Gönül hanım Fatma Pekşen Sayı:
110 -
“Etme reisim; bunu bana etme. Canımı al sesi çıkmaz; kılımı kıpırdatırsam namussuzum. Lakin buncağıza dokunma. Bırak eceliyle ölsün. İçini kurt kemirdiğinde, oyuğuna yılanlar yuva yaptığında, başına yıldırım düştüğünde ölsün. Kuruyup kalsın, yanının üstüne yıkılsın. Ama şimdileyin dokunma.”
“Yok… Deli değilim şükür. Aklım başımda. Bayramı da bilirim seyranı da. Zemheriyi de bilirim, koç katımını da. Senin gibi beyin beyliğini de bilirim, kendimin ne olduğunu da…”
“Deme bana böyle. Ötekilerinin dediklerini sen de deme. Bunun buradan kaldırılması lâzım deme. Senin elin uzundur. Bir emrinle yeniden çizdirirsin haritasını. Baksana bir etrafına! Tarladan gayri ne görürsün civarda? Tarla tarlaya ulanır. Hele kış gününde yer gök beyaza kestiğinde dünyayı tarladan ibaret sanırsın. Senin bu plânını yaptırttığın şey için, buncağızı yok etme. On metre öteden gitseniz ne olur?”
“Heyelan deme bana. Heyelan sökmez dağa taşa. Kurban olduğum Mevlâ’m neye kâdir değil ki? Kuru taştan ot çıkarır. Göz görmedik, burun koklamadık çiçek çıkarır. O korktuğunuz dağın taşlarını yola varmadan durdurur. İndirmez düze.”
“Yutkunma öyle. Diline duranları koyuvermeye kalkma hemen. Girmez kulağıma. Senden öncekiler de dedilerdi. ‘Bunu kaldıralım bir. Makineleri göndeririz, iki tarafa yenilerini, dirilerini diktiririz. Cennet bağına döner’ dedilerdi. Sen söyle reisim. Hiç bilmemnerelerden gelme yeni yetmeler, buradakinin tadını verir mi? Onların üstünde kuş eğleşir mi? Onların gövdesinde tırtıl yürür mü? Onların sürgünlerinden düdükler yapılır mı? Benim cennet bağım burası. Tam da burası işte! Altında olduğumuz yer. Gayrisine ne lüzum var?”
“Yok, telâşlanma hemen! Hasta filan değilim. Tansiyon mansiyon bilmem ben. Ömrümde doktor yüzü görmedim. Diriyim çok şükür. Her gün buraya gelecek kadar da dincim. Lâkin deme bana reisim, öbürlerinin dediğini deme bana, ölmeden ölmemi isteme.”
“I-ıh. Sigara da istemem. Gönül hanımın gebeliğinde bıraktıydım, zararı dokunmasın bebemize, aşererken midesi bulanmasın diye.”
“Bundan önceki reislerin vaktinde, kardinal üzümü bağı yaptıklarında da dayanmışlardı buraya. O zaman da kabul etmediydim. Kıydırtmadıydım Gönül hanımın gölgeliğine. Yakarışlarıma dayanamayıp öte tarafa dolandırmışlardı yönlerini. Sen de öyle yap kurban olayım. Sen de öyle yap.”
“Ne kurusu? Kim demiş içi oyulmuş kocakarıya benzer bu diye? Sen onu bir bilsen, bir bilsen... Senden önceki reisin aha şu arka taraftaki araziye kurdurttuğu atlı spor kulübü var ya. Benden iyisini bilirsin. Bey takımındansın ne de olsa. Gelip gitmişliğin vardır. Misafirlerinize yarışlar izlettiğiniz olmuştur. İşte o kulübün gençleri atlarıyla buradan geçerken sigarasını atmazlar buncağıza. Yelelerinden iştah fışkıran atlar, boyunlarını uzatıp da körpe dallarından dişlemezler. Yılgınlara, çalılara, devedikenlerine uzanırlar da buna ilişmezler. Bilirler bunun Gönül hanımın gölgeliği olduğunu. Ellemezler. Bir at kadar da mı yoksun reisim? Onun kadar da mı anlamazsın halden?”
“Söyle şunlara kurban olduğum, çeksinler şu koca koca kameraları yüzümden. Kendini yaşlı bir ağaca zincirle bağlamış deli diye haber geçmesinler akşama. Bu görünen zincir ne ki reisim? Sen Gönül hanıma olan zincirlerimi bir bilsen ya!”
“Hıh! Neyleyim ki ben yeni yapıyı? Feridun beyin ahır sekisi neyime yetmez. Beye sözüm vardır benim. Torunları Frengistan’da da olsa, geleni gideni de olmasa sözüm sözdür benim. Er sözüdür. Er sözü nedir bilirler mi bunlar?”
“Önce Gönül hanımın mezarını kaldırdılar reisim. Sesimi çıkarmadım. Yüreğime taş bastım. Kendi elceğizimle söktüm kemiklerini. Torbaya doldurup teslim ettim sizinkilerin ellerine. Yanındaki bebeminkini de; onlar söylemeden ben kazdım. Ben çıkardım sübyanımı. Ama şimdi, ama şimdi…”
“Niye mi bu kadar mühim? Niye mi canımı önüne siper ediyorum? Anlayabilir misin reisim. Anlayabilirler mi senin bu yeniyetmelerin? İki makinenin yerle yeksan ettiğini, bin makineyle yeniden yapamayacaklarını anlayabilirler mi?”
“Varsın kocamış olsun. Varsın üç beş sene sonraki cemrelere bile kalmasın. Varsın zemheriler götürsün onu, cinler periler yerinden söksün. Ama insan eli değmesin işte. Kul eli bozmasın gövdesini. Kimse ellemesin Gönül hanımın gölgeliğini.”
“Yok, Feridun beyin değildir o. Benim helâlimdir. Şu yukarıdaki türbeyi bilir misin reisim? Hani bahar başında köylerden ziyarete gelirler, kurbanlar kesip Kur’ânlar okurlar ya. Sünnet çocukları, genç kızlar, kanı başından taşan delikanlılar süslenip de bayrama gelir gibi donanırlar... İşte o zamanların birinde düştü buraya helâlim de. Sen de yüz sene, ben deyim iki yüz sene önce. Uçan turnanın kanadından düşen tüy gibi, ıhlamur ağacından savrulan çiçek gibi. Taze gonca gibi...”
“Sülün gibi tazecik, ‘Emmi, azıcık soluklanayım mı? Yolumu kaybettim de’ deyiverdi birden. Ayağımda çizmelerim, boynumda yağlığım, elimde tırpanımla beni kocamış gördü ellaham ki. İşte tam da buraya çöküverdi. Ziyarete gelmişlermiş köycek. Yemeklerini yedikten sonra kızlar aralarında saklambaç oynamaya başlamışlar. Ora senin bura benim derken, ine ine buraya kadar inmiş işte garibim. Bileği benekli ceylan gibi sekmiş.”
“Yüzüm mü aydınlandı? Onu anlatırken kimin yüzü aydınlanmaz ki reisim? Bin sene daha anlatsam doymam. Testiden verdiğim ayranı ürke korka içti. ‘Geldiğim yer uzak mıdır?’ Diye sordu kedi yavrusu gibi. ‘Bayıra yukarı epey çeker’ dedim ben de. Atla götürmeyi teklif ettim. Bir bana baktı, bir yukarı doğru uzanan çıplak dağlara. Gözü kesmedi ama ‘ he’ de diyemedi. Korktu.”
“Ben şişe suyu içmem reisim. Hem su ne ki? Bağrımdaki yangını Kızılırmak’ı bağlasalar söndüremezler. Şu bir karışlık şişe mi söndürecek? Kıza kıyamayınca, Feridun beye haber ettim, ben yarım saate kadar dönerim diye. Güvenir bana bey, ses etmez. Öğretmen okulunu kazanıp da okuyamadığıma hep yerinir. Keşke ağan mahpus damına girmeseydi de sen de buralara kadar gelmeseydin, kravatlı efendilerden olsaydın der. Önceleri, yaşıtım gençlerin okulla bahar başlarında buralara pikniğe geldiklerini görünce, seslerini şamatalarını işitince ben de yerinirdim ama sonraları alıştım işte. Nasip değilmiş dedim.”
“Ha… Ne diyordum? Terkime attığım tazeciği anlatıyordum. Ana yola çıkıp, oradan da milletin mesire yeri olarak kullandığı çayırlıktan geçirdim, şimdi atlı spor kulübü olan araziden dolandırdım, kıraç dağa doğru atın kendi bulduğu yoldan, kestirmeden tırmandık. ‘Ağacın dibi de ne gölgeydi, püfür püfür’ diye bir mırıltı çıktı arkamdakinden. Hayvandan mı ürktü, benden mi korktu bilmem, utana sıkıla belime sarıldı yüzünü yere eğerek. ‘Emmi atı hızlı sürme he mi? Düşerim de dedem beni dövüverir’ deyiverdi.”
“Sen söyle reisim, düşürür müydüm hiç tüy gibi kızcağızı? Sen hiç anaç tavuğun cücüğünü ezdiğini gördün mü? Emanet bellemişim onu. Dedesine teslim edeceğim. Edeceğim ki körpe sırtına yumruk inmesin. Zati bir sıkımlık canı var.”
“İstemem dedim ya! Hiçbir şey istemem. Ne su, ne sigara; ne de başka bir şey. Gönül hanımın gölgeliğine dokunmayın başka bir şey istemem. Evet, senin dediğin gibi reisim, Diyojen gibi, dokunmayın yeter.”
“Gözünü seveyim reisim, söyle şunlara. Davranmasınlar hemen kalemlerine. Yerli Diyojen diye yazmasınlar bir yerlere. Malamat etmesinler beni ahir ömrümde. Kimse anlamaz bunların yazdıklarını çizdiklerini. Anlatamazlar beni. Anlayamazlar.”
