KUR'?N-I KER?M'E (Ysl?m Dini'ne) MUSALLAT OLAN B?Y?K HASTALIK İbrahim Buğalı Sayı:
63 - Ekim / Aralık 2008
Bugün hemen dünyanın her tarafında ve bilhassa Türkiye'de bulunan Müslümanlar, Kur'ân-ı Kerîm tercümesi okumak sevdasına düşürülmüştür. Bunu teşvik edenlerin bazıları, İslâm'a hizmet ettiklerini zan ederek, bir kısmı para kazanmak ve bir kısmı da kasıtlı olarak Kur'ân-ı Kerîm'in ilâhî vasfını ortadan kaldırarak Tevrat-ı Şerif'in ve İncil'i Şerif'in akıbetine döndürmek istemektedirler. Ayrıca bu hastalığa müptelâ olan kimseler, ilk önce bazı insanların abdest almadan, Kur'ân-ı Kerim'i ellerine almalarına, yani haram işlemelerine sebebiyet veriyorlar. On beş asırdan beri, bir harfi, bir harekesi ve bir noktası dahi değişmeden günümüze kadar gelen bu mukaddes Kitap'a saygısızlık cidden çok üzücüdür. Kur'ân-ı Kerîm'e saygı duymayanlar, hürmette kusur edenler, ondan asla istifade edemezler. Çünkü Cenab-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerîm'in, "Ancak muttakilere hidayet edeceğini" kesin olarak bildirmiştir. Büyük ilm-i kariyer ve ihtisas isteyen bu mevzua dalmak, çok sakıncalı ve tehlikelidir. Fakat bu hain emellerine asla muvaffak olamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de "O'nu biz indirdik ve biz muhafaza ederiz." buyuruyor. Yalnız bu tutum içinde olanlar, birçok kimseleri yanlış yollara düşürmek suretiyle dinden çıkmalarına sebebiyet vermektedirler.
Bu hastalığın ne kadar büyük ve tehlikeli olduğunu, büyük velilerden, gerçek İslâm Âlimi ve Mutasavvıfı Es-Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri çok açık bir şekilde beyan buyurmuştur. Aynen aşağıya alıyoruz.
"Herhangi bir kavm, Allah'a karşı nakz-ı ahd (Emaneti-İslâmî emirleri) terk ederse, kalplerini kasavet peyda eder. Yani kalpleri hasta ulur. Böyle olan bir kavm, Kur'ân-ı Kerîm'in ma'na ve Murâd-ı İlâhisini akl-ı sakımine (hasta-bozuk aklına) göre tahrif eder-bozar."
Bu zamanın fesadını da şöyle açıklamıştır: "Bu bir zamandır ki, Şeâir-i Şeriat muhtefi (dinin bütün hükümleri görünmüyor), Şâh-ı Râh-ı Tarikat hali (yolların en güzel ve başta geleni bomboş hiç giden yok), İnsanlarda Nefs-i Emmâre (kötülükleri daima emreden nefs) hâkim, Cündü İblîs, Şeytan'ın askerleri her tarafta icrayı hüküm sürmektedir. Gerçek ilimler tersine dönmüş, tarikat yolları tıkanmış ve hiç gidenleri de kalmamıştır. Tasavvuf'un manası bozuldu ismi kaldı, erkânı kırıldı resmi kaldı, belki ismi ve resmi de tebdil ve tahvile uğradı. Ehli olmayanlar, süslü ve karışık sözlerle, felsefeden alınmış bazı görüşleri asıl zannetmişlerdir. Hâlbuki "Tasavvuf" maden-i hakâiktir. O'nu görenler bildiler, anladılar. Görmeyenler ya sâhây-i taklitte kaldılar veya şüphe ve tereddüde düşerek inkâr bataklığına girdiler."
