TEK KANATLI KU? Fatma Pekşen Sayı:
57 - Temmuz / Eylül 2007
Kim demişti yuvayı dişi kuş yapar diye? Hasene hala mı, Nadide anne mi, Şaziye teyze mi? Veya hepsi birden mi? Olur ya! Derler derler. Hani düğüne günler kala, yakın aileden olan üçlü, “bir işin var mı Mürüvvet? Dikilecek yazma kenarı, yerleştirilecek çarşaf danteli, kırlent filan” diye apansız çalmışlardı kapıyı... Elinden pür hüner akan Mürüvvet, gözü gibi baktığı tek kızına, “kız kundakta, çeyiz sandıkta” düsturuyla, çevresindeki pek çok anne gibi zaten yapmıştı yapacağını. Her bir şeyi yıkamış ütülemiş, bohçalarına titizlikle katlayıp koymuş, yetmedi bir de firketeyle tutturmuştu. Öyle son günlere iş koyacak göz var mıydı onda? Alanya’daki akrabalar, Mersin’deki eski komşular, Çanakkale’deki kirveler derken, -buradakileri saymıyordu bile- hayli kalabalık bir misafir kadrosunun geleceğini biliyordu zati; hiç bırakır mıydı? Rahmetli anneannenin nasihatleri, tavsiyeleri seneler senesi dolanıp durmamış mıydı evlerinde? “Ne lüzum var ele iş göstermeye? Azar azar yaparsın canın dinlenir. Hepsi bir araya gelince sıkışıklık olur” İşte harfiyyen tutmuşlardı bu sözleri. İyi de olmuştu. Meyvesini yemişlerdi sonunda. “Amanın komşular, bir çeyizdi bir çeyizdi; görseydiniz gözünüz üstünde kalırdı” diye dört bir yana yayılmıştı el emekleri göz nurlarının ünleri. Ta Kilis’lere ısmarlanan ciğerdeldi tarzında işlenen namaz örtüleri, Maraşlı bir komşuya rica minnet sipariş edilen vişneçürüğü kadife üstüne sırma işlemeli yatak örtüsü, Denizli’den getirtilen her biri ayrı zarafetteki iğne oyalı takımlar, neler neler... Milletin diline destan olmuştu. Kızına fazla kıyamasa da ananın yaptıkları da daha özenli çeyizliklerdi. Eşten dosttan hediye gelenleri saymıyorlardı bile. Hepsi bir yanaydı da en çok, neredeyse bir kış boyunca tığını işleterek ördüğü yuvarlak masa örtüsüne çektiği emeğe yanardı Nihâl. Ne lüzum vardı ki bunca emeğe? Masa üşüyor muydu ki üstünü örtüyorlardı. Ya da ameliyat izi mi vardı vücudunda? Varisli bacaklarını mı saklayacaktı bu örtülerle? Nedendi canım ceviz masanın üstüne görülen bu reva? “Adı üstünde şekerim: fiskos masası. Oturacaksınız karşılıklı. Havadan sudan, dereden tepeden konuşacaksınız bu örtünün başında” Fiskos masası itici bir isimdi aslında. Sohbet masası filan dense daha yumuşak gelmez miydi kulağa? Hem, sohbet için illâ da bir masaya mı oturmak lâzımdı? Evin her tarafında da pekâlâ sohbet edilebilirdi. “İki kuş şekerim. Bak ağız ağıza vermişler konuşuyorlar. Ötüyorlar, şakıyorlar. Siz de böyle olacaksınız işte. Ağız ağıza, gönül gönüle.” İki kuş. Karşılıklı. Üzerine kondukları kıvrık dallar asmayı andırıyordu. Dolgular zincirler, benekli kanatları belirginleştiriyordu. Kanatlı bir kuştu bu ördüğü ama adını bilmeden işlemişti Nihâl. Sonradan tavusa benzetenler olmuştu. İki tane bu tarafta, iki tane karşı tarafta. Yani dört kuş. Dört tavus kuşu. Tavussa tabii. Fazla bilgisi yoktu ki bu hususta. Alaca olanların karga, kırçıl ufakların serçe olduğunu biliyordu o kadar. Bir de kafes içindeki muhabbet kuşlarını tanımıştı. Mavi ya da turkuaz kanatlı kuşları. “İkisi sizsiniz şekerim. İkisi