TARYH Perspektifinden ERMENY MESELESY İsmail Katgı Sayı:
64 - Nisan / Haziran 2009
Milletçe Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışını ve Mustafa Kemal Atatürk'ün çocuklara armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramını kutladığımız şu günlerde, Ermeniler de kendilerince gerçekliği tartışılamaz olan bir soykırımın yıl dönümünü kutlamaktadırlar. Tehcir kararının alındığı 24 Nisan, diasporanın sözde soykırımın meşruiyetini sağlamaya yönelik ve Türkiye-Ermenistan ilişkileri bağlamında çözümsüzlüğün ve statükonun devamına dayanan politikasının bir parçasıdır...
Osmanlı Devletinin özellikle 19. yüzyılı çöküş dönemi olarak kabul edilir. Büyük Güçlerin tabiriyle 'Hasta Adam' haline gelen-getirilen Osmanlı Devleti, Sultan Abdülhamid'in denge esasına dayalı dış politikası ve sıkı merkeziyetçi yönetimi sayesinde -İttihatçıların kendisini devirmesine kadar- emperyalist Batılılara karşı henüz ölmediğini göstermişti.
Sömürgeci devletlerin bir türlü çıkarları gereği Osmanlı'yı parçalama konusunda mutabık kalamamalarından dolayı, devlet varlığını devam ettirebilmiştir. Ancak 19. asırla birlikte Osmanlı Devletinin taksimi konusu mezkûr devletlerce daha bir ciddiyetle ele alınmış ve bu yönde bir ittifaklar zincirinin oluşturulmasına başlanmıştır. Yapılan ittifaklarla her devlet, kendi menfaatleri çerçevesinde Osmanlı'dan en iyi payı alma gayretindeydi. Bu amaçla farklı farklı stratejiler geliştiriliyor, biri tutmazsa diğeri devreye sokuluyordu. İşte bu stratejilerden belki de en önemlisi, Osmanlı bünyesindeki azınlıkların devlete karşı kışkırtılması idi. İlber Ortaylı hocanın tabiriyle “imparatorluğun en uzun yüzyılının” en uzun senelerinde, Balkanlar'da bazı hareketlenmeler başladı. Yüzyılın ortalarına ve sonlarına doğru, Balkan ulusları malum güçlerin destekleriyle emellerine ulaşma yolunda hayli mesafe aldılar ve sonuç itibariyle amaçlarına da ulaştılar.
Balkan uluslarının teker teker bağımsızlıklarını kazanmaları Anadolu'nun doğusunda müteşekkil Ermenileri de ümitlendirmişti ve Ermeniler, özellikle 93 Harbi ile birlikte, asırlardır muvaffak olamadıkları 'Büyük Ermenistan'ı kurmak hayallerine kapılmışlardı.19. yüzyıla kadar gerek komşularıyla ve gerekse devlet ile hiçbir sorunu olmayan hatta millet-i sadıka şeklinde anılan Ermeniler, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşları ile devlete karşı ayaklanmaktan ve asırlarca beraber yaşadıkları komşularına saldırmaktan geri durmadılar. Ermeniler hükümetin umumî harp içinde olmasından istifade ile Avrupa devletleri ve Rusya'nın zaman zaman değişen menfaatlerine göre ihanetlerine devam ettiler. Bu durum 1915 olaylarına kadar sürmüş ve hükümet malum tehcir kararını almak zorunda kalmıştır.
Tehcir olayından hemen sonra, Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'ndan yenik ayrılmasını fırsat bilen Ermeniler saldırılarına yeniden başladılar. Millî Mücadele'nin başlaması ile yeni hükümet Doğu Anadolu'daki Ermeni saldırılarıyla da uğraşmak zorunda kaldı. Bu arada İngilizler'in- tabiri caizse - oyuncağı olan İstanbul Hükümeti, Sevr ile Erzurum, Van ve Bitlis'i içine alan ve Trabzon yoluyla dünyaya açılabilecek bir “Büyük Ermenistan” projesini onaylamaktan başka çözüm yolu görememiştir. Millî Mücadele'nin başarıyla sonuçlanması üzerine Ermeniler'le yapılan Gümrü Antlaşması ile mesele kısa süreliğine de olsa durulmuştur. Ancak çok daha önemlisi Millî Mücadele'nin hemen sonrasında Sevr'i kâğıt üzerinde bırakacak olan Lozan Konferansı'nda Ermeniler bilinen düşüncelerini yeniden ifşa etmişler ve bunun için Avrupa devletlerini baskı altına almaya çalışmışlardır. Ancak Lozan, Ermeniler'e bağımsız bir devlet yolunda herhangi bir ümidin kalmadığı yolunda bir mesaj olarak tarihe geçmiştir.
Lozan'da son ümitlerini de yitiren Ermeniler tebdil-i taktik ile yeni bir maceraya atılmışlardır. Yahudiler'in Hitler zulmünden hemen sonra bir devlet kurmaları Ermeniler'i de bu tür modeli referans almalarına sevk etmiş olmalıdır. Ermeniler, aradan geçen neredeyse bir asırlık süreçte kurdukları illegal örgütlerle terörist saldırılarda bulunmuşlar, Cemal, Enver ve Talat Paşa'lardan sonra yeni Türkiye'nin bürokratlarına da suikastlara girişmişlerdir. Kurdukları Asala terör örgütünün terörist saldırıları ve son dönemlerinde PKK terör örgütü ile yakın ilişkisini de eklemek gerektir.
