Osmanly Yktisad? D?nya Zihniyeti -1- Kadir Arslanboğa Sayı:
56 - Nisan / Haziran 2007
Herkesçe malûmdur ki, olaylar karşısındaki tutumlarımızı, tepki ve davranışlarımızı görüşlerimiz yani zihniyetimiz belirler. Bu paralelde bizde Osmanlı'nın ekonomik ve toplumsal yapısını incelerken birincil olarak, imparatorluğun politikalarına yön veren zihniyeti bilmemiz ve tanımamız gerekir. Yıllarca arşivlerde Osmanlı devleti üzerine araştırma ve çalışmalarda bulunmuş Sayın Halil İnalcık, Mehmet Genç'in zihniyet üzerine yapmış oldukları çalışmaları inceleyeceğiz. İslâm devletinde, kudret devleti olmanın yanında toplumun refah kaygısı da ağır basıyor ve bu, bir bolluk ekonomi politikası gerektiriyordu. Müslüman bilginler, ekonomik faaliyetin, toplumun refahını gaye edinen İslâmî değerler tarafından belirlendiğini belirtirler. Batıya özgü homo economicus eleştirerek, İslâmî dünya görüşünün dünya ve ahiret birliğine dayanıp, insanın nihaî hedefinin "Allah'ın rızasını kazanmak" olduğuna dikkat çekerler. Asıl ekonomik amaçların; yoksul ve muhtaçları gözetmek, gelecek nesillerin refahına kaynak tahsis etmek ve cemaat yaşantısını iyileştirmektir. Üretim ve kâr, amaç değil araçtır. Çağdaş sistemlerin dinamiği kâr olmasına karşılık İslâmî bir sistem de gaye insanların refahıdır. Tabiî teorilerin pratiğe ne kadar dönüştüğü de ayrı bir tartışma konusudur. İnalcık'a göre, Osmanlı rejimi, öncelikle merkezî hazinede mümkün olduğu kadar çok kıymetli maden biriktirmeyi amaçlıyordu. Başka bir deyişle fiskalizm (gelircilik) yani, her durumda kamu gelirlerini ekonomi dışı amaçlarla azamiye çıkarma çabası. Yine zenginliğin bir diğer dinamiği de askerî hareket idi. Osmanlı fetih ve imparatorluk inşası bu iki kavramın içiçeliğinden kaynaklanıyordu. Temel ihtiyaç maddelerinin darlığını önlemek ve bir bolluk ekonomisini teminat altına almak sultanın en önemli görevleri arasında sayılmıştır. Hayırseverlik İslâm açısından son derece faziletli bir davranıştır. Sultanlar da çoğu dinî günler olmak üzere hayırda bulunmuşlardır. Hayır kurumları ise, servetin toplum içinde yeniden bölüştürülmesine önemli rol oynuyordu. Osmanlı'da sırf kâr güdüsüyle gerçekleştirilen ekonomik işlemler, kredi mektupları, sarraflık, ilkel bankacılık v.s, Osmanlı toplumundaki devletin sıkı denetimi ve patrimonyal ilişkileri altında talî ve marjinal kalmıştır. Devlet ekonomisi ve maliyesi, devletin toprak mülkiyetini elinde tutması ve başlıca zenginlik kaynağı olan tarımsal üretimi kontrol etmesine bağlıydı. Batı'daki merkantilist politikalar ise, Osmanlı ekonomik anlayışıyla tam tezat oluşturuyordu. Batılılar kendi merkantilist politikalarını geliştirerek bu tezattan azamî ölçüde yararlandılar. İnalcık, Doğuluların siyasal iktidarını, hükümdarın devlet hazinesinde ne kadar değerli maden biriktirebildiğine, ikinci olarak da vergi yükümlülerinin zenginleşip hazineyi besleyecek duruma ulaşmaları için korunmaları gerektiğine bağlı olduğuna belirtir. Merkantilistler ise, buna ek olarak değerli maden (altın ve gümüş) birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle sağlanacak elverişli bir ticaret dengesine bağlı olduğunu öne sürdüler. Bu da 18. yy'da onları sanayi devrimine ve piyasa ekonomisine götürdü. Osmanlı sık sık tahıl ile pamuk ham yün ve deri gibi hammaddelerinin ihracını yasaklıyordu. Bu da merkantilist politikalar içerisinde yer alıyordu. Burada Osmanlı'nın tutumu, toplumun hammadde sıkıntısına düşmemesi yani bolluk politikası gereğiyken, merkantilistlerde bu politikadaki gaye, emeği ucuz tutup sanayide dünya pazarı için ucuz fiyatlarla ihraç ürünleri üretmeyi sağlamaktı. İnalcık, Osmanlı ile merkantilist Batı arasındaki en temel farkı; Batı'da bir ülke ekonomisinin global bir anonim şirket gibi düşünülmeye başlanması, bilanço toplamının ülke lehine olması ve bunun da değerli maden ve dayanıklı mallar ile hesaplanması olarak açıklar. Ekonomiyi bir bütün olarak görme ve rakiplere karşı koruma 18.yy'dan önce Osmanlıların hiç aklına gelmediğini belirtir. Osmanlılar mal bolluğu için kapitülasyonları yararlı sayıp Avrupalı devletlere vermekteydi. Osmanlılar da piyasaya müdahalede temel görüş, fiskal (gelirci) çıkarları ile iç pazardaki tüketicilerin korunmasıydı, oysa merkantilist ekonomilerde rekabete dayalı bir uluslararası piyasanın icapları ekonomik