de çocuklarınız. Şakırsınız dört bir yandan. Evinize huzur katarsınız.” Şakırlar mıydı sahi? Dördü birden. Guguk da guguk. Cik cik de cik cik. Hep birlikte. Öyle diyorlardı ama bakalım çocukları konuşabilecek miydi? Arka sokakta oturan iki kardeş birden konuşma özürlüydü. Kendilerininki de öyle olabilirdi. Hem, bilinir miydi, çocukları olacak mıydı? Şakımak, konuşmak için çok erken değil miydi? Evlendiği günden bu yana acaba kaç kere tozunu almıştı bu masanın? Kaç kere yıkanmıştı bu örtü? Kaç kere ütünün altından geçmişti? Kaç kere oturmuşlar, fiskos etmişlerdi burada Burhan’la? Muamma. Kocaman bir muamma bunların cevabı. Nasıl ki ocağa kaç kere kurufasülye koyduğunu, kaç tava patates kızarttığını, kaç kere alışverişe çıktığını bilmiyordu; bu masanın örtüsünü de kaç kere yıkayıp ütülediğini bilemezdi. Diğer bütün kadınların bilemediği gibi. Kimse çetele tutmazdı ki. “Pencereden kuş uçtu, yandı yürek tutuştu...” Severdi TRT’yi. Annesinden gelen alışkanlıktan olsa gerek, arkadaşı gibiydi. O da kendi annesinden geldiğini ima ederdi. Onun “Yurttan Sesler” i kaçırmadığını da söylerdi arada bir. İşte kendisi de edinmişti bu alışkanlığı. Mutfaktaysa buzdolabının üstündeki küçük el radyosunu açık tutardı, salondaysa müzik setininkini. Akşamları, TRT televizyonunun şarkılarını dinlerdi. Nasıl olsa takip ettikleri dizileri, filmleri yoktu. Ya da elinden kumandayı kapan başka birileri... “Bizim de böyle olmamıza, komşular sebep oldu...” Komşu sebep olur muydu şarkıdaki gibi? Yani sıkıntı her ne ise ona... Belki ya da kısmen demek doğru olur muydu bu soruya? Kim bilir? Burhan’ı tavsiye edenler, komşular olsalar da böyle olmaya karışmamışlardı hiç. Aklı başında bir aile, komşuları iç işlerine karıştırmazdı zaten. Kırık kolu yen içinde tutardı. Kızılcık şerbetini de altın kadeh içinde ve görünmez bir tarafta. Gerçi şarkının bu kısmı kimilerince “düşmanlar sebep oldu” diye de söylenirdi. Evet, masanın tozunu kaç kere aldığını net olarak bilmesine imkân yoktu. Ama soran olsa, dört kuşlu, bir kış boyunca tığıyla didinerek ördüğü örtünün başına oturup, Burhan’la bir kere bile sohbet etmediğini de rahatlıkla söyleyebilirdi. Rahatlıkla mı denirdi buna, tartışılırdı aslında. Lafın gelişi söylenmişti işte. “Ya Nihâl, o kadar sıkışığım ki, asla gelemem. Sana Sait’i gönderiyorum. Gezdirsin biraz” “İnan Nihâl şirketten çıkacak durumda değilim. Sen Sait’le seç perdeleri. Para gönderiyorum onunla” “Nihâlciğim, biliyorsun yönetim kurulu toplantısı var bugün. Ben Sait’e söyleyeyim o alsın seni” “Sait yolda hayatım. Birazdan alır seni. Gelemedim işte. Sen yaptır yüzüğünü.” “Sen otobüsle git hastaneye, dönüşte telefon edersin Sait’i gönderirim” Yıllar yıllara ulanırken, hep Sait oldu yollarda. Hep Sait getirdi öteberiyi. Sait aldı tamirden gelecek olanı. Sait götürdü hastanelere. Sait güvenilir çocuktur. Sağ koldur şirkette. Nihâl’in bir eksiğini eksik koymaz. Burhan Abisi’nin emanetini kollar hep. “Ben bir garip kuş idim, dalına konmuş idim” Kuş dala konmuştu ama dal taşıyabiliyor muydu üstündekini? Şakımalar, pervaz vurmalara karışıyor muydu? Göğü delebiliyorlar mıydı cesurca? Bir kasım