G?L HANIMIN YEMENYSY Fatma Pekşen Sayı:
63 - Ekim / Aralık 2008
Kadın, ablak beyaz yüzünü bir çerçi boncuğu gibi süsleyen iri mavi gözleriyle, az önce sulayıp süpürdüğü minik avlusunu kolaçan etti. Akasya ağacından düşen bir iki küçük dalcık, temiz avluda gözüne pürüz gibi gözüktü, çabucak alıp dış kapının arkasına dayadığı içi çer çöple dolu paslı tenekenin içine attı. Geniş eteğini toplayarak, her sene bahar başında kurup, sobalar yanarken bozduğu seyyar sedirine anaç tavuk rahatlığıyla oturdu. Eski, mavi basma elbisesini bozarak yaptığı "çaput minder"e öylesine yayılıp, öylesine kurulmuştu ki, senelerce kaldırmasalar ses çıkarmayacaktı.
Günler de amma uzamıştı ha!.. Gece, peçesini yırtıp, yerini gündüz denen aydınlığa verirken uyanmış, o kadar işi gördüğü halde daha yeni yarılanmıştı. Bir sinema önünde kabak ve ayçiçeği çekirdeği satan kocasına, kızının yazılmış defterleriyle bir sürü fişek bile yapıp hazırlamış, yarına iş bırakmamıştı. Yarın önemli bir gün olacaktı...
Güneş avluyu dolaşıp akasya ağacının üstünden son kez sarı öpücüklerini gönderirken vakit dolacak, başına peştamalını çekip, azgın azgın akan derenin üstündeki köprüyü kuş gibi geçip, ilkokulun kapısına gidip zilin çalmasını bekleyecekti.
Makine civcivi haşarılığındaki, ele avuca sığmayan öğrencilerin tiz sesle bahçeyi, caddeyi doldurduğu demlerde, birkaç arabalı ebeveynle aynı heyecanı paylaşacak, kendi "Birtane"sine kavuşmanın heyecanını yaşayacaktı...
Her seferinde olduğu gibi en sona kalacak, öğretmenlerin "Hayırlı akşamlar Mihriban anne" sesleri arasında kızcağızını sırtlayarak, yolları köprüleri geçirerek "Küçük Cennet"ine, yani evine getirecekti.
Oturduğu minderden, her şeye sahip kraliçe edasıyla süzdü etrafını. Kimselere heveslenmeyecekleri bir biçimde, cevizinden fındığına, ıhlamurundan elmasına, vişnesinden dutuna kadar, bahçenin orasında burasında uzak diyarlardan gelmiş, hatırı sayılır misafir rahatlığıyla kurulmuş, gerilerden gelen Karadeniz rüzgârıyla nazlı nazlı salınan ağaçlar bulunuyordu.
Avludaki akşamsefaları, hüsnüyusuflar, aslanağızları, karanfiller, güller her biri ayrı renkte, ayrı kokuda ahenk katıyordu "Küçük Cennet"e.
Kireç kokulu üç geniş odası, kocaman mutfağıyla, her köşesinde ayrı emeğinin kendisini gösterdiği, kaynatasından kalma ev lebaleb huzur doluydu.
Talip'le evlendiğinde, her ikisinin de yaşı bir hayli ilerlemişti. Öyle köklü bir işi yoksa da geçim sıkıntısı da çekmiyorlardı. Kimi gün banliyö treniyle birkaç istasyon ötedeki ırmağa balığa gidiyor, kimi gün İstanbul'a mala giden esnafların dükkânlarını bekliyor, kimi gün de sinema önünde, çekirdek, mısır vs satıyordu. İyi adamdı Talip...
Kadın, seyyar sedirin altından elişi torbasını çıkardı, en sevdiği işlerden biri olan oyasını örmeye koyuldu. Mavi gözleriyle tezat oluşturan kırmızı ipliği mekiğine dolamış, mekiğin çıkardığı "çıt çıt" seslerini, memleketine hasret yeni gelin açlığıyla, sıla türküsü dinler gibi dinliyor, bundan sonsuz zevk alıyordu.
Bahçedeki rengârenk çiçeklerden esinlenerek yaptığı oyalarla hem Talip'e arka oluyor, hem de ortaya yeni bir eser çıkarmış olmaktan haz duyuyordu. Severek yaptığı bu güzellikleri, eli açık olduğu için birçok kimseye hediye ediyorsa da, bu sefer yaptığının yeri daha başkaydı; "Bir tane"sinin öğretmenine armağan edecekti.
Bebekken geçirdiği çocuk felci yüzünden, yürümekte zorluk çeken biricik kızına baba şefkatiyle yaklaşan Nazım öğretmene verecek, eşine götürmesini isteyecekti. On gündür uğraştığı bu oldukça zor oyanın son birkaç motifi kalmıştı. Bayrak kırmızısı rengindeki katmer katmer güller, gerçek gülleri aratmayacak nitelikteydi. Ahh bir de kokusu olsaydı...
*
Ertesi akşam menevişli dağların gerisinden güneş vedaa hazırlanırken, diğer veliler ve öğrencilerle İstiklal Marşı'nı, yapılan konuşmaları dinleyen Mihriban anne, beş yıllık emeğinin ardından, gözleri gururla parlayan felçli kızının karnesine baktığında, yüreğindeki sevinç ve acıma duyguları şaha kalkmıştı. İçi içine sığmıyor, derinlerde bir yerde, köpük köpük, coşkulu bir ırmak çağıldıyordu.
Kızını alıp çapraşık yollara sapmadan evvel, Nazım öğretmeni bulmalı, minnet duygularını belirtmeliydi O'na. Birkaç dakikalık beklemenin ardından buldu da...
Arkadaşlarıyla birlikte okuldan çıkan öğretmen, beş senedir her karne günü ellerine sarılıp öpmek isteyen bu kadını görmezlikten gelemez, annelik duygularıyla söylediklerini dinlemeden edemezdi.
Elinde çantası, sırtında kızıyla okul duvarının dibinde hayalet gibi sessizce dikilen kadına yaklaştı, bütün okulun hitap ettiği şekilde, "Gözün aydın Mihriban anne" dedi. "Emekleriniz boşa çıkmadı, kızımız en iyi öğrenciler arasında karnesini aldı."
"Sayende öğretmen bey" dedi anne titrek ama gururlu sesiyle. "Allah tuttuğunu altın etsin, Gül hanımla bir yastıkta kocatsın, çocuğuna, çocuğuna bağışlasın... Ne yapsak, ne etsek az amma, aha bu güllü yemeniyi Gül hanıma yaptım. Kaç gündür uğraşıyorum... Gül hanıma çok yakışacak."
Öğretmen, bu cefakâr, altın kalpli, gözlerinin içi mavi mavi gülen kadının ısrarla uzattığı kırmızı güllü yemeniyi aldı, teşekkürler ederek, klasörüne itinayla yerleştirirdi; gözlerinin bulutlandığını anneye göstermedi...
*
Anne, kızıyla evinin kapısından gururla girerken, Nazım öğretmen de bir başka kapıdan adımını atıyordu. Paslı demir kapı gıcırtısının sesine, olduğu kulübeden temenna ile karşılık veren mezarlık bekçisi, sık sık gördüğü bu adama, biraz da hayretle baktı: Ne işi vardı ki akşamın bu saatinde?..
Öğretmen, yaz güneşi ile coşup dizlerini bürüyen otlara, yabani dikenlere aldırış etmeden, önceden çiğnenmiş yerlere basmaya gayret ederek, yürüdü, yürüdü, ta duvarın dibindeki kabrin başında durdu. Klasöründeki güllü yemeniyi çıkardı, derin derin kokladı -artık yazısı bile okunmayan- mezar taşına dikkatlice örttü. Taze damat heyecanıyla, gelin duvağını açar gibi açıp, Gül hanımın gül yüzünü görmeyi umduysa da... Yutkundu. Daha bir yıllık evliyken, doğumda bebeğiyle birlikte öte âleme göçen karısını unutamamış, bir daha evlenmediği gibi, eşinin adını soranlara verdiği cevabı, beş yıl önce Mihriban anneye de vermişti.
Kızıllığı kaybolmuş ufuklarla, Mihriban annenin bahçesindeki çiçeklere buse kondurup gelen akşam rüzgârı, mezar taşındaki güllü yemeniyi hafif hafif oynatıyor, yıllanmış kabre bir tazelik veriyordu. Elleriyle, altındaki kumral ipekleri hayâl ederek yemeniyi okşayan Nazım öğretmen, istemeye istemeye ayağa kalktı.
Mezarlık kapısının paslı gıcırtısı gecenin bağrını yırtarken, "Evet Mihriban anne, dediğin gibi oldu... Yemeni Gül hanıma çok yakıştı" dedi duyulur duyulmaz bir sesle.
|