ne aileler var, ne terbiyeliler var. Allah ocaklarına bağışlasın herkesin evladını. Berk’i de sana bağışlasın.
Yarın öğlende, havanın soğuğu kırıldığı saatlerde çıkar, Esen Kitabevi’ne uğrar, şemsiyeyi alırsın. Aslında oğlun da uğrayabilir ama... Kıyamadın değil mi?
Acaba, bu üçlüden hangisinin şemsiyesi kaldı büfenin önünde? Türkay’ın da Şuayıp’ın da evi çok uzak. Mecburen otobüse, minibüse binmek zorundalar. Ee... Berk’in de evi epeyce var sayılır. Birinden biri ıslanacak demektir bu.
Sakın bu ıslanacak aday Berk olmasın? Senin kepçe kulağın, cılız sultanın…
Kocanı mı arasan? Aliy’anım’ı mı tıklatsan?
O da ne zil çalıyor!
Bir koşu aç da gel. Seni gidi hain kadın senii. Oğlunu kapıda sağ salim ve şemsiyeli görünce derin bir “oh” çektin değil mi? Hani az önce “hepsi de anne kuzusu” diye düşünüyordun?
Bir çırpıda anlattın oğluna. O da umursamadan dinledi seni ve yeni aldığı CD’yi denemek için odasına gitti. Şemsiyeyi öylece, ıslak bir vaziyette ortada bıraktı. Her zamanki gibi sen koşturdun ayakkabıları için, montu için...
Acaba o kibar çocuk kim?
Kocana da anlatacaksın gece boyunca, kibar ve görgülü çocuğu.
Sabah kalkıp, ocağa çayı koyup, yeniden uyuyacağını hatırlatarak, susmanı rica edecek o da.
Ama sen bu konuyu fazla düşünme istersen.
Çünküüü, bu şemsiye meselesini, sizin pimpirikli davranıp, n’olur n’olmaz diye sapına yazdığınız telefon numarasını kafaya almak için Türkay’la, Şuayıp’ın yaptığına asla ihtimal veremezsin.
En iyisi erken yat da sabah için kıymalı yumurta planını devreye sok.
|