sonunda besmeleyle tığını eline almış, cemreler düşerken bitirmişti bunu. Ağız ağıza vermiş dört kuşu. Sahi, millet kuşu niye severdi ki? Perdelere o, havlulara o, örtülere, yastıklara o... hürriyetin, çığlıklarla göğü yırtmanın, karbeyazı bulutları delmenin yegâne yolu, tek tesellisi miydi? “Niye de bana ‘kışt’ dedin, ben senin olmuş idim” Öğretilen neyse o uygulanıyordu işte bu evde de. Diğer binlerce, milyonlarca kadının yaptığı yapılıyordu. Gümüş güllerin dizili olduğu gümüş bir vazo oturtuluyordu işte örtünün üzerine. Bütün örtülerin üzerine konulduğu gibi. Gümüşler, porselenler, seramikler, camlar; hepsi birbirinin benzeri biçimlerde sıralanıyordu büfelerin, sehpaların, masaların, konsolların üzerine. Kanunmuş gibi. Kimse içinden geldiği gibi döşemiyordu evini. Birileri tasarlıyor, birileri pazarlıyor, birileri tavsiye ediyor ve evler son şeklini alıyordu işte. Biri diğerinin benzeri olup çıkıyordu. Altına kopya kâğıdı konmuşa benziyordu. Tıpkı altına kopya kâğıdı konularak üst üste bindirilen, ruhsuz ev yığınları gibi... Cadde üstleri, sokak araları, eski arsalar, yıkılan evler. Hepsi ama hepsi birbirinin benzeri oluyordu. Çin ordusu gibi bir şeydi bu. Neden kimsenin aklına bir Türk mahallesi yapmak gelmezdi ki? En fazlası iki katlı, kimsenin diğer komşusunun güneşini engellemediği, küçük de olsa bahçesi olan, akşam sofralarına fesleğen kokularının karıştığı, arka sokakta düşen bir çocuk için bütün mahallenin seferber olduğu evler neden düşünülmezdi ki? Ahşap mescitli, “aile kasabı” ve “semt bakkaliyesi” ile bıçkını, kaçkını, meczubu ile renklenen mahalleler... Belki birilerinin aklına geliyordur da, hani “bir katı da- ha nasıl ekleyebilirim?”in endişesi rahat bırakmıyordur. “Garip bir kuştu gönlüm yâr, elimden uçtu gönlüm” Tavus kuşları toplu olarak mı yaşarlar acep? Sahi, anavatanları nerededir onların? Patatesin, lahananın bile anavatanı olur da tavus kuşlarının olmaz mı hiç? “Sesleri çok çirkin” demişti birisi. Tüylerinin, hususiyetle de kuyruklarının güzelliği dillerdeydi ama sesleri... Yaradan öyle lâyık görmüştü demek ki. “Saçının tellerine yâr, kapıldı geçti gönlüm” Bazen vazolardaki çiçeklerin içine sokuştururlardı tuğ gibi. Bir meltem gelmeye görsün kapı aralığından. Nazlı nazlı salınırdı sağına soluna sultan hanım misali. Hani etrafında halayıklar varmış da onlara emirler yağdıracakmış gibi. Acaba bu tüyler kendiliklerinden mi düşerdi yere; yoksa acımasız insanoğlu çekip koparır mıydı bir hamlede? O çirkin sesli tavus ne yapardı; kızıp bağırır mıydı? Tüylerini diker miydi hindi gibi? “Yuvayı dişi kuş yapar kızım.” Peki erkek kuş ne yapar Hasene hala? Ya da Nadide anne. Hanginiz dediyseniz. Kanadını açıp yuvasını kardan borandan korur mu? Toza pise, cayır cayır yakan güneş ışığına engel olmaya kalkar mı? Karşıdaki de şakısın diye şakımaya başlar mı tez elden? Ya da, ya da... “Anlıyorum şekerim, yalnızsın, bunalıyorsun. Konuşmak için beni bekliyorsun biliyorum ama şirketin işleri malûm. Ben Sait’i göndereyim. Konuşsun seninle biraz” mı der? Bilmiyor, bilemiyor Nihâl. Niye ta kasımda başlayıp, cemreler bitene kadar uğraştı ki bu örtü için?
|