Ate?i Elleriyle Tutanlar Ayşe Sena Ünsal Sayı:
57 - Temmuz / Eylül 2007
Zorlu bir yolun başındayız. Döneceğimiz her yönün bizi farklı yerlere götüreceği bir durak burası. İyi ve kötünün ayrım noktası... Yüzlerce senaryo içerisinden sadece birisi gerçekleşecek. Umut ve umutsuzluğun kavşağında; doğru ile yanlış boy ölçüşecek. Ve bu kutsal görev için liyakat sahibi; başı daima dik, sinirleri her daim sağlam, her türlü tuzağa karşı hassas, zirveyi ve hedeflerini berrakça görebilen, onlara ulaşmak için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen, milleti fikir ayrılıklarına sokmak ve farklı görüşlerle ayrım oluşturmak yerine toplayıcı, birlik ve beraberliğin gücüne inanan ve bunu her platformda açıkça ifade ederek gerçekleştirebilen, görünen ve görünmeyen hedeflere karşı uyanık, basiret sahibi, doğru bildiği yolda tek başına da kalsa dimdik ayakta bir devlet başkanına ihtiyacımız var. Halkı için her türlü riske girmeyi göze alabilen, onlara bağlı, gerçekten hakettiği değeri vatandaşlarına gösteren, oturduğu koltuğun hakkını verecek bir başkan. Tıpkı İstanbul’u fetheden Sultan II. Mehmet gibi… İmparatorluğunda yaşayanları; Türk, Arap, Bulgar, Rum, Ermeni, Bulgar, Arnavut,Ulah, Yahudi diye ayırmadan hizmet eden; vasiyetinde dahi tabasının geleceğini düşünen bir devlet başkanı. Vasiyetinde diyor ki;
“Ben ki; İstanbul fatihi aciz kul Fatih Sultan Mehmet, bizzat alın terimle kazanmış olduğum her şeyi 136 dükkânımı şu şartlarla vakfediyorum.
Şöyle ki: Bu gayrimenkullerden elde edilecek gelirle İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin ettim. Bunlar ellerindeki bir kap içerisinde kireçtozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde sokakları gezerler. Sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökerler ki; yevmiye 20’şer akçe alsınlar; ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 yara sarıcı tayin ettim.
Bunlar ki; ayın belirli günlerinde İstanbul’a çıkalar, istisnasız her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar, var ise şifası, şifa bulucu olalar. Değilse kendilerinden hiçbir karşılık beklemeden Darülaceze’ye kaldırarak orada şifa bulalar.
Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imarethanede şehit ve şehit aileleri ve İstanbul şehrinin fukarası yemek yiyeler. Ek yemeğe veya almaya bizzat kendileri gelmeyip, yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.”
Böylesine ince düşünen bir devlet başkanı, ancak bizim gibi köklü bir medeniyete sahip Türk milletine yakışır. Bir yanda “Yemekleri gecenin loş bir karanlığında kapalı kaplar içerisinde götürüle” diyerek fakir halkını rencide etmekten sakınan bir devlet başkanı, diğer tarafta ise üç kuruşluk yardımı kameralarla, medyayla yapan siyasetçiler… Bir tarafta sağlıklı dahi olsalar dertlerini soran bir imparator, diğer tarafta hastane kapılarından alınmadıkları için perişan olan can veren, prosedürlere boğulan bir halk… Bunların ayrımını çok iyi yapmalı, küçücük ayrıntıları dahi çok net görebilmelisiniz. İçinde bulunduğumuz dönem bir kaos dönemini andırıyor. Umutsuzluk rüzgârlarının estiği; hiç kimsenin bir çivi bile çakamayacağına inanılan bu zor günde; çöküşte olan bir imparatorluğu 33 yıl daha bir karış toprak parçası dahi vermeyip, tüm dış borçları silerek, ayakta tutmayı başarabilen II. Abdülhamit gibi şahsiyetleri de unutmamalıyız. Binlerce güçlüğün, birçok düşmanın, hain sadrazamların dahi yıkamadığı bir sultan... İleri görüşlülük, inanç, azim, çelik gibi bir irade ve güçlü bir kadro ile yapılamayacak şey yoktur. Yeter ki halkın iyiliği için gerçek bir hedefimiz ve inancımız olsun, ilk adım atılsın. Karınca misali; başaramasak ta yolunda ölelim. Bir devlet başkanı düşünün ki; kendi menfaati yerine halkının menfaatini yeğliyor. Bir devlet başkanı düşünün; başa geçtikten sonra lükse boğulan meslektaşlarının zıddına; lüksün içinden geldiği halde zahitliğe soyunan; güçlü bir adalet anlayışıyla yoğrulmuş bir şahsiyet. Tüm başa geçenler onun gibi olsa Türkiye dünyanın sayılı ülkelerinden biri haline gelir. Evet anladınız; Ömer b. Abdülaziz’den bahsediyorum.
“…Lüks içinde yaşayan, elbiselerini yerlere sürte sürte böbürlenerek yürüyen, geçtiği yerlerde süründüğü kokular yayılan, cariyelerin öğrenmeye hasret olduğu o güzelim, o kendisine özgü Ömervari yürüyüşle yürüyen bir insanı düşünün… Bir valinin evinde doğan, israfçı prensler gibi yetiştirilen, her gün birbirinden güzel değerli kıyafetler giyinen bir insan… Kendisi için 1000 dinar verilerek alınan elbiseyi kaba diye giymeyen bir insan… En şık giyimli, en güzel kokulu ve yürüyüşünde en çalımlı kimse” denilen bir insan… Senelik geliri 40.000 dinara varan bir insan.
