Mucize Kürsü Kainatın Efendisi Sayı:
103 -
“İmam-ı Kastalanî’den Seçme ve Süzmeler” M U C İ Z E
(Mucize bahsi devam ediyor)
Kur’ân’ın icazı hakkında dördüncü fikir, onun, geçmiş günlere ait hadiseleri haber vermesidir. Bunlardan bazıları bilinir ve bazıları bilinmezdi. Bilinmeyenler, soruldukça cevaplandırılırdı. Nitekim “Kehf ashabı”, “Musa ve Hızır kıssaları”, “Zülkarneyn menkıbesi” ve öbür peygamberlerin ümmetleriyle geçen halleri hep bildirilmiştir.
Beşinci nokta, Kur’ân’da, gaibin ilmidir ki, gelecekte olacakları haber vermiş ve bunlar ayniyle zuhur etmiştir.
Bir tanesi şudur:
Yahudiler, kendilerinden başka kimsenin cennete giremeyeceği iddiasındaydılar… Allah, Resûlüne emredip, “onlar iddialarında doğrucu iseler, ölümü istesinler!” diye ferman etti. Ve peşinden hüküm verdi:
“Elbette ölümü istemezler… Yaptıkları işler yüzünden…”
Ve:
“Kur’ân’ı ve Allahın Resûlünü inkâr ve Tevrat’ı değiştirdikleri için ölümden kaçarlar!”
Bu teşhis ayniyle zuhur etmiş ve Yahudilerden hiç kimse bu hükme karşı tavır alamamıştır.
Kureyşlilere karşı, Kur’ân’dan bir âyetin bile misillenemeyeceğine dair emir de bu cümleden, geleceği ait bir hükümdür ve tam gerçekleşmiştir.
Gaip haberlerinin bazısı Allahın Resûlünün zamanında, bazısı da sonra zuhur etmiştir. Mekke’nin fethine dair olan âyette, Rum’a ait âyette olduğu gibi…
Altıncı nokta, Kur’ân’ın kucakladığı sayısız ilimlerdir. Bu ilimleri ne Arap topluluğu, ne ümmetin âlimlerinden bir kimse ihata edebilirdi. Allah, Kur’ân’ında öncelerin ve sonraların bütün ilimlerini toplamış ve bütün “sevap” ve “ikap-ceza” ölçülerini bildirmiştir.
Bu altı nokta, Kur’ân’ın misilsiz îcazı bakımından doğrudur ve Kur’ân’da îcaz ve hikmet yönleri sayısızdır.
Allah’ın insanlarla cinler birleşse, bir mislini vücuda getiremeyeceklerini bildirdiği Kur’ân, bu altı yönden ve daha nice sayısız noktadan, mucizelerin mucizesi…
Hususiyle müşrikler bilmekteydi ki, Allahın Resûlü, nübüvvetten evvelki 40 yıllık hayatlarında asla okumak ve yazmakla uğraşmamış, sihir öğrenmemiş ve şiir yazmamıştı. Vahy ile memur oluncadır ki, kavmini dine davet etti, hüccetler ve bürhanlar gösterdi ve kendi fikriyle değil, Allahın emriyle hareket etti.
Müşrikler, o zaman Allahın Resûlüne, Kur’ân’dan başka bir kitap getirmesini, onda inanmayacakları şeylerin olmamasını, yani ölümden sonra tekrar dirilip hesaba çekilme gibi noktaların bulunmamasını ve putlara taarruz edilmemesini teklif ettiler. Ve dediler:
“Yahut, Kur’ân’dan bunları çıkar ve yerlerine başkalarını koy!”
Allahın Resûlü buyurdular:
“Ben bu işi kendimden yapmıyorum! Bana ne vahyediliyorsa onları bildiriyorum!”
Âyet indi:
“De ki, eğer Allah Kur’ân’ın gayrını dileseydi ben size onu okumazdım. Allah, benim lisanımla emirlerini size bildirmezdi.”
Yani:
“Her şey Allah’ın dilemesiyledir ve benim irademle değildir! Ben Kur’ân nazil olmazdan evvel aranızda 40 yıl kaldım. Bu arada ne Kur’ân okudum, ne de onu bildim. Akıl ve idrakiniz yok mudur sizin ki, Kur’ân’ın benden değil, Allah’tan olduğunu kestiresiniz?..”
Kur’ân’ın azim mucize olduğuna dair âyette işaretler vardır. Bir kimse ki, bir topluluğun içinde 40 yıl kadar hiçbir ilimle uğraşmaz, şiir ve hitabete yanaşmaz, ona 40’ıncı yılda, manzum ve mensur bütün yazı ve söz çeşitlerini karartacak, bütün hayat ölçülerini örgüleştirecek ve öncelerle sonraların hâdiselerini çerçeveleyecek bir kitap gelirse, bunun Allah’tan olduğu açıklık belirtir.