Aynı şekilde, bu tehlikenin ne kadar büyük olduğu, Celâleyn Tefsiri'nin Haşiyesi olan "Sâvî'de" de çok açık bir şekilde izah edilmiştir. Şöyle ki: "Hak dört mezhebten başka hiçbir mezhebi veya herhangi bir şahsın görüşünü (ictihadını) taklid etmek asla caiz olmaz. İsterse bu taklid ettiği görüş, Sahâbî'nin sözü olsa veya sahih bir hadis olsa veyahut da bir ayet-i celile olsa yine caiz olmaz. Çünkü dört mezheb'den hariç olan bir kimse hem delalettedir ve hem de başkalarını yanlış yollara sevk eder. Çok kerede bu yanlış hareketi kendisini küfre sokar. Bu sebepten dinî hükümlerde söz sahibi mutlak müctehidler olduğu için, bu gibi ehliyetsiz kimselerin görüşlerine itibar edilemez, daima hata ederler, hüküm çıkarma yetkileri de yoktur. Kitap'ın "Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hadis-i Şeriflerin zâhiri ile amel yapmak kâfirlerin âdetindendir." Celâleyn Tefsirinin haşiyesi Sâvi, cilt 3 sh(10).
Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Selem, ehli olmadan Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmeye ve açıklamaya çalışanların kimler olduğunu şöyle beyan buyurmuştur: "Kur'ân-ı Kerim'i kendi re'yi (görüşü) ile tefsir eden gerçekten kâfir olmuştur."
Bu gün memleketimizde her önüne gelen tercüme yapmaya çalışıyor. Bunların bir kısmının görüşüne göre, Cuma namazının kadınlara da farz olmasını, kadınların erkekler arasında beraberce namaz kılmalarını, Domuzun eti hariç her yerinin helâl olmasını. Setr-i avret hususunda kadın ve erkeklerin farkı olmadığını, kadınların başlarının örtülmesi hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de hüküm olmadığını, daha nice insanları küfre sokan gerçekleri inkâr etmek icap eder. Cenab-ı Hakk, bunların şerrinden Müslümanları muhafaza buyursun. Hâlbuki gerçek müfessirler mezheb imamları mutlak müctehidlerdir. Sonradan yazılan tefsirlere te'vîl denir. Te'vîl'in makbul ve mu'teber olması için de dini hükümlerin kaynağı olan tefsire muhalif olmamasıdır, eğer muhalif olursa makbul ve mu'teber değildir. Dört mezhebin dâire-i mezhebiyyelerinde müctehid filmezheb olan meselâ, Hanefi'de: İmam-ı Muhammed, İmam-ı Ebu Yûsüf ve İmam-ı Züfer, Şâfiî Mezhebinde: İmam-ı Nevevî, İmam-ı Râfiî ve İmam-ı Gazalî gibi zevât-ı kirâm'ın ictihadları da dinin esasatını teşkil eder. Bunlara uyan mes'eleler makbul, değil ise red olunur. Kelâmda ise Ebu Mansur Matüridî ve Ebulhasan El-Eş'arîdir. Dünyanın sonuna kadar böyle devam edecektir. Tefsirden maksat, murada-ı İlâhidir. Müfessir: Murada-ı İlâhiyi Kelâm-ı İlâhiden anlayanlardır. Bu da ancak sevgili Peygamberimizin lisan-ı saadetlerinden Sahabe-i Kiram'a, onlardan Tabiin ve Tebei Tabiin ve bu şekilde sadık rivayetlerle fükaha ve mütekellimine ulaşan rivayetlerdir. Bundan fazla ve zâid şeylere tefsir denmez, te'vîl denir. Te'vîl'in ölçüsü de tefsirdir.