düzenlemeleri belirliyordu. Osmanlıların zenginliği; tarımın, ticaretin ve sanayinin azamiye çıkarılmasıyla değil, fetihlerle ilhak edilen topraklardaki vergi gelirlerinden oluşuyordu. Son olarak İnalcık, Osmanlı kent politikasının, sınırlı bir pazar için sınırlı bir miktarda mal üretimine dayandığını ve bunun da devlet eliyle denetlendiğini yineler. Bunun bir bolluk ekonomisi ile çeliştiği düşünülebileceği yalnız Osmanlı gibi geleneksel toplumların, yetersiz üretimde tüketicinin daha yüksek fiyatlar ödemesine, aşırı üretimde ise zanaatkârın düşük fiyatlar yüzünden zarar etmesine yol açtığını, dolayısıyla düzenlemenin hem tüketiciye hem üreticiye yararlı olduğunu uzun tecrübe ve gelenekleriyle bildiklerini belirtir. Mehmet Genç hocamız ise, arşivlerde uzun süren çalışmaları sonucunda Osmanlı iktisadî zihniyetinin başlıca üç ana ilke etrafında oluştuğunu belirtiyor. Bu ilkeler iaşecilik (provizyonizm), gelenekçilik ve gelirciliktir ( fiskalizm). İaşe İlkesi: İktisadî faaliyette alıcı veya üreticiler, mümkün olduğu kadar ucuza maletmek ve mümkün olduğu kadar pahalı satmak için çaba sarf ederler. Üretici malın kalitesinden ziyade pahalı satmak ve çok kâr ile ilgilenir. Tüketici için ise, bolluk ve ucuzluk daima istenilen bir durumdur. Bu ilke, iktisadi faaliyete tüketici açısından bakıyor. Yani iktisadî faaliyetin amacı, insanların ihtiyacını karşılamaktır. Piyasada üretilen malların bol, kaliteli ve ucuz olması esas hedeftir. Osmanlı devleti de, bunları sağlamak için sıkı şekilde yürütülen bir müdahaleciliği benimsemiş idi. Devlet, zirai toprakların mülkiyet hakkını fertlere bırakmaz kendi elinde muhafaza ederdi. Miri denilen bu sistemde toprak babadan oğula geçecek şekilde kiralanmış sayılır, alımı satımı sıkı kontrol altında tutulurdu. Çiftçilerin ziraî üretimi düşürmeye sebep olacak teşebbüsleri göstermelerine izin verilmezdi. Ziraî üretimin başlıca tüketim bölgesi kaza idi. Burasının ihtiyacı karşılanmadıkça üretimin kaza dışına çıkarılması yasaktı. Üretimden gelen gıda maddelerini ve hammaddeleri kaza merkezinde satın almak, işlemek ve tüketiciye satmak loncalar halinde örgütlenmiş olan esnafa aitti. Fazla kalan üretim ise, ordu ve sarayın ihtiyacını karşılamağa tahsis edilir, geri kalan bölümde nüfusun fazla olduğu İstanbul'a gönderilirdi. Yurt içi ihtiyaç harici olanlar ise ihraç edilirdi. İaşe ilkesinin ana hedefi ihracat değil öncelikle yurtiçinin ihtiyacının karşılanmasıydı. Ve içeride mal sıkıntısı yaşanmaması için ihracat sıkı kontrol altında tutulur lâkin ithalat ise, hiçbir tahdide tabi tutulmadan rahatça yapılmasına müsaade ederlerdi. Az üretilen veya üretilmeyen malların piyasada bulunmasının istenmesinden dolayı. Gelenekçilik: İaşe ilkesi, iktisadî hayata biçim veren düzenlemelerin temeli olmağa birkaç yüzyıl boyunca devam etmiş ve yerleşerek ikinci bir ilkenin yerleşmesine vesile olmuştur. Gelenekçilik sosyal ve iktisadî hayatta zamanla oluşan dengeleri muhafaza etmeye dayanır. Üretim ile tüketim dengesinin bozulması halinde korkulan kıtlığın baş göstermesi ihtimalidir. Çünkü üretimin geçimlilik düzeyinin etrafında dalgalandığı, endüstri öncesi ekonomilerde yaygın olan bu tehlike Osmanlı ekonomisi içinde geçerli idi. Ulaşım yetersizliğinden dolayı tüketimde küçük bir artış ve üretimde küçük bir düşüş kıtlığa yol açabilirdi. Bundan dolayı tüketimi arttıracak nitelikteki değişme eğilimleri sürekli kontrol altında tutulurdu. Sadece tüketim değil üretim de kontrol altında tutuluyordu. Ve yine uzun deneyim ve uyarlamalarla oluşmuş olan üretim ve istihdam yapısının değişmeden kalmasına özen gösterirlerdi. Gelircilik: Bu ilke hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarmaya çalışmak ve ulaştığı düzeyin altına inmesini engellemektedir. Diğer bir tabirle devletin iktisadî kararları alırken, bir yandan gelirleri yükseltme, diğer yandan harcamaları kısma saikleri altında tavrını belirlemesi olarak özetlenebilir. Sonuç olarak Osmanlı iktisadî dünya görüşü yukarıda iki münevverimiz tarafından belirtilen açıklamalar çerçevesinde bakıldığı zaman, daima insan refahı ana gaye edinilmiştir. Daha da açıkçası Osmanlı ömrü boyunca, kurulduğu zaman Osman Gazi'ye Edebâli Hz.leri tarafından söylenen "İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın" öğüdü devletin temel yasası ve mayası olmuştur.
|