Âyet meâli:
“Sen, bu kitap gelmezden evvel hiçbir kitap okumazdın, eline kalemi alıp yazı yazmazdın. Eğer okur-yazar soyundan olsaydın belki hakkı iptal edici kâfirler senden şüphe edebilirlerdi.”
Kur’ân’ın Allah’tan olduğuna, üstün akıl sahiplerince en küçük bir şüphe yoktur. İnkâr edenler de, onun, muazzam kıymetini gördükleri halde sırf küfür inadıyla böyle hareket ederler.
Kur’ân’dan gayrı mucizeleri, madde ve mânâ olarak bütün varlık âlemine şâmildi. Göktaşları atılıp şeytanların işitmekten alıkonulmaları, taş ve ağaçların kendilerine selâm verip Peygamberliklerine şehadet etmeleri, mescitte dayandıkları tahta kürsünün çığlık koparması, mübarek parmaklarından su boşanması, kamerin ikiye bölünmesi, çıkan gözü bir temaslariyle yerine oturtması, hayvanların nutka gelmesi ve Âdem Peygamberden beri gelen nurun alınlarında karar kılması gibi…
Bu sayılanların dışında daha öyle mucizeler vardır ki, ömür boyunca sayılsa ve üzerlerinde düşünülse sonuca varılamaz.
İnsan, Kâinatın Efendisini ne kadar vasfetse, geriye vasfedilenden fazla kalır.
O’nun medhi mevzuunda İmam-ı Şerefüddin Busayrî, şu harikulâde ölçüyü koymuştur:
“Ona nasrânilerin İsa Peygamber hakkında söyledikleri gibi, Tanrıdır deme! Tanrının oğludur deme! Hâsılı, Hazret-i İsa hakkında yapılan ve onu Allah’a şerik koşan bâtıl iddialardan hiçbirine girişme! Bu sınıra dikkat ettikten sonra, Allah Resûlünü övmekte ne söylesen azdır!”
Sorulabilir:
“Allahın Resûlü hakkında da İsa Peygambere edilen mübalağalara benzer sözler söylenmiş midir, aynı edâlar gösterilmiş midir?”
Cevap şudur ki, Kâinatın Fahri, bu gibi sözler ve edaları daima yasaklamışlardır. Allahın Resûlü, kendilerine secde etmek isteyenlere demişlerdir ki:
“Eğer ben, insanın insana secde etmesini uygun görseydim, kadınların erkeklerine secde etmelerini emrederdim!”
Ve Allah’a mahsus olan ibadet tavriyle kullara hürmet gösterilmesini kökünden yasak etmişlerdir.
Kadınlar için buyurdukları da, onların kocalarına hürmet ve riayete teşvik maksadiyledir. Hatta bu hürmet ve riayet o kadar ileridir ki, asla secdeye varmamak şartiyle en mübalâğalı noktaya kadar yükselebilir.
Âlemin Fahri, kendilerini medihte ifrata kaçanlardan hoşlanmazlardı. Herhangi bir medhi, ancak ifrata düşmeyenlerden kabul ederlerdi.
İbn-i Enbâri diyor ki:
“Hiç kimse düşünülemez ki, üzerinde Allahın Resûlünün nimeti olmasın… Zira Allah, O’nu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. O’nu övmek her fert üzerine farzdır. Demek ki, kabul buyurdukları medihler ancak mü’minler ve İslâm’daki hakikat bildikleri kişiler tarafından vâki olanlardır.”
Allahın Resûlünün mucizeleri üç kısımdır. Birincisi kendilerinin vücut âlemine ayak basmalarından evvel olanlar… İkincisi, hayatları boyunca tecelli edenler… Üçüncüsü de, beka âlemine intikallerinden sonra zuhura gelenler…
Birinci kısımda zuhura gelen mucizelerin en büyüğü Fil vak’asıdır.
Mutezile mezhebinde bulunanlar, risaletten evvelki tecellileri mucizeden saymazlarsa da İmam-ı Râzi Hazretlerinin de tespit ettiği gibi, Varlığın Nuru’na ait nice tecelli, nübüvvetten evvelkileriyle de mucize cümlesindendir. Nitekim çocukluklarında üzerlerinden ayrılmayan ve Allahın Resûlü’ne daima bir gölgelik teşkil eden bulut bu cümledendir.
Hayatları ve risaletleri içindeki mucizelerden en parlağı, kamerin ikiye bölünmesidir. Allah bu mucizeyi Kur’ân’la gerçekleştirmiştir.