Biz buraya bir buçuk asırdan beri memleketimizde yayınlanmış olan yüz elliye (150) yakın Kur'ân-ı Kerîm tercümesi arasından en muteber, en çok okunan ve itimat edilen bir Tefsir-Tercümeden örnek vererek, Müslümanların nasıl yanlış yollara saptırıldığı ve bir şey öğreneceğim diye Kur'ân-ı Kerîm'i inkâra kadar uzanan bir hale getirildiğini göstermek için sadece bir misal vereceğiz. Diğer tercümeler arasında açık küfürler dahi bulunduğu ve Diyanet İşleri Reisliği tarafından da, falanca şahsın yazdığı tercümenin yasak ve tehlikeli olduğu, müslümanların uyarılması için bir tamimin de yayınlandığı bilinmektedir. (Merhum Hasan Basri Çantay, bu tamim ile tercümenin sahibini açıklamıştır.) Ayrıca Türkçe tercüme teşebbüsüne memleketimizde Şiilerin teşebbüs ettikleri, Cevdet Paşa tercümesi diye, Cevdet Paşa'ya izafe edilip, Naci isminde bir Şii'nin ismiyle takriz de yazarak takdim ettikleri bilinmektedir. Takrizi de Merhum Muallim Naci yazmış zannedilsin diye Şii Naci'nin soy ismini de yazmamışlardır.
Kur'ân-ı Kerîm'in en kısa suresi, "İnnâ a'tayna" suresidir. Bu surenin benzerini, bütün insanların ve cinlerin bir araya gelip, biri birilerine yardım etmek suretiyle yapmaları mümkün olmadığını, Kur'ân-ı Kerîm haber vermektedir. Böyle muazzam bir kitap'a ehil olmadan, Murâd-ı İlâhisini anlatmaya çalışmak en büyük gaflettir. Böyle bir güç herkese verilmiş değildir. Eğer gaye Kur'ân-ı Kerîm'in emirlerini öğrenmek ve tatbik etmek ise, fıkıh kitaplarında en ince teferruatına varıncaya kadar hepsi en mükemmel bir şekilde açıklanmıştır. Hattâ mezheb imamlarının yazdığı bu fıkıh kitaplarını okuyarak dini bilgileri elde etmek, Kur'ân-ı Kerîm'i okumaktan daha çok sevaplıdır. Hâlbuki Kur'ân-ı Kerîm okumaktan daha büyük ibadet olamaz. Ezberden abdestsiz okunursa her harfe on sevap, abdestli okuyana yirmibeş sevap, namazda okuyana yüz sevap verilir. İşte görülüyor ki, fıkhî bilgileri öğrenmek daha çok sevaplıdır. ( Kur'ân-ı Kerîm'i abdestsiz ele almak haramdır.)
Gayemiz, Kur'ân-ı Kerîm'i, mânâsını da anlayarak en güzel bir şekilde okumak ve okutmaktır. Bunun için de ehil olmak gerekmektedir. Bir kimse, Kur'ân-ı Kerim'den tarihî bir konuyu öğrenmek istiyorsa, İslâm tarihçileri bunları en güzel bir şekilde yazmışlardır. Dinî konuları öğrenmek istiyorsa, fıkıh âlimleri kitaplarında en ince teferruatına kadar açıklamışlardır. Kur'ân-ı Kerim'i asıl kaynağından öğrenmek istiyorsa, onunda şartları vardır, bilmesi lâzım ve ehliyetli, liyakatli olması gerekir.
