?anakkale Ge?ilmez! Bedran Yoldaş Sayı:
56 - Nisan / Haziran 2007
Bugün 92. yıl dönümünü andığımız Çanakkale savaşının temel öğretisinde Çanakkale'yi "geçilmez" yapan unsurları gözden geçirdiğimizde; Çanakkale'yi Çanakkale yapan en önemli unsurun ümmetin ittihadı olduğudur. Bu çerçevede Ümmetin bekası ve geleceği için hiç düşünmeden çocuk denen yaşta ciğerparelerini savaş arenasına süren anne ve babaların istençlerinde aramak lazım. "Kardeşlik" ruhunun canlı tutulduğu ve fedakârlığın had safhada olduğu yerdir Çanakkale. Birlik ve beraberliğin en iyi temsil edildiği yerdir de Çanakkale. Yine millet oluşumuz Çanakkale'deki ruhta gizli. Çanakkale'de şehit mektupları Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Bir Şehid Mezadı adlı hazin bir hikâyesi vardır. Kurtuluş Savaşı'nda şehid olan erlerin eşyalarının nasıl mezada konup satıldığını, topu topu bir küçücük bavula sığacak kadar olan bu şehid eşyalarını ailelerine göndermenin masraf ve zahmetini falan anlatır bu hikâye. Siz Anadolu'daki şu yoksulluğa bakın ki bir şehidin kurşun deliği açılmış bir kalpağı, altı delinmiş bir potini, eprimiş bir gömleği bile satılacak kadar değerli, öte yandan ailesi de onun parasına muhtaç olacak denli fakir. Peki ya satılmak üzere açılan bavuldan bir şehidin mektupları çıkarsa!.. Bir şehid ki her şeyi mezada çıkarılsa, mektuplarına asla değer biçilemez. Çünkü o mektuplarda yalnızca kan, et ve kemik kokusu değil, kocaman hasretlerin derin aşklarını yüklenmiş bir gönül vardır. O mektuplar ki kurşunların birbirini vurduğu, güllelerin havada göğüs göğüse geldiği cehennemî seslere sükûnet verir, vatan aşkını hasretle anılan bir isme bağlayarak cesarete dönüştürür. Kalbinin üstünde böyle bir mektubu saklayan askerin, ‘vatanı için yapabileceği hangi fedakârlık' vardır diye sorulamaz elbette; o hepsini sırayla yapar ve canını en son verir. Çanakkale Mahşeri'nden okuyalım: "Bu anda dışarda koşuşma başladı; eski askerler, "Saya geldi! Saya geldi!" diye birbirlerine bağırıyorlardı. (...) Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi'ye çevirince, o da bilgi vermek mecburiyetini hissetti. -Sai gelmiş. İzmir'in köylerinde dolaşır; askerlere gönderilecek mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir. Sırdaş olduğu için de sevgililer selamlarını ona emanet ederler. Bu da onun gelişini çok değerli yapar. Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı: Mehmet oğlu Kara Ali!?.. Değişik yerlerden sesler yükseldi: –Cennet-i A'lâ'da!.. –Mertebesine erdi!.. Mektubu heybenin diğer gözüne attı. Tekrar bir mektup çıkardı: –Alsancak'tan Hayati oğlu Salim! Kalabalığın arasından birisi elini uzatarak bağırdı: –Ver! Buradayım!.. Yanındaki asker, Salim'in sırtına hafif bir yumruk vurdu: –Kimden geliyor?!.. –Dur, hele zarfın arkasını okuyayım. Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı: –Kadir oğlu Hüseyin!.. Değişik yerlerden cevap geldi: –Şehit!.. –Şehit!.. Onu da diğer göze attı; bu kere işlenmiş bir mendil çıkardı: –Hasan oğlu Rafet!.. –?!.. Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı: –Hasan oğlu Rafet!?.. Tanıyanı kalmamıştı. Sai'nin yüz hatları değişti. Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargâha girdi; onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü; ama az da olsa Sai'nin sesini hâlâ duyuyorlardı: –Musa oğlu Muharrem!.." Tarihini bilmeyen milletler kendilerine efsaneler uydurur ve gitgide efsanelere sığınmaya başlarlar. Yukarıdaki satırlar henüz hatıra ve tarih iken derlendiği için bahtiyarız. Ya kaybolup gitselerdi!.. Kanlısırt'taki mitralyöz Bir bölük kumandanının hatırat defterinden; Kanlısırt'taki düşmanın ileri siperlerinden birinde tek bir mitralyözü vardı ki, fırkanın bütün cephesini taciz edip duruyordu. Daha ikmâl edilememiş siperlerden bazıları bu mitralyözün ateşi altında idi. Ara sıra acı haberler alıyorduk: Üçüncü bölüğün emir eri sipere gelirken vurulmuş. Dördüncü mangadan bir nefer şehit olmuş... Yüzbaşı yaralanmış, artık bu mitralyöz bizim için meşum olmaya başlamıştı. Hatta bombalardan, torpillerden daha meşum! Çünkü bu silahların az çok mizacını biliyorduk. Mesela büyük torpil makinesi haftada iki gün bizim cephemizi ziyaret ediyordu. Bombalar daha ziyade akşamdan sonraki ziyaretçilerimiz meyânına dahildi. Velhasıl dâimi bir ülfet neticesi olarak harbin kendisine mahsus itiyatlarını öğrenmiş, ruhumuzda bir huzur ve sükûn tesis edebilmiştik. İşte Kanlısırt'taki melun mitralyöz bizim bu kıymetli asayişimizi ihlâl ediyordu. Gece toplanmış konuşuyorduk. Devamlı yaptığımız musahabe bu uğursuz nokta üstünde deveran ediyordur: –Eey... Bu mitralyoz tahrip edilemeyecek mi? –Siperler yakındır, topçu ateş edemez. –Bir hücum yapsak! –Kumandan müdâfaada kalmayı tercih ediyor. –Sen ne dersin ha Mustafa Çavuş, can sıkmaya başlamadı mı bu mitralyöz? O, cevap vermedi. Derin derin düşünüyordu; fakat doğrusu ya en babayiğidimiz de kendisi idi. Bahis değişmek üzere iken Mustafa Çavuş bir heykel gibi karşımıza dikildi: "Ben bunu gidip getiririm!" dedi. "Satmıyorlarmış galiba!.." diye lâtife ettik. Arkadaşımızın bu sözü ciddi söylediğine kânî değildik. Fakat o hiç tavrını bozmadı. Gülümsedik bile. Yalnız kendini siperin üstüne fırlattı. O zaman anladık ki hakikaten mitralyözü almak için gidiyor. Kendisini en çok seven iki hemşehrisi arkasından koştu. Biraz sonra bu üç asker, diğer bütün gecelerden daha korkunç, daha siyah bir gecenin enginlerine doğru kayıp gitmişlerdi. Hepimiz asabiyetten, heyecandan sararmıştık. Avuçlarımızdaki tüfekleri sıkıyorduk. Şu dakika hücuma kalkmak için öyle dayanılmaz bir arzu duyuyorduk ki... Hey yâ Rabbi eğer gidenler gelmeyecek olurlarsa!.. Bu sefer orada kalsak bile ey Kanlısırt'taki düşman mitralyözü artık sen yerinden oynamıştın! Millet oluşumuz Çanakkale'deki ruhta gizli Çanakkale Savaşları'nın ve elde edilen muhteşem zaferin tarihimizde çok özel bir yeri ve önemi vardır. Bu zafer, kahraman askerlerimizin, dünyaya parmak ısırtan bir îman ve kahramanlık destanıdır. Müslüman milletimizin, iman ve azminin, metanet ve gücünün açık bir göstergesidir. Hep söylendiği gibi düşmanlarımız Çanakkale'den "askerî" olarak geçememiştir. Ancak, onlar öğrendiler ki, içeriden yıkmak daha kolay. Bugün bizi biz yapan ve Çanakkale'de şahlanan değerler her geçen gün erozyona uğruyor. Özellikle tüm İslamî değerlerle birlikte, vatan sevgisi, namus ve ahlâk gibi hassasiyetler öylesine zayıfladı ki, artık genç kitle içinde "bunlar can vermeye değmez" duygusu yerleştirilmeye çalışılıyor. Bazı