Âyet meâli: “Bir âyet görürler de üzerinde düşünü iman getirmezler. Ona, devam edegelen sihirlerden biri, derler.”
Kaadi Beyzavî’ye göre bu âyet, daha evvel de nice mucizelere şahit olunduğunun delilidir.
Kamerin ikiye bölünmesindeki büyük mucize, tamamiyle Allahın Resûlüne ait bir hususiyet arzeder. Böyle bir mucize, peygamberlerin hiçbirinde yoktur. Tefsir ve Hadîs âlimleri, bu mucizenin Allah Resûlüne ihtisası üzerinde birliktirler. Zira Kureyş kâfirleri, Varlık Nuru’nun nebîliğini tasdik etmeyip davasının gerçekliğine delil istemişlerdir. Allah da, Resûlüne öyle bir mucize verdi ki, ne insan kudreti, ne de hayali, onun bir cüz’üne bile yetişebilir. Allah bu derece azim bir mucizeyi, ne zarar, ne de menfaat sağlamaya kaadir putların iptali ve ibadetin yalnız kendisine aidiyetini ispat için ihsan etti.
Hitabî’nin görüşü: “Kamerin iki şak olması mucizesi azim âyettir ve peygamber mucizelerinden hiçbiri buna yaklaşamaz. Zira melekler semadan zuhur etmiştir… Madde ve tabiat âleminin dışındadırlar. Madde ve tabiat âlemine doğrudan doğruya tesir edebilmekse hiçbir kudretin tasarrufu içinde değildir. Böyle olduğu içindir ki, onunla risalet vâkıası ve büyük bürhanına kavuşmuştur.”
Hadîs âlimlerinden İbn-i Abdülber, ayın ikiye bölünmesi mucizesini, sahabîlerden büyük topluluğun rivayet ettiğini, rivayetin onlardan, Tâbiler sınıfına geçtiğini, bugüne kadar geldiğini ve âyetle de sabit olduğunu söyler.
İbn-i Sebebî ise, “İbn-i Hâcip Muhtarası”nda şöyle der:
“Benim gözümde kamerin iki şak olması, evvela tevatür beyyinesi, sonra da Kur’ân nassıyla sabittir. Kamerin iki dilime bölündüğünü bizzat görüp rivayet eden sahabilerden bazıları, İbn-i Mesud, Ali, Huzeyfe, İbn-i Amr gibi zatlardır. Bazıları da görenlerden haber alıp rivayet etmişlerdir. Rivayetçiler arasında gösterilen Enes Bin Malik ve İbn-i Abbas’dan ilki o zaman Medine’de ve 4-5 yaşlarında oluyor, ikincisi de henüz dünyaya gelmiş bulunuyordu.”
İmam-ı Buharî ve Müslim tarafından Enes Bin Malik’ten rivayet edilen vakıa ayniyle şudur:
“Mekke ehli Allahın Resûlünden mucize göstermesini istediler. O da, ayın gökte iki şak olduğunu gösterdi. Hatta Hirâ dağını, ayın iki parçası arasında gördüler.”
Öbür rivayetçilerden her biri de, hâdisenin esasını değiştirmeyecek tarzda, türlü türlü söylemişlerdir. Esas üzerinde hepsi müttefiktir.
İbn-i Mes’ud rivayetinde, ikiye bölünen kamerin bir parçası dağın yüksek noktasında ve bir parça alçak yerinde göründüğü ve bu manzaraya karşı Allahın Resûlünün, etrafındakilere “şahid olun!” buyurdukları kaydedilir. Fakat Mekke ahalisinin mucize istediklerine ait bir şey söylenmez. Ne olursa olsun, bütün rivayetler, kamerin ikiye bölündüğü ve bir parçasının dağın bir yanında ve bir parçasının öbür yanında görüldüğü bakımından birliktir. Rivayetlerin basit teferruat noktasından farklı oluşu; herkesin, hadiseyi ayrı ayrı yerlerden görmüş olmasıyla izah edilebilir. Kimi yüksekten, kimi alçaktan, kimi şehir içinden, kimi kırdan ve tepe üstünden seyrettiği için…
Cübeyr rivayeti: “Kamer iki parça oldu ve bir parçası bu dağ ve bir parçası o dağ üzerinde göründü. Kâfirler dedi. “Muhammed bize sihir yaptı!” Ve ilave ettiler: “Bize sihir yaptıysa herkese birden yapamaz. Gidip uzak, yakın herkese soralım, soruşturalım; bakalım onlar da ayın ikiye bölündüğünü görmüşler mi?” Ve bu hale, “İbn-i Ebî Kebeşe’nin sihridir!” dediler. Ve sabredip Mekke’ye gelecek yolcuları beklemeye ve onlara ayın şeyi görüp görmediklerini sormaya karar verdiler: “Söyleyin; yolda gelirken, kamerin iki parçaya ayrılıp Hirâ dağının iki yanından görüldüğüne şahit misiniz; değil misiniz?” Yolcular Mekke’ye girince, kendilerine sihir yapıldığını sanan müşrikler hemen önlerini kesti, onları bir kenara çekti ve heyecanla sordular: “Yoldan gelirken ne gördünüz?” Cevap: “Yolda bir şey görmedik; gökte gördük. Ay, iki parçaya bölündü.” Ve her taraftan gelenler aynı haberi gerçekleştirdi. Mucize, o civarda her taraftan görülmüştü.