Bu hususun iyi anlaşılması için bir olayı hatırlatmak isteriz. Otuz beş kırk sene önce; Merhum Hocamız, Ermenekli Saffet Aysu Efendi'ye, İstanbul'un en büyük hocası ve âlimi olarak tanınan bir hocanın "Usûl-i Fıkıh" okuttuğunu talebeleri söyleyince, çok üzülüp şöyle buyurdular: O, Usûl okutamaz, selâm söyleyin eğer dine hizmet edecekse, fıkıhtan "Mültekâ" okutsun buyurdular. Çünkü İlm-i Usûl, Şer'i delillerden hüküm çıkarma (kanun yapma) ilmidir. İşte görülüyor ki, her ilmin bir ihtisas sahası olup o ilme liyakat gerekmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in tefsir ve tercümesine gelince, çok hassas olmak gerekmektedir. Çünkü ufak bir hata ve şüphe imanı götürüp dünya ve âhiret saadetinin elden çıkmasına sebep olur. Çok def'a şahit olduğumuz gibi, Kur'ân-ı Kerîm'i yüzünden aslı harfleriyle okumasını bilemeyen kimselerin, İmam-ı A'zam'ın dahi ictihad sahası haricinde bulunan (yani açık nas olan) yerlerde hüküm çıkarmaya çalıştıkları görülmüştür. Böyle bir tutum içine girenler, misyonerlerin sokaklarda İncil dağıtmalarına özenti duyarak, bizde kendi kitabımızı neden okumayalım diye kendilerini haklı gibi görmeye çalışıyorlar. Hâlbu ki, Hıristiyanların elinde bulunan İncil namı altındaki kitapların, ne İsa Aleyhisselâm ile ve ne de Kur'ân-ı Kerîm de zikr edilen İncil-i Şerif ile alakası yoktur. Biz Müslümanlar ancak Cenab-ı Hakk tarafından İsa Aleyhisselam'a gönderilen İncil-i Şerif'e inanırız. Misyonerlerin gayesi, Kur'ân-ı Kerîm'in kudsiyetini ve İlâhî vasfını bozmaktır.
Büyük velilerden Abdullah Tüsterî Hazretleri şöyle buyurmuştur: Eğer Musa Aleyhisselâm'ın, İsâ Aleyhisselâm'ın ümmetleri arasında İmam-ı A'zam gibi âlimler olsa idi, Musa Aleyhisselâm'ın ümmeti Yahudi ve İsâ Aleyhisselâm'ın ümmeti de Nasara (Hıristiyan) olmazdı.
İşte yukarıda söylediğimiz muteber tefsirden bir misal veriyoruz. Daha bu mevz'u gibi çok hassas konular vardır ki, birçok müfessirler bile bunu anlamakta ve izah etmekte aciz kalmışlardır.
(Sure-i Hac, ayet 40, sahife 344): "Onlar, Rabbimiz Allah'tır demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını, (müşrikleri) bir kısmı ile (mü'minlerle) defetmeseydi, içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan Manastırlar, Kiliseler, Havralar ve Mescidler mutlaka yıkılırdı. Allah kuvvetli ve her şeye galip olandır." (Merhum Elmalı Hamdi Yazır. Hikmet Neşriyat Ltd. Şirketi. İst. 2006)
Bu Ayet-i Celile'nin mealini okuyanların, Havra ve Kiliselerin de, Allah'ın ismi çok çok zikredilen mabetler olduğuna inanacaktır. Bu inanç ise, imanı götürmektedir.
Ayet-i Celile'nin gerçek mânâsı: "Musa Aleyhisselâm zamanında, İsâ Aleyhisselâm zamanında ve Peygamberimiz Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem zamanında namaz kılınan yerler (mescidler) demektir." Tefsir-i Kebir sahibi Fahrurrazi, Celâleyn Tefsirinin Haşiyesi Sâvî ve diğer Arabî Tefsirler bu konuyu geniş bir şekilde açıklamışlardır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, daha önce geçen bütün şeriatları nesh etmiştir. Yani hükümlerini kaldırmıştır. Şu anda Allah'ı zikr etmek, namaz kılmak ve ibadet yapmak ancak Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e tabi' olmakla makbul olur. Her peygamber'e kendi devrinde-zamanında tabi' olunur. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Selem bütün dünyadaki insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Bu inançta olmayan kimseler, Müslüman değildir. Müslüman olmayanların da ibadeti elbette kabul olunmaz.