TARİHÇİLER Mİ KONUŞSUN, SİYASETÇİLER Mİ?
Bu tür faaliyetler devam ederken yapabildikleri en iyi şeyi de ihmal etmedi Ermeniler. Pek çok ülkede “Ermeni Soykırımı” hikâyesini bir mağduriyet unsuru olarak kullandılar. Birçok şehirde soykırım anıtı diktiler, soykırıma uğramış (!) ölülerinin fotoğraflarını teşhir ettiler. Ermenilerin masumluk ve hak-ararlık psikolojisine Türkiye'nin gerek akademik çevrelerde gerekse dış politikadaki kayıtsızlığının da eklenmesi, Ermeniler'in bir adım önde olmalarına sebebiyet vermiştir. Yirmiyi aşan sayıda ülke meclislerinde olmayan bir soykırımı kabul ettiler. Özellikle Fransa ve ABD'nin bu yöndeki tutumları Türkiye'nin bu ülkelerle olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmesi gerektiği yolunda düşünceleri de kuvvetlendirmektedir.
Bugün meselenin zaman zaman gündeme gelmesi ve uzun süre gündemdeki yerini koruması da gösteriyor ki, ne karşı taraf yaşananlardan ders çıkarmışa benziyor ne de bizim tarafın meselenin ciddiyetini kavradığı görülüyor. Dolayısıyla soykırım meselesi çerçevesinde, bir taraftan “şark meselesi”nin bir uzantısı olduğu düşüncesinden hareketle Avrupa Birliği ve ABD meclislerinde Türkiye aleyhinde bir tehdit unsuru olarak kullanılması, bir taraftan da sorunun siyasî bir tartışma olarak değil de tarihî bir olgu olmasından hareketle çözüm yolunun bulunup bulunmayacağı tartışması ortaya atılmaktadır. Bu ise tarihçilerin mi yoksa siyasetçilerin mi konuşması gerektiği tartışmasını beraberinde getirmektedir. Bu soruya verilebilecek en güzel cevap herhalde “belgelerin konuşması” olacaktır. Bu ise tarihçilerin sorumluluk alanına giriyor. Belgelerin dilinden anlayan tarihçidir; siyasetçi ise sadece ortaya konulmuş olan bu belgeleri kullanmak ve bu yönde adımlar atmak durumundadır.
Bazı batılı ve Ermeni çevreler iddialarını tarih ve bilimsel temellerden ziyade, hatırat türü sübjektif eser ve değerlendirmelere dayandırmakta ve tarihi seçici bir şekilde kullanmaktadırlar. Yani tarihi olaylar belli bir sebep-sonuç ilişkisi içinde ortaya koyan kendi içinde tutarlılığı olan bir bütün olmaktan çıkıp, Ermenilerin işlerine gelen argümanları çekip çıkardığı bir bilgi ambarı olarak kullanmakta ve tarih 1915'e hapsedilmektedir. Böylece Ermeni tehcirinin sebepleri ve tehcire giden süreçte Ermeni örgütlerinin çıkardığı isyanlar ve olaylar ile dönemin büyük devletlerinin Ermeniler'e yönelik politikaları unutturulmaya çalışılmakta ve adeta Osmanlı devletinin herhangi bir sebep yokken Ermeniler'i 1915 yılında tehcire tabii tuttuğu şeklinde bir senaryo ile Türk milleti suçlanmaya çalışılmaktadır.
Bu bakımdan Justin Mc Carthy'nin soykırım edebiyatı yapan sözde tarihçilere bir tavsiyesi vardır: “Gerçeğe ulaşmak için gayret göstermiyorsanız, hiçbir şey söylemeyin.” Mc Carty İlk Kan adlı konferansında belirttiği gibi, “Bu önyargılı tarihçilerin düzmece tarihinde ölenler sadece Ermenilerdir.” Mc Carthy devamla “Türk ve Ermeni tarihi ile ilgili yazılmış bir kitap Ermeniler tarafından öldürülen Türklerin tarihini ihtiva etmezse gerçek sayılamaz.”demekte ve sözü siyasetçilere getirmektedir. “Siyasetçilerin de tarihçiler gibi gerçeğe ulaşma görevleri vardır. Siyasetçiler tarihle ilgili bir açıklama yaparlarsa, tarihçilerin görev ve yükümlülüklerini de üzerlerine almış olurlar. Tarihsel kayıtları, hatta kayıtların tümünü dürüstçe incelemek zorundadırlar. Siyasal baskı gruplarının söylediklerini doğru kabul etmemelidirler. Başkalarının doğru kabul ettiği şeyi doğru kabul etmemelidirler. Kendi önyargılarından hareketle herhangi bir şeyi kabul etmemelidirler. Siyasetçiler tarih konusunda beyanda bulunacaksa, tarihle ilgili konularda kararname çıkaracaklarsa, tarihin ilