KÜRESEL TEHDİT Ayşe Sena Ünsal Sayı:
40 -
1944 yılının Temmuz ayında New England'ın tatil beldesi Bretton Woods'ta bir araya gelen 44 ülkenin delegeleri bir konferans düzenlemişlerdir. Toplantının amacı küresel ekonomiyi düzenlemek, mali krizleri önlemek ve ortak para sistemini kurmak olmuştu. Bu da tıpkı kapitalist sistemin bir uzantısı hükmündeydi. Batı aydın çevrelerce ne kadar muazzam görünse de; mantıklı düşünen bir insan, bu sistemin gelişmiş ülkeler için faydası bulunurken; diğer ülkelerin daha ileri derecede sömürülmesi demek olduğunu anlamaktadır.
Küreselleşme "Ekonomik faaliyetlerin birbirine bağlanması, milli ekonomilerin artan ölçüde birbirine bağlantılı hale gelmesi" olarak tanımlanmıştır. (İskenderoğlu 2001/125) Roland Robertson küreselleşmeyi tanımlarken; "Dünyanın sıkıştırılması ve bir bütün olduğu şuurunun artması" olarak tanımlanmaktadır. Erol Manisalı ise "Küresel Kıskaç" adlı kitabında küreselleşmeyi şöyle açıklıyor; "Küreselleşme; ulusalcı politikaları bırakın, kapılarınızı büyük şirketler, güçlü devletler karşısında korumayın, sonuna kadar açın. Doğal kaynaklarınızı büyük şirketlere teslim edin onlar işletsin diyor." Küreselleşme bizim gibi manevi ve milli değerleri ile ayakta duran devletler için bir tehdit oluşturmaktadır. İstenilen, tüm sınırların kalkması ve dünyanın bir bütün olmasıdır. Peki, uzun yıllardır bizim arkamızdan türlü entrikalar çeviren; adeta haçlı zihniyeti taşıyan bu ülkelerin bir parçası olma arzusu nasıl bir düşüncenin eseridir? Sonuç kapitalizmin küreselleşmesi olacaktır.
Milli devletler tüm güçlerini değerlerine bağlılıktan almaktadır. Fakat sinsice gelen bu akım tüm sınırları alt üst edip; yok etmek için uğraşmakta gözü kapalı bazı aydınlarımız ise bu olayın iç yüzünü açıklamadan; ısrarla Avrupa Birliği'ne girmek için çaba sarf etmektedir. Bu o aydınlarımızın gerçekleri göremediği ya da hain olduğu anlamına gelmez. O kadar çok batı hayranı olmuşlardır ki; kendi öz benliklerinden kopup adeta bir Fransız, bir İngiliz gibi düşünmeye başlamışlardır. Bu zihniyet tarzı onların bizim lehimize değil de aleyhimize çalışmalarını sağlamaktadır. Biz de İspanya, İngiltere, Fransa gibi tam üye olabilsek ve Avrupa Birliği'ne girişimizde artılar eksilerden daha fazla olsa ve Avrupa Birliği dışında başka devletlerle birlikler kurma hakkımız olsa kendi medeniyetimizi temel alan devlet felsefemizle ve karşılıklı menfaat çerçevesinde elbette ki girmek isteriz. Fakat şartlı üyeliğe, müminler kardeştir inancına karşı etnik kimlikleri ayrıştırarak onlara otonomi vererek ve şehir devletleri oluşturarak kendi sömürü düzeni kurmak isteyen zihniyete evet dememiz mi gerekiyor. Zaten AVRUPA Birliği de bizi içine almak istemiyor. Eğer isteseydi diğer hiçbir ülkeye koymadığı bu şartları bize koyar mıydı? Amacı bizi kapıda süründürüp isteklerini her türlü yasa ve yaptırımlarla kendi gönül rızamızla ehle geçirip bir posa gibi fırlatmak. Çünkü Avrupa Birliği ekonomik değil siyasî bir birliktir. Bu birlik, başkanı, dışişleri bakanı olan, Merkez Bankası olan, parası olan, ordusu olan adı açıklanmayan Avrupa Birleşik Devleti olma yolunda olan Hıristiyan devletidir. Bizse kendi hakikat medeniyetimizi yeniden dirilmeliyiz.