Sure-i Maide'de Cenab-ı Hak, bugün dininizi tamamladım ve din olarak da İslâm dininden razıyım diye bu mevzu'u kesin olarak bildirilmiştir. Dinde söz sahibi ancak mutlak müctehidlerdir. Dört Mezheb imamları gibi. Daha sonra gelen İslâm âlimleri, dinde değil mezheb'de veya mes'elede veyahut ta bu âlimlerin ictihadları dâhilinde nakil yapmak ve fetva vermekle mükelleftirler
Biz burada mutlak müctehidlerde bulunması gereken vasıfları açıklamaya çalışacağız.
Mutlak müctehidler: "Arabî yüksek ilimleri tamamen bilip, Kur'ân-ı Kerîm'i ezberden bilmek, her Ayet-ı Kerîme'nin manay-ı muradisini, manay-ı işarisini ve manay-ı zımni ve iltizamisisi (ne ve neye mahsus olduğunu) bilmek ve Ayet-i Kerimelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeplerini ve ne hakkında geldiklerini, külli ve cüz'i olduklarını, nâsih ve mensûh olduklarını, mukayyed veya mutlak olduklarını ve "Kırâet-i Seb'a ve Aşere'den" (yedi ve on türlü okunuş) ve Kırâet-i Şazze'den (kaideye uymayan okunuş) nasıl hüküm çıkarıldığını bilmek lâzımdır.
Ayrıca Kütüp-i Sitte de ve diğer hadis kitaplarında ki, yüz binlerce hadisleri ezberden bilmek ve her hadisin ne zaman ve ne için irad buyurulduğunu ve mânâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadisin diğerinden önce veya sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak'a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakil ve rivayet olunduğunu ve nakil eden kimselerin ne halde ve ne ahlâkta olduklarını bilmek gerekir.
Yine bilinmesi ve aşina olunması gereken ilimlerden, fıkıh ilminin usûl ve kaidelerini iyi bilmek, on iki ilmi ve Kur'ân-ı Kerîm'in ve hadis-i şeriflerin, rumuzlarını (gizli işaretlerini), açık ve kapalı mânâlarını kavramak ve manalar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli iman sahibi olmak ve itminan (şüphe ve tereddüdden arınmak) ile dolu, nurlu ve saf bir kalbe ve vicdana malik olmak lâzımdır.
Şuurlu bir Müslüman, bu gerçekleri öğrenince, bir kimsenin bunları bilmesinin bin def'a muhal olduğunu elbette bilir. Bazı sapık kişiler, bu ilimleri ayrı ayrı bilenleri bir araya getirip beraberce ictihad yapılacağını iddia edip etrafındaki Müslümanları aldatmaya çalışmışlardır. Bu ise, reformcuların yaptıkları tahrifattan daha büyüktür.
Yukarıya aldığımız bilgileri, Es-Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri'nin eserlerinden aldık. O, büyük İslâm âlimi ve mücahidi, devamlı olarak biz, İslâm dini hakkında yeni bir şey söylemekten hayâ ederiz. Çünkü selef-i sâlihin hazaratı izah etmedik ve yazmadık hiçbir mes'ele bırakmamışlardır. Bizler onları anlayıp Müslümanlara arz etmek vazifesini bile yerine getiremiyoruz.
Hicrî sekizinci asırda yaşayan "Bezzâz" Muhammed ibni Muhammed'i-l Kerderî Hafız'i-d Din, Fetevay-i Bezzâziye sahibi "Babü'l-Vasiyyede, İlim nerede? Ulema nerede? İlim ve Ulema neye yok oldu" diye üzüntüsünü böylece açıklamıştır.
Müftiyi's- Sekaleyn Ebüssuud Efendiye "niçin mühim mes'eleleri toplayıp bir eser te'lif etmiyorsun" diye sorulunca, "Bezzâziye" kitap'ı var iken sahibinden hayâ ederim, çünkü o mühim mes'eleleri lâyıkıyla ihtiva eden bir eser yazmıştır" diye cevap vermiştir.
İmam-ı Suyûtî hicri 845, miladi 1445 de doğdu. Beş yüzün üzerinde eseri olup aynı zamanda Celâleyn Tefsirini Sure-i İsra'dan sonra aynı üslup üzerine tamamlamıştır. Böyle büyük bir âlim şöyle buyurmuştur: Bu zamanda ictihad iddiasında bulunanlar, cahillerin en cahili, fasıkların da en fasıkıdır. Bunların şerrinden ve böyle büyük belâlardan emin olmak için Cenab-ı Hakka sığınırız.
Abdülkâdir Geylânî Kuddise Sirruh Hazretleri, Hanbelî Mezhebini taklid edip, dünyanın her tarafında bulunan mezheplerin müftisi idi. Onun irşadı ve hidayeti dünyanın her tarafında umuma şamil olup herkese ulaştı, onu tanımayan ve onun irşadı ile amel yapmayan kimse kalmamıştır. Fakat ictihad da'vasında bulunmamış, İmam-ı Ahmed ibni Hanbel Hazretlerini taklid etmiştir. Kesin olarak anlaşılmıştır ki, dört mezhebin haricinde bir görüşü taklid etmek caiz değildir ve bu hususta "İcmâ-i Ulema" olup haricine asla çıkılamaz. Bunların akıbetinden de korkulur.
Aynı zamanda, geçmiş ulemanın aleyhinde bulunan kimselerin, şer-i mahkemelerde şehâdeti kabul olunmaz. "Kudûri, babüşşehâde."
İmam-ı Buhârî, kendi hocasından hiçbir hadis rivayet etmemiştir. Sebebi sorulunca, talebeliğim zamanında, hocamızın atı kaçmıştı, onu yakalamak için başındaki fesini tutarak içinde bir şey olmadığı halde, hayvana bir şey var gibi hareket ederek hayvanı kandırdı, bu sebepten hadislerini almadım cevabını verdi.
Yıldırım Bâyezid Cennet Mekân Hazretleri, bir mahkemede şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah mahkemeye geldi ve herkes gibi o da ellerini önünde bağlayarak ayakta bekledi. Devrin Bursa kadısı Molla Şemseddin Fenârî, dik dik padişahı süzdükten sonra şu hükmü verdi: "Senin şahitliğin geçersizdir. Zira sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu halde namazları cemaatle kılmayan biri, yalancı şahitlik edebilir demektir." Bu yüzden itham karşısında herkes, Yıldırım Bâyezid'in hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynu bükük halde mahkemeyi terk etti. Bu olaydan sonra sarayın yanı başına bir cami yaptırdı. Bundan sonra namazlarını cemaatle kılmaya başladı.
Şahidin âdil olması ve sehâdet ederim demesi lâzımdır. Büyük günah işlemeyen ve küçük günaha devam etmeyen ve iyiliği kötülüğünden çok olana (Âdil) denir. Raks ile söz ile (şarkı, çalgı ile) başkalarını eğlendirenlerin şahit olamayacağı, (Mecelle'nin) 1705. maddesinde yazılıdır. Müslüman'ı sebb etmek (sövmek), kötülemek büyük günahtır, âdil olma vasfını giderir. O zamanda şahadeti kabul olmaz. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız bilgiler, çok kısa olarak beyan edilmiştir. Fıkıh kitaplarımızda çok mufassal bir şekilde bilgiler mevcuttur. İslâm hukukunda beyan edilen vasıflara haiz olan her Müslüman şahitlik yapabilir. Amma bu zamanda İslâm hukuku'nun istediği vasıfta şahit gösterecek bir kimse bile hemen yok gibidir. Fakat dini hükümlerin istinbatı (çıkarılması) için de büyük bir ilmi kariyere sahip olmak gerekir. İmam-ı A'zam ve diğer mezheb imamlarından sonra bu vasıflara sahip olan kimseler görülmemiştir.
Bu gün memleketimizde ve diğer İslâm ülkelerinde dört hak mezheblerin haricinde bir din arama hastalığı mevcuttur. Bunların arzu ve istekleri yeni bir din ihdas etmek, "Selef-i Salihin" ve "Selef-i Sadikin" Hazaratına muhalif, dolayısıyla Ehl-i Sünnet inanç ve i'tikadına karşı dini içten yıkmak isteyenlerin görüşünü hâkim kılmaktır. İlâhiyatçılar arasında çok değer verilen, büyük etkisi bulunan ve unvan sahibi kimselerin yazdıkları tercümeden örnek vereceğiz. Yukarıda şehâdet ve içtihat hakkında aranan vasıfları bir nebze öğrendik. Kimleri ve kimlerin yaptığı tahrifatı (bozuk fikirleri) Müslümanlara takdim etmeye çalışıyorlar göreceğiz.
İşte, Sure-i A'raf, ayet (71) deki yapılan tahrifat: "Reşid Riza'nın kaydettiğine göre Muhammed Abduh, bu hadisenin İsrâil oğullarını tehdit amacı taşımadığını, çünkü tehdit ve baskı ile inandırmanın, yükümlülük ilkelerine aykırı olduğunu ifade etmiş ve "Tur" dağının üzerlerine kaldırılmasını bir nevi deprem olabileceğine dikkat çekmiştir," demek suretiyle, Reşid Riza, Abduh ve Cemaleddin-i Efganî gibi, hüviyetleri meçhul kişilerin görüşlerini, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsir ve tercümelerine karıştırmaları gerçekten çok üzücüdür.
Bu ayet-i Celile'nin, gerçek mânâsı: "Tevrat'ı Şerif'in hükümlerini kabul etmekten kaçındıklarında, ahid ve misaklarını kabul etsinler diye "Tur Dağını" İsrâil oğulları üzerine kaldırdık." Görüldüğü gibi, burada deprem diye bir şey yok, açık olarak "Tur Dağı'nın" üzerlerine kaldırılması vardır.
Üstad diye takdim ettikleri Abduh, "Elemtere" Suresindeki, Ebabil kuşlarının, Ebrehe'nin ordusu üzerine Cehennem'den alınmış olan taşları atmalarını da kendi görüşü ile izah etmiş, mikroplu taşlar ve çiçek hastalığı ile açıklamaya çalışmıştır. Bu İslâm'ın düşmanı kişiye, Merhum Elmalı Hamdi Yazır tefsirinde, bu çirkin saldırıyı, şüpheye mehal kalmadan cevaplandırmıştır. Merhum Abdürrahim Zapsu Bey'de bu konuyu, "İslâm Tarihi" isimli eserinde daha geniş bir şekilde tahlil yapıp, Abduh'un asıl hüviyetini ortaya çıkarmıştır. Biz, bu sapık kişileri suret-i hak'tan göstermeye çalışanların asıl gayelerinin bilinmesi için, son Osmanlı Şeyhülislâm'ı eşsiz İslâm âlimi "Mustafa Sabri Efendi'nin" de bir açıklamasını buraya alıyoruz.
"Merhum Mustafa Sabri Efendi: "Mevkifü'l- Akli Ve'l- İlm", adlı eserinde, Abduh, ıslah ismi altında Ezher Üniversitesi'ni ve Ezher'de bulunanları, ıslah değil adım adım dinsizlere yaklaştırmıştır. Cemaleddin'i Efganî vasıtasıyla Ezher'e masonluğu sokan da odur. Nitekim Mısır'da kadınların açılıp saçılmasını teşvik etmiş, bu hususta çalışma yapan Kasım Eminî'yi destekleyen de yine Abduh'dur."
Ayrıca, İzmit İmam Hatip Lisesi Müdürü "Ali Nar" Hoca Efendi: "Orta Doğu Günlüğü" isimli eserinde, Abduh'un ve Cemaleddin-i Efganî'nin alevi ve mason olduklarını şüpheye mahal kalmaksızın açıklamıştır.
İslâm'ın baş düşmanı olanların dinde söz sahibi gibi gösterilmesi, cidden üzüntü vermektedir. İmam-ı A'zam, diğer mezheb imamlarının ve müfessirlerin yerlerine kimler konmak istenmektedir? Bunlar ayrıca, mezheb mensupları, Kur'ân-ı Kerîm'in her asra göre hitap ettiğini dondurup, İslâmiyet'in her zamana göre inkişafına engel oldular diye, batıl bir görüşü yaymaya çalışmaktadırlar. Bunlara deriz ki, Osmanlılar ve daha önceki İslâm devletleri, İslâm dinini mezheblerin içtihadı ile tatbik etmişler, dünya hâkimiyetini de daima elde tutmuşlardır. Müslümanların geri kalışı, Mezheb İmamlarının içtihadına muhalefetleri ile meydana gelmiştir. Tarih buna şahittir. Ziya paşa da bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
İslâm imiş terakkiye ba bendi pesendi
Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı.
Ekâbir-i Kiram'dan "El- Kâdî Ebu Bekr ibni El- Arabî Hazretleri", Kânun Et'-Te'vîl isimli eserinde 77.450 kadar ilim olduğunu yazıyor. Bütün ilimler Kur'ân-ı Kerîm'de mevcuttur. Fakat insanların anlayış ve akılları bundan aciz kalmıştır. Buyuruyor.
Görülüyor ki, İslâm dini (mezheblerle) fenne ve terakkiye engel olmayıp daima teşvikçisi olmuştur. Mezheb imamlarının içtihadı ile Nübüvvet- Şeriat müessesesi muhafaza edilmiştir. Yeni bir din için peygambere ihtiyaç vardır, bunun da muhal olduğu gün gibi aşikârdır. İşte bu kesin bilgiler gösteriyor ki, hak gidince onun yerini batıl alıyor.
Hadis-i Şerif: "Kur'ân, en büyük zenginliktir, onun dışında başka bir zenginlik yoktur."
Hadis-i Şerif: "Kur'ân-ı Kerim, öyle bir kitaptır ki, bir milleti zirveye çıkarır ve bir milleti de yerin dibine geçirir." Yani gösterdiği yoldan gidenleri zirveye, muhalefet edenleri de en aşağıya indirir. Türk Milleti buna misal değil mi? Ayet-i Celile meali: "Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder." İşte Kanunî'nin Fransa'da dansı önlemesi, şu anda bizim de Güney Kıbrıs'ta Rumların parmak kaldırmalarına muhtaç oluşumuzun delili.
Cennet Mekân Kanunî Sultan Süleyman Han Hazretleri, Ehl-i Sünnet inancı üzere, aynı babası Yavuz Selim Han ve Mübarek Ecdadı gibi, İslâm'ın hizmetçisi olduğunu, Allah'ın Resûl'ü Halifeleri'nin rehber olmasını istemiştir. Osmanlı Devleti, Hanefi fıkhı üzere idare olunmuş, diğer hak mezheblerin içtihadına göre de mensuplarına uygulama yapılmıştır. Kanunî'nin bu icraatı vefatı esnasında daha bariz bir şekilde görülmüştür. Vasiyeti okununca beraber kabre konmasını istediği sandıktan 46 senelik icraatı çıkmış, bütün işlerini Şeyhülislâm'ın fetvaları ile yaptığı anlaşılmıştır. İşte Halife-i Müslimîn ve gerçekten İslâm'a bağlılık. Aşağıdaki beyitler, gayenin İslam'a hizmet olduğunu ne güzel açıklamıştır.
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Olsa kumlar sayısınca ömründe hadd ü adet
Gelmeye bu şişe-i çerh içre bir saat gibi.
Bize farz olmuş iken olmamız İslâm'a zâhir,
Nice bir oturalım bunca günahı çekelim
Umalım rehber ola bize Ebû Bekr ü Ömer
Ey Muhibbi! Yürüyelim şarka sipahi çekelim.
Selâm, hidayet üzere olanlarındır.
|