İmam-ı Beyhakî ve Ebu Davud rivayetleri böyledir. İmam-ı Buharî naklinde ise bu tafsilat yoktur. İbn-i Abbas Hadîsinde bildirilen noktaya gelince, kendisinin o zaman dünyaya gelmemiş bulunduğunu kaydetmiştik. Ondan gelen nakil, sonradan duyulmuş bir hadiseye ait lisanla şehadet olduğu gibi, İbn-i Mesud tarafından öğrenilerek söylendiği de iddia edilmiştir.
Bazı âlim ve filozof geçinen kimseler bu mucizeyi inkâr etmişlerdir. Meseleyi kendi dar akılları üzerine bina edip, gökler ve yıldızlar üzerinde böyle bir tasarrufun muhal olduğunu ve kamerin maddede iki parçaya ayrılmasına imkân bulunmadığını iddia etmişlerdir. Aynı telakki, miraç gecesi gök kapılarının açılmış olmasını da kabul etmemiş, bunu da muhal saymıştı.
Bunlara verilecek cevap basittir: “Evvela bildirin, siz Müslüman sıfatiyle mi fikir yürütüyorsunuz, topyekûn inkârcı sıfatiyle mi? Eğer Müslüman iseniz sizin için peygamberlik mucizelerine iman getirmek borçtur. Mucizelerin bazılarını kabullenip bazılarını inkâr etmek, gülünç olmaktan başka bir şeye yaramaz! “Olur” sanılan şeylerin üstünü ve “olmaz”ın “olur”unu kabul ettikten sonra bunlar arasında kıyaslamaya kalkışmak abes olur. Hususiyle kıyamette göklerin paramparça olacağına dair sarahat vardır. İslâm davası güden, bunları nasıl inkâr edebilir? İş, Allah’ın kudretine kalınca, onun erişemeyeceği ne olabilir? Eğer topyekûn inkâr cephesinden konuşuyorsanız, o zaman mevkiinizi belli edin ve biz de, size, nasipsizliğiniz noktasından ona göre karşılık verelim!”
Küfür ahdinin bu mucizeyi reddedişlerinde gösterdikleri bir nokta da şudur:
“Eğer böyle bir hadise vâki olsaydı, onu Mekke ve Hicaz halkı değil, bütün insanlığın müşterek tevatürle nakletmesi gerekirdi. Gökte cereyan eden hadiseyi her taraf görmeliydi. Tarih ve heyet kitapları da yazmalıydı. Bu derece garip ve harikulâdeden bir iş nasıl bilinmez ve bildirilmez?”
Böyle bir itirazın cevabı, başta Hitâbî olmak üzere din âlimlerince, gereği gibi verilmiştir.
“Böyle bir kayıt ve şart kamer mucizesinin meydana gelişindeki tarza uymaz. Zira mucizenin gösterilmesini, kâfirlerden küçük bir zümre istemiş ve mucize onlara gösterilmişti. Muhatapları ve şahitleri mahdut olduğu gibi gece vâki olmasından ve herkesin istirahate çekilmiş bulunmasından, başkalarınca görülüp tespit edilme ihtimali zaifti. Zira böyle bir hâdise olacağı, önceden ilân edilmiş ve etrafa haber salınmış değildi. Sonra, hava şartları bakımından o gece kamerin her taraftan görülüp görülmediği de ayrı mesele… Allahın Resûlü, mucizelerini yalnız isteyenlere gösterip, onları İslâm’a çekmek gayesini güttüklerine göre, hâdiseyi herkesin görmesine, kayd ve zaptetmesine mahsus bir iş sanmak, iyi niyetten uzaktır. Peygamber, mucizesini muhatabına gösterir, yoksa bütün dünyaya garip işler seyrettirmeye kalkışmaz. İşte o akşam da kamerin iki şak olduğunu, Allah, başta küfrün mucize isteyen zümresi olmak üzere, dilediklerine göstermiş, birçokları da evlerinde bulundukları veya işin farkında olmadıkları için bir şey görememişlerdir.” (Devam edecek)
|