Kendi medeniyetimizi temel alarak İslâm birliğini inşâ etmek bazılarının dediği gibi hayal değil gerçek bir idealdir. İslâm coğrafyasında yaşayan her ferdin, her devlet adamının aslî görevidir. Aksi durumda şu anki ve geçmişteki devlet adamlarına yakıştırılan onların da ABD ve Avrupa Birliği adamı olma yarışına katılmaktan kendimizi kurtaramayız. Elimizde ne kadar maddî olanağımız varsa alacaklar ve iş işten geçmiş olacak. Daha önce savaşlarla alamadıklar hayallerini kendi gönül rızamızla verme yolundayız.
New Perspectives Quarterly dergisi için yapılan söyleşide eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard D'estaing Türkiye için şunları söylüyor:
Türkiye'nin Avrupa Birliği içinde yeri olmayacak.
Bu gün Avrupa'da hiçbir lider Türkiye'yi Avrupa Birliği içinde istemiyor. Yarın içinde böyle niyetleri bulunmuyor. Türkiye'ye haksızlık yapılıyor. Çünkü Türkiye Avrupa Birliği tarafından aldatılıyor. Helsinki'de aday yapılması Türkiye'ye boşuna umut vermektir.
Bunları biz değil içine girmek için adeta kölesi konumuna girdiğimiz Avrupa Birliği'nin bir parçasından duymak dahi aydınlarımızı, siyasilerimizi etkilemiyor. Körü körüne bir yolda koşup ilerliyoruz. Küçük bir çocuk gibi uçuruma doğru gülerek gidiyoruz. Batılı ülkelerin peşinde koşarken çevremizdeki komşu ülkelerimizle Rusya, Ukrayna, Suriye, İran, Irak, Arabistan vs. gibi ülkelerle de iletişimimizi sürdürsek en azından biri olmazsa iletişimimizi sürdürsek en azından biri olmazsa diğer ilişkilerimizi yoluna koysak daha mantıklı olmaz mı? Fakat halkımız bu konuda o kadar cahil ve seviyesiz bırakılmış ki; ilk yapılması gereken çevremizi bilinçlendirmektir.
"Kıbrıs'ı madem istiyorlar uğraşmaya ne gerek var verin gitsin" diyor bir tanesi. Atalarımızın bu uğurda döktüğü kanları hiç düşünmeden... Bir diğeri; "Aman canım zaten oranın halkı da verilmesi taraftarı, bize ne oluyor ki?" diyor. Peki, o zaman Güneydoğuyu da Kürtler istiyor. Kürdistan için verelim gitsin mi diyeceksiniz? Bu ne kadar basit bir düşünce sistemi?..
Evet, gelelim en can alıcı meseleye; Yunanistan Avrupa Birliğine girerken neden Atina'ya Türkiye ile sorunlarını çöz de gel demediler? Bizim ayrıcalığımız nedir ki böyle bir istekte bulunmuyorlar... Neden biz çözüyoruz da Yunanistan çözmüyor? Sorunların 1963-1964'te çıkmasının sorumlusu Rumlar değil miydi? Hem unutmayın eğer Kıbrıs istenilen şartlarda verilirse artık Türkiye'den Kıbrıs'a gitmek isteyenler vize almak zorunda olacak. Tıpkı şu anda Yunanistan'a gittiğimiz gibi... Türkiye Avrupa Birliği'ne girmiyor. Onun yönetimine giriyor. Yani manda konumunda tek taraflı bir anlaşma yapıyor. Avrupa Birliği'ne girmek demek her şeyden önce Âdem Aleyhisselâm'dan bu yana kesintisiz devam eden medeniyetimizin, milletimizin ve devletimizin yok olması demektir.
Allah (cc) siyasîlerimizin eğrisiyle doğrusuyla gerçekleri görmelerini nasip etsin... Bizler gönülleri fethederiz. Onlar gönülleri işgal ederler...
|