"Allah’ın verdiği giysilerin benden bıkmasından korkarım. Çünkü giydiğim elbiseyi insanlar gördü mü eskidiğini sanıyorum." diyen bir insan… İşte bu insan, tüm bu imkânlardan bir anda soyutlanıveriyor. Rahatlık ve bolluğu atıyor. Cariyeleri, güzel kokuları ve güzelim kıyafetleri tümüyle bırakıyor. Ve görkemli bir hayatın zirvesine çıkarak tarihin eşine nadir rastladığı bir kahramanlıkla -eski yaşamına bakmadan- ağır sorumluluklar altına giriyor. Bakınız; İşte O. Hilâfeti devraldıktan sonra ilk konuşmasını yapacaktır… Konuşması bittikten sonra mescitten ayrılıp makamına gidecek…Etraf insanlarla dolu… Dışarıda rengârenk atlar ve takılarıyla bir merasim alayı kendisini bekliyor… En güzel atlar, en seçkin süvariler, rengârenk otağlar… Hepsi Ömer’i bekliyor. Ama Ömer bunların hiç birini istemiyor ve sadece; “-Bana katırımı getiriniz,” diyor.
Daha sonra seyisler, hayvanların yem ve bakımı için ödenek istiyorlar, Ömer aynı tavrını sürdürerek; “Bunları, Şam beldelerine gönderin. İsteyene satsınlar. Ele geçen parayı da Beyt’ül- Mal’e bıraksınlar. Bana doru katırım yeter” diyor. Suyuti’den alınan bu satırlardaki örnekleri çoğaltmak mümkün. Ömer b. Abdülaziz’in nefsinde gerçekleştirdiği bu reformlar kitaplara sığmaz.
İbn-i Abdülhakem diyor ki;
“Eskiden bol ve zengin sofralardan yemek yerken, bu gün kamu mutfağında su dahi kaynatmaktan çekiniyor. Eskiden ışık ve aydınlık arasında boğulacak kadar müsrif iken, bu gün Beyt’ül- Mal’ın bir tek mumuna dahi kıyamıyor; ümmet işi dışında şahsî işlerle meşgul olursa yanan mumu hemen söndürüyordu. Çünkü o toplum dışındaki yerlere en ufak bir harcamadan dahi ikrah ediyordu.”
Bu örnekler dahi Allah korkusuyla titreyen bir devlet başkanını tanıtmaya yeterli. Neden bizim beklediğimiz kişi de halkının menfaatini kendi menfaatine tercih edecek bir şahıs olmasın. Peki böylesine güçlü bir irade, böylesine güçlü bir adalet Allah korkusunu bilenlerden başkasında bulunabilir mi? Şimdi ise kin başa geçerse değil kendileri akrabaları eş ve dostları dahi ihya olmakta. Yeniden şahlanabilmek aslında hiç de zor değil. Zaten Türk Milleti olarak çok güçlü meziyetlerle yoğrulmuşuz. Tarih birliğimiz, medeniyetimiz, sabrımız ve niceleri…
Sultan İkinci Mahmut Han zamanında çıkan Rum isyanının plânlayıcısı İstanbul Patriklerinden; Sultan II. Gregories, bu suçundan dolayı patrikhane kapısında idam edilmiştir. Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı mektupta Türkler için şöyle demektedir;
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzeti iman sahibidirler. Bu hasletleri dinlerine olan bağlılıkları ve kadere rıza göstermeleri yanında kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından ileri gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda yönetecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da, geleneklerine bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden ileri gelmektedir. Türkler de evvela itaat duygusunu kırmak ve manevî rabıtalarını parçalamak, dinî sağlamlığını zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu millî geleneklerine, maneviyatlarına uymayan haricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkler’i kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vasıflarının üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devleti’ni tasfiye için mücerret olarak harp meydanındaki zaferler kafi değildir. Hatta sadece bu yolda yürümek Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden kendilerini anlamalarına sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki tahrifi tamamlamaktır.” Böyle haince düşüncelerini açıklamaktan çekinmeyen patriğin idam edildiği patrikhanedeki kapı hala kapalıdır. İsmi de Kin Kapısı’dır. O günlerde Arz-ı Mevud için; yani Yahudilere vaad edildiği iddia edilen, Nil’den Fırat’a kadar olan toprakların; halâ ilgilerini çekmediğini kim iddia edebilir? Dost görünenlerin düşman olmadığını kim ispatlayabilir? Önemli olan kendi içinde kendi gücü ve imkânlarıyla bir şeyleri başarmak, hedeflediği yolda azimle ilerlemek... Meselâ dışarıdan gelen sıcak paranın ekonomiyi tam anlamıyla düzeltebilmesi mümkün müdür? Elbette ki hayır... Yapılması gereken kendi öz kaynaklarımızı ortaya çıkarıp, kendi benliğimizle yola çıkmaktır… Başa gelecek kişi için ateşi elleriyle tutuyor denebilir. Bu ateş liyakat sahibi kişilerin elinde söndürülüp selâmete erdireceği gibi, yanlış kişilerin elinde de her şeyi yakıp kül edebilir. Umarım önümüzdeki seçimler işinin ehli bir başkan sahibi olmamıza vesile olur ve daha güzel bir Türkiye’de yaşama imkânı sağlar…
|