Yapamıyorsan hayal et! Ekrem Yılmaz Sayı:
121 -
Ne yalanlarda var, ne hakikatte
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış
……
Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı
Dipsizlik gölünde, inciler benim.
Çile Şiir’inden, Necip FAZIL’ın dizeleri konumuzla ilgili önümüzü açacak.
Destanlarda anlatılanı yaşayamıyorsan onları hatırla, tekrar et, masalını yaz, arkası çorap söküğü gibi gelir. Birisi demiş ki, “hayalin gerçek oluncaya dek hayal et!..” Bıkmadan…
Dede Korkut, Bin bir Gece Masalları, Ali Baba Kırk Haramiler, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Uçan Halısı, Keloğlan, Köroğlu, Battal Gazi, Gökten Düştü Üç Elma, Pinokyo, Donkişot ve Yel Değirmenleri vs. Ve Kampenella’nın Güneş Ülkesi, Roma’nın Gladyatörleri, Herkül… Evet, ninni, masal, destan, kıssa, menkıbeler dinleyerek, okuyarak büyüdük. Masal anlatan büyüklerimiz vardı. Sonra sinemada filmlerde, radyoda, TV’lerde izledik derken dijital çağa adım attık ve Meta’ya geçti hayat. Bakalım sonu neye varır. Ama ne olursa olsun ninnilerimiz, destanlarımız ve masallar eskimedi. Onlardan vaz geçilmiyor, geçilemiyor. Eğer insan kendini inkâr etmeyecekse, vazgeçmeyecek. Zaman onları eskitemiyor, sadece geliştiriyor. Fakat içimizde bir hasret bırakıyor geçmiş. Bütün güzellikler masallarda, hayallerimizde kaldı. Hani bir söz var ya: “Nerde o eski bayramlar” diye… İşte tam öyle, güzel zamanlar, “iyi insanlar, iyi atlar terk ettiler” bizi, dünyamızı… Güzel masal sahnelerinden dört köşe, tavla zarı gibi bir dünyaya düştük. Zorluklar, olumsuzluklar, hüzün, keder, kaygılar peşimizi bırakmıyor. Göbek adımız gibi oldu onlar âdetâ.
Konuya giriş sorum şu olsun: İnsanoğlu niçin çocuklarını önce ninniler, sonra masallarla büyütmek ister? Masal uydurmayı kim icat etti acaba? Masal veya destanlara neden ihtiyaç duyulmuştur? Neleri eksik ki insanın bunlar ile tamamlayacak? Şimdiye kadar birçok yazar, düşünür, filozof, masal anlatıcıları ve edebiyatçılar bu konuda çok şey söylemiş ve değişik cevaplar vermişlerdir. Bir de biz deneyelim şimdi, nedir ne değildir?
İnsanoğlu elbet ninniye, masala, destana ihtiyaç duymuştur. Ekmek gibi su gibi lâzım bir şey… Çünkü insan içinde yaşadığı toplumu, istisnası olsa da genellikle ideal bir cemiyet olarak görmemiştir. Hep istek ve hayalleri yaşamakta olduğu cemiyette olandan bir adım, hattâ çok adım öndedir. O istisnanın başında ASRI SAADET geliyor. Saadet Asrı… İşte orada insan her yönden; maddî mânevî aradığına kavuşmuştur. Huzur, güven, mutluluk, gelecek kaygısı olmayan, yarını dert etmeyen muazzez insanların cemiyeti… Ve bu olumlu Asır, her şeyin kaynağı, gelecek zamanlar için de bir ümittir.
Masalları kim icat etti bilmiyoruz. Ne zaman ortaya çıktılar kimse söyleyemez. Amma şurası kesin ki, mutlak bir ihtiyaçtan doğmuştur. Yaşadığı hayatta aradığını bulamayanlar icat etmiştir herhalde... Yaşarken aradığını bulamayan hiç olmazsa dinlerken o arananın hazzını idraken yaşayayım diye onların peşinden koşmuştur diyebiliriz. Onun için masallar yazılmış, destanlar anlatılmış. Yani yaşayamadığı hayatı, erişemediği mutluluğu kahramanına yaşatmış oluyor, idrakini süslüyor, onu mutlu sona kavuşturuyor. Öyleyse bundan sonra da yazan çizenler ve anlatanlar neye ulaşmak, kime kavuşmak istiyorlarsa onun destanını anlatmaya, masalını yazmaya, kahramanlarını icat etmeye devam edeceklerdir. Güncelde Filistin’in Hanzala’sı var meselâ… Kampenalla niye yazdı ütopyasını? Aradığını, her ne ise o, içinde yaşamakta olduğu cemiyette bulamıyordu. Aradığı “yaşanmaya değer hayat” çok ötelerdeydi. Bulamayacağı kadar uzakta, fakat hayalini kurmuş işte adam. Adalete, emniyete, güvene, hakça paylaşıma, insan onuruna yakışır hayata, mutlak hürriyete, bereketli üretime, sevgi ve hoşgörüye susamış garibim. Aslında aradığı bu dünyada Asrı Saadetin iz düşümüydü. Bulamadı. Sosyalist ve komünistler halt etmiş, ilk komünist olarak onu bir numaraları yazarken. Var mı ki prototipleri, yaşanmış örneği de onun hayali ideal cemiyet olsun? Nerde yaşanmış adamın hayal âleminde anlattıkları? Ancak Paskal gibi iskeleye gelip o da gemiye binememiştir, Necip Fazıl’ın ifadesiyle. O’ndan mahrum hayat hep nakıs, noksan ve yümünsüz. O Allah Resulü… Vahiy alan! Bilmeden Kampenella da O’nun hasretiyle tutuşmuş. O’nsuz iman manzumesi, ahlâk ve nizam tesis edilemez. İdeolocyası örülemez. Zira Kampenella iyiliği ne ile özendirecek, teşvik edecek ve kötülükten ne ile sakındıracak, uzaklaştıracaktı hayalindeki ülkesinde? Ebediyet şevkini nasıl kazandıracaktı insanına? Kısaca Cennet ve Cehennem; ümit ile tehdidinden mahrumdu. İyi, güzel ve doğru fikriyatının ana temelinden yoksun... Aşk neye, kime ve ne için? Velhasıl:
“Akıl olmazların zoru içinde
Üst üste sorular soru içinde”.
Bizim ise Güzel Örneğimiz güneş gibi meydanda… Bir kum tanesine El Hamra sarayı sığdırmış geçmişimiz var. “Ardına çil çil kubbeler serpen Ordu”lar dizmişiz. Akıncılarımız yaşanmaya değer hayatı taşımışlar ufuk ötelerine… İlâ-yı Kelimetullah için bir Kızıl Elması olmuş hep. Ve ayrıca destanlarını yazmışız Hazreti Ali’nin, Hamza’nın, Battal Gazinin, akıncıların, Deli Dumrulların…
Sonra masalı da biz yazarız. Bizim hayallerimize dünya dar gelir. Ta Arşa ulaşır, ötesi olmayan. İşte bu hazine ile ben hayallerimi masalımın içinde dokurum. Bugün madem idealimi yaşayamSWıyorum, yaşanmaya değer hayata kavuşamamışım o halde düşünü görürüm, masalını yazarım, destanını söylerim, kahramanıma yaşatırım özlediklerimi…
Heybem hayat dolu, deste ve yumak
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, sonsuza varmak…
*
Şimdi sıra geldi yazımızın içinde numune masalımızı kaleme almaya:
BİR VARMIŞ İKİ YOKMUŞ
Kahramanımız sabahın seherinde kuş tüyü yatağından doğruldu.