ilahiyatçılarımız planlı yollarla "nasıl oruç tutulmaz", "nasıl namaz kılınmaz", "niçin örtü takılmaz", "nasıl kurban kesilmez" fetvalarıyla geniş kitlelerin zihinlerini bulandırıyor. Aynı isimler, "hıdırellez, aşure günü" gibi toplumsal birlik günlerini hurafe deyip küçümserken, büyük reklâmlarla lanse edilen ve her biri bir dini gün ya da bizdeki kandile denk gelen Aziz Valentin Günü (Sevgililer Günü), Noel/Christmas ve Hallowen Day (Cadılar Bayramı) kutlamayı normal görebiliyor. Bunun özellikle ana sınıflarından itibaren ne kadar etkili olduğu ise ayrı bir konu. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu'nun bu süreçle ilgili değerlendirmesi şöyleydi: "Bu bayramların ve bunlarla ilgili olarak yapılan adet ve törenlerin Müslümanlarca benimsenip uygulanması dinsel ve kültürel bir yozlaşma olarak görülmeli; böylesi bir tutumun, kendi değerlerimizden uzaklaşma ve başkalaşma sürecini hızlandırdığı gözden uzak tutulmamalıdır."(Mustafa AYDIN) Savaşın dehşeti Anzak günlüklerine de yansıdı 1. Dünya Savaşı'nın en kanlı deniz ve kara çarpışmalarının yaşandığı Çanakkale'de, savaşan taraflardan yaklaşık 250 bine yakın insan hayatını kaybetti. Savaş tarihine istatistiki bir bilgi olarak giren bu rakam, aynı zamanda Çanakkale Yarımadası'nda sona eren binlerce kişisel yaşam öyküsünü de sembolize ediyor. O dönemde Türklere karşı savaşanların tuttuğu günlükler, savaştan yıllarca sonra bile hem savaşın hem de insanlığın doğasına yönelik bildik renkleri yansıtmaya devam ediyor. İşte söz konusu günlüklerden birkaç satır: William George Malone (Yeni Zelandalı subay); 25 Nisan 1915: "Sabah 06.10'da Gaba Tepesi'ne çıkartma yapacağız. 6 mil uzağımızdaki Queen Elizabeth'in 15 inch'lik topları ise 29. İngiliz birliğinin çıkartma yaptığı Seddülbahir tepelerindeki Türk birliklerini bombalıyor. Dürbünümden kıyıda cehennemi andıran bir savaş yaşandığını görüyorum. Majestic, Triumph Queen, Inflexible ve diğerleri aralıksız Türk mevzilerini dövüyor. Saat 16.30'da birliklerim karaya ayak bastı. Türkler bizi ağır bir topçu ateşi ile karşıladı. Her yerde şarapneller uçuyor." (Malone, 18 Ağustos'ta Conkbayırı muharebelerinde öldü.) George Bollinger (Yeni Zelandalı er); 25 Nisan Sabah 06.00: "Son sürat Gelibolu'nun güney kıyılarına yaklaştık. Ana savaş gemilerimizden birkaç mil uzaktayız. Kıyıda tam bir kıyamet kopuyor. Sanırım binlerce Türk ölüyor. Acaba tarih bu kadar büyük bir bombardımana şahit olmuş mudur? Bom, bom, bom... Hiç susmuyorlar! Bu 15 inch'lik toplara kim karşı koyabilir ki?' 27 Nisan sabah 10: "Düşman ateşi altında tepeye çıkmaya çalışıyoruz. Arkadaşlarım daha bir el bile ateş edemeden patır patır düşüyor. Neredeyse yüzer yüzer ölüyoruz!" İngiliz Çavuş James Milne'in eşine yazdığı mektuptan: "Kıymetli karıcığım, daha önce sana hiç böylesi şartlarda yazmamıştım. Bunu postalamayacağım, cebimde olacak. Eğer vurulursam arkadaşlarım sana iletecekler. Birazdan tepeyi Türklerden almak için saldıracağız. Ölürsem yeryüzünde hatırladığım son görüntü olan yüzün hafızamda, ismin dudaklarımda ona gideceğim. Çocuklarımıza iyi bak ve babalarına nasıl öldüklerini anlat lütfen. Daha fazla yazamayacağım... Seni seviyorum. Tanrı seni korusun... Jim". Şehitlerimizi minnetle anıyoruz.
|