“Yar başına çıkıp etrafa ünlerlerken bulduk köylüleri. En önde de aksakallı bir dede. İşte emanetin adını da o zaman öğrendim. “Yeter artık bu ettiğin Gönül! Kayalardan düştün sandık seni. Öldük yahu! Kocaninene ne diyecektim eve varınca? Okkalı bir köteği hak ettin sen. Gel kurtul elimden kurtulabilirsen!’ deyip, elindeki söğüt çubuğuyla terkideki tüyceğizin üstüne yürüdü. Attan atlayıp, sincap gibi çarçabuk arkama sindi garipçik. Konuşmadı, ses etmedi ama yüreğinin kütürtüsü, ‘koru beni’ der gibime geldi. Nasıl oldu ben de bilemedim, ‘onu bana bağışla baba. Nikâh et bize’ sözü kurtuluverdi ağzımdan. O kızgınlıkla ‘Al git, hayrını gör. Var biraz da sen tüken’ dedi kocadede.”
“İnanamadım olanlara. Yarım saatin içinde adam karılanır mı hiç? Hani istemesi, nişanı nikâhı? Hani töresi, hediyesi, tozağı, duvağı? Hem de benim gibi bir garibe. Anası babası mevta, kimi kimsesi olmayan, ağası mahpusta birine! Babam yerine koyduğum Feridun bey var ama…”
“O yalaz yalaz sıcakta, gün boyu tarlayı biçmeye devam ettim ama olanların gölgelikte gördüğüm bir rüya mı, yoksa gerçek mi olduğuna kanaat edemedim de bir türlü. Ertesi günün akşamına, üç beş atla, üç beş parça denkle getirdiler Gönül hanımı. Köylü kızı olduğuna bakma sen. Hanımdı. Düpedüz hanımdı. Anasız babasız, dede yanında büyümüştü ama her tarafından asalet süzülürdü. Feridun beyi şahit gösterdiler. Yanlarında getirdikleri köyün hocasıyla nikâhımızı kıydılar.”
“Hazırlıksızdım. Ne öyle süslü giysilerim vardı, ne gerdek döşeğim. Sağolsun Feridun beyin hanımı, çarçabuk bir oda hazırladı bize. ‘Öyle de olur, böyle de’ dedi. Buralara gelmezdi o. Şehirdeki evde kalırdı çoğu zaman ama gelinimin nasibine buradaydı bugünlük. Yastık çerezimizi de koydu çini sahanla, bal şerbetimizi de. Analık etti bana nur içinde yatsın.”
“İşte o günden sonra aha burası bizim için dünyanın merkezi oldu. Sayesinde sayeban oldum. Ne yaşımızı bildik, ne garipliğimizi. Birbirimizde bulduk cenneti. Yemlikle doyduk, alıçla, ahlatla güldük, ahırda doğan danayla coştuk. Kuzuyla oğlakla halleştik. Ne ot biçilmesi bitsin istedik, ne tarla sulanması. Yılmadık, yorulmadık bir hiçbir işten. Yar olduk, yaren olduk birbirimize.”
“Bilirim, bey kısmı tarla dibine gömülmez; şatafatlı, etrafı demirle çevrili yerde ebediyen uyur ama o bile heveslendi Gönül hanımla komşu olmaya. Güzden değirmende kalan arpayı almaya gittiğim bir kış günü, merdivenden düşen Gönül hanım, erken doğum yapmış, ben gelesiye ruhunu teslim etmişti. Kırk gün kadar mızıldanıp duran, ırgat karılarından süt nasiplenen sabimi de, helâlimi de aha bu söğüdün altına kendi elceğizimle gömdüm ben. Nasıl dayandım bilmem. Dünya durdu o vakitten beri. Sorsan kaç yaşındasın diye bilmem. Sadece emaneti taşırım.”
“Feridun beye sözüm var. Gözümü yumana kadar malım bileceğim onun mülkünü, her karışına hürmet göstereceğim. Ben yaşadıkça beyin çiftliği de yaşayacak. Sonrası… Sonra ne olursa olsun artık. Kimse Frengistan’dan gelip de ata yurdum demez buralara.”
“Yok. Bir daha evlenmedim. Türbe belledim burayı. Kurdu kuşu yaklaştırmadım. Eceli gelenlerden de birer ikişer gömülenler oldu. Küçük bir mezarlığa döndü burası. Kimse ilişmedi. Hürmet ettiler bana. Bilmem bana mı, yoksa Gönül hanımın yan tarafında, babası gibi yatan Feridun beyin hatırasına mı anlamadım.”
“Sen söyle reisim. Sen olsan ne yaparsın şimdi? Gönül hanımın gölgeliğine, şu altında yıllarca helâlimi yatırmış olan ağaca kıyar mısın yolu genişleteceğim diye. Tamam, mesire alanına gelen gençler korkmasın ürkmesin diye mezarların taşınmasına ses çıkarmadım. Benim sevdalımın yerine yenileri gezsin istedim. Bağrım sızlaya sızlaya he dedim. Üstelik de sabah akşam gidip yokluyorum ama… Dokunmayın bu asırlık söğüde. Dokunmayın Gönül hanımın gölgeliğine. Ahrette iki elim yakanızda olur ona göre...”
|