ESKİ BİR FOTOĞRAF KARESİ Ayşe Sena Ünsal Sayı:
65 - Temmuz / Eylül 2010
Deniz pembe ve kırmızı güllerle kaplı bahçenin ardından masumca göz kırpıyordu. Hanımeli ve ıhlamur ağaçları buram buram kokuyor, iğdeler beni ye dercesine bakıyorlardı. Bahçe duvarının yanına ekilen salkım domatesler olduklarını anlatmak istercesine en kırmızı renklerini sergiliyordu. Biz ise bu güzelliklerin içinde verandada çayımızı yudumluyorduk. Mis gibi tomurcuk kokusu çayımızı farklı kılmaya yetiyordu. İşte buydu annemin çayı. Her bardakta ilk yudumu içercesine taze ve lezzetli... Tavşan kanı derler ya işte ondan. Ortadaki altın yaldızlı işlemeler ve pastel renkli güllerle bezenmiş servis tabağında acı badem kurabiyeleri görülüyordu. Bu şartlar altında asla tabakta kalmazlardı.
Verandadaki güneş şemsiyesi akşam güneşinin parlak ışıklarını gizlemeye yetmiyordu. Etraftan sızan ışıklar küçük kızımın gözlerini kamaştırıyordu. Akşam güneşiydi ya söylenenler doğru olsa gerek; akşam güneşi güzele vururdu.
Küçük prensesimin o simsiyah gözleri ışık huzmesinin altında daha da güzel parlıyordu. Babası hep zeytin derdi. Hatta bir keresinde parkta çevirip sormuşlardı; "Kızınızın ismi gerçekten zeytin mi diye?"
Üçüncü bardaklarımızı yudumlarken annem gözleri dolu dolu yanımıza geldi. Neden hüzünlendiğini anlamak hiç de zor değildi. Elindeki fotoğraf albümünü hepimiz hatırlıyorduk. İki ya da üç kez görmüştüm o albümü. Bir sabah anneannem bir kahvaltı keyfi sonrasında çıkarmıştı. Son görüşüm olmuştu. O fotoğraflara çok değer verir, gözü gibi korurdu. Geçmişi yatıyordu o resimlerde... Tek tek, isim isim saatlerce anlatmıştı o resimlerin hikâyelerini. Her resmin bir hikâyesi, her kişinin birçok anısı vardı. Bana anlatılanlar; yaşanılan hayatın binde biri bile değildi. Hayat albümlere sığmazdı belki ama tek resim bir hayat kadar değerli olabilirdi. O günde gözlerimiz dolmuştu resimlere bakarken. Anneannem her fotoğrafı gösterirken o kalabalıkların; yani dost ve akrabalarının birer birer öldüğünü ve bir tek kendisinin kaldığını söylemişti. Hüzünle bakıyordu fotoğraflara. Masmavi gözleri dolmuş, kim bilir bana söylemediği daha başka neleri düşünüyordu.
Acı tatlı birçok anı gizliydi o albümlerde. Hayatın birer parçası olmuşlardı. Her fotoğraf karesinde bir film oynuyordu anneannem için. Her resim canlanıyor anneannem dakikalarca o fotoğraf karesine hüzünle bakıyordu. O gün duygularım bu kadar yoğun değildi. O bir tek ben kaldım bakalım ben ne zaman gideceğim dedikçe; " Aman anneanne düşündüğün şeye bak, diğer resimlerde bak biz yanındayız ya. Allah sana uzun ömürler versin," diyordum.
"Kızım bir gün gelecek o zaman o resimlerde de ben olmayacağım," demişti.
Çok haklıydı anneannem. İşte o gün bu gündü. Biz annemin gözyaşlarıyla getirdiği resimlere hüzünle bakarken biricik anneannem artık yanımızda değildi. O'nun evinde, O'nun çaydanlığıyla demlediğimiz çayı; O'nun kaşıklarıyla karıştırıyorduk. Yıllar önce bize öğrettiği ay kurabiyelerini, gözü gibi baktığı pastel tonlarda çiçeklerle süslenmiş tabaklarından yine anneannemin çatallarıyla tadıyorduk. Sabah kahvaltıda kendi elleriyle yaptığı reçellerden yemiştik. Öğle yemeğinde ise geçen yaz mevsiminde büyük bir özenle kuruttuğu biberleri çorbamıza serpmiştik. Ama ya O... Nerelerdeydi, ne yapıyordu? Biz masmavi denize hayranlıkla bakarken anneannem teyzemin rüyasına girip;
"Buraları daha güzel kızım" demişti. Belki çok güzel yerlerde şimdi... Ama ne olursa olsun insan kalbine söz geçiremiyor. Beyniyle anlasa dahi kalbiyle onaylayamıyor. Ayrılık çok acı. Fakat çırpınışlarımız çaresiz. Keşke son bir kez daha sarılabilseydik diyordu kırık yüreklerimiz. Ne yaparsan yap nafile gözün torbası yok ki doyum olsun.
Eskiden büyüklerimiz;
"Mezarlardaki gözyaşları iki nedenle olurmuş; ya söylenmedik sözler ya da yapılmadık işler..." derlermiş. İşte ben de o boynu bükük ameliyata gittiği gün bir kez daha sarılmak, Onu doyasıya öpmek isterdim. Belki de çok sarıldım ve çok öptüm ama keşke bir kez daha... İçimde kalmış olmalı ki rüyalarımda her gördüğümde doyasıya sarılıyorum. Gerçek gibi fakat uyandığımda bakıyorum ki bir rüya...
Yıllar öncesinde çekilmiş en güzel fotoğrafları yayılmıştı masaya. Her biri önemli günlerde şık kıyafetlerle çekilmiş birbirinden özel fotoğraflar. Hepsi en sevdiği insanlarla, ailesi, arkadaşları, dostları, can yoldaşları, çocukları ve hatta biz torunları; kimler yoktu ki o masada. Çok güzel bir kadınmış anneannem. Basma giyse yakışır dedikleri kişilerden. Bir de özenle giyinirmiş ki görmelisiniz. İpek elbiseler, inciler, gerdanlıklar, şık ayakkabılar. Zaten şimdiki gibi salaş giyinen yokmuş ki o dönemlerde. Fotoğraflardaki kişiler yıldızlardan daha güzel görünüyordu. Her fotoğraf birer hayal gibiydi sanki. Yaşanmış mı yaşanmamış mı belirsiz bir hayal. 50 yıl önce çekilmiş de olsa üzerlerine giydikleri kıyafetlerin bazıları ve hatta şu elimde tuttuğum resimde anneannemin üzerine giydiği buz yeşili ipek elbise hâlâ annemin sandığında yaşıyor.
Sararmış siyah beyaz bir fotoğraf kâğıdı geçmişten bir iz olarak akıyor yıllar sonrasına. Geride ise o fotoğraflarla birlikte anlatılan öyküler kalıyor. Bazen zihnimizin derinliklerinde bazense yok olup gidiyor bilinçsizce. Aslında yaşanmamış kadar hayal birçok resim. Sanki geçmişten bir iz değil de hayalle gerçek arasında kaybolmuş gibi hatıralar. O eski sevinçleri tekrarlamak imkânsız. Ne kadar büyük mutluluklar dahi olsa bize şu anda bir faydası yok. Ya da o acımasızca kendimizi hırpaladığımız günler, gün geliyor bakıyorsunuz ki yüreğinizde o sıkıntıdan hiçbir eser yok... Gülüp geçiyorsunuz yıllar sonra manasız gelen dertlerinize.
Akşam serinliği başlamıştı birden. İçimin titrediğini hissettim. Ana yüreği işte. Annem üşüyeceğimi hissetmiş olmalı ki içeriden beyaz merserize bir hırka getirdi. Ajurlu hırka çok şıktı. Annemin genç kızlık hırkasıydı bu. Anneannem örmüş. İncitmekten ve zarar vermekten çekinerek giydim. Üzerimde hırka beynimde düşünceler sarmalı birden verandanın açık kapısından içeriye sızan ışıkların gösterdiği sandık dikkatimi çekti. Annem henüz sandığı kapatmamıştı. Yıllardır merak ederdim o sandıkta neler olduğunu. Hep karıştırmak istemiş ve her zaman ulaşılmaz olarak kalmıştı benim için.
Buram buram naftalin kokusu içinizi sarıyordu. En üstte kırk yama kırlentler özenle duruyor, altta büyük bir titizlikle katlanmış saten pikeler, kıtır kıtır danteller, bir gümüş hamam tası, nakışlı örtüler ve daha neler neler bulunuyordu. Hepsi büyük bir titizlikle düzenlenmiş, ütülenmiş pırıl pırıldı. Sandığın üst köşesinde bulunan gözlük kılıfı dikkatimi çekti. Yamuk yumuk bir şeydi bu. Gözlük kılıfı olduğu da sadece uzunluğundan anlaşılıyordu. Kıl teladan yapılmış, üzerine batik boyalarıyla kırmızılı beyazlı benekler konulmuş, düzensiz bir şekilde sim atılmış, ucuna da simli kurdele ile fiyonk atılmış çirkince bir şey. Ve en önemlisi içerisine gözlük konsa çizikten bir şey görünmez.
Bunca kıymetli eşyanın içinde onun ne işi olduğunu sordum anneme... Derinlere daldı deniz mavisi gözleri. Hatırlamadın mı dedi acı bir gülümseme ile...
O anneannene senin hazırladığın bir hediyeydi kızım. Bir kandil hediyesi... İşte o zaman hayal meyal bir şeyler canlandı gözlerimde. Benim gözlerim dolmuştu şimdi. Anneannem gözlük kılıfını, gözlüğünü çizer diye kullanamamış, fakat atmaya da kıyamamıştı demek. İnsan ömrü ne kadar da kısaydı. Ne bir kumaş parçası kadar ne de bir fotoğraf karesi kadar vakti yoktu...
|