“–Allah’ım Rab olarak Senden, din olarak İslâm’dan, Nebi ve Resûl olarak da Sevgilin M…… Aleyhisselâm’dan razıyım.” diyerek lavaboya yürüdü. Elini kolları ile beraber yüzünü, ayaklarını güzelce yıkadı, başını ve boynunu silerek temizliğini yaptı. Jimnastik yapmadı. Namaz kıldı. Namazı ötelere yolculuğu idi onun: Arşa, Sidretül Müntehaya, Cennetlere… Allah ile kelâm etti içinde… Yemin etse yalan söylemiş olmaz buyurdu Resûl “Kur’an okumak Allah ile konuşmaktır” diye… Ve iman tılsımlı kılıcıydı zaten, ama yine de kuşandı bütün teçhizatını. Gün ağarırken kapısında göründü billur sarayının. “Bu mekân Sana emanettir ey Mülkün Sahibi” dedi usulca kapıdan ayrılırken. Başını kaldırdı, güneş kızıl bir gülle gibi bir mızrak boyu yükselmişti ufukta. Birden elini kaç bin dünyanın içine sığdığı güneşe doğru uzattı. O da ne? Güneş ateşten bir top gibi avuçlarında kahramanımız Hamza’nın. Şöyle bir yoğurdu gülleyi, Üzeyir Aleyhisselâm’ın erimiş demiri yoğurduğu gibi… Kaç milyon atom bombası, bilmem ne kadar hidrojen bombası çıkardı ondan. Ama o bunları istemedi. Güneşteki patlamaların dünya küresine zarar vermemesi için elementlerin birbirleriyle reaksiyonlarını düzenledi. Şeklini derledi, toparladı ve sonra bir kandil asar gibi astı güneşi yerine.
Sonra yürüdü gitti: Tarlalarda rençberlere… Fabrikalara… Adalet sarayına… Meclisine… Şehrinin agorasına uğradı. Her şey yerli yerinde ve saat gibi işliyordu hayat. İnsan ilişkileri de şiir gibi… Asayiş berkemal, herkes üstüne düşeni yapıyor, boşta ve yatan bir tek insan yok. Herkes arı gibi çalışkan. Yükleri beraber paylaşıyorlar ve yürekleri birlikte atıyor. Şikâyet kutuları boş. Aşıklar mesut. Anneler tasasız evlâtlarından yana, babalarsa cömert ve vakur, işinde gücünde… Fabrika bacaları tütüyor. Ev bacaları dumansız, zira dumansız ateş ile ısınır olmuşlar: Doğalgaz ve güneş ısısını aşmış yeni buluşlarıyla… Çocuklar uçuyorlar sevinçten uçan halılar üzerinde, şimdi adı dron olmuş. En kolay öğretmenlerin işi orada, zira hanelerde öğretmenin birçok görevini çocukların ailesi üsolenmiş. Böyle hanelerde emeklemeye başlayan çocuğu cemiyet öyle hamur gibi işliyor ki eğitimde az bir dokunuş ile dehalar doğuyor mekteplerde…
Bu denetim ve ziyaretleri sürerken şehrin büyük mutfağına uğradı, ahçıbaşı ile günün menüsünü görüştükten sonra sahile gitti. Durgun deniz düşünen bir adam gibi vakurdu. Hamza güneşi alıp astığı elini deryaya daldırdı. Eli durgun denizin derinliklerine uzandı, bütün tebaasına yetecek kadar balığı bir ağ olmuş eline sığdırdı ve şehrin ana mutfağındaki ahçının tezgâhına koydu. Gerisi ahçı ve yamakların işiydi artık.
En nihayet bir günü dolu dolu yaşayan Yüceler Meclisi üyesi Hamza sürur içinde üç kubbeli, dış duvarları camdan perdeleri ipekten saray yavrusu kasrına dudaklarında:
–Rabbim Seni tesbih ederim, Sana hamdederim, beni affet!
Zikri ve duası ile döndü.
Gece hilâl ile arasında geçeni siz hayal edin artık; o mu aya ışık verir, ay mı ona?
Orada:
Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş,
Böylece onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
Olamaz mı? Olmazları olduranadır imanımız!
Üstad Necip Fazıl:
–Kitap yazın kitap! Genç adam düşün (!) demişti.
Biz de:
Düş kurun düş!.. Hayal edin, hayal kurmak gerçekleştirmenin yarısıdır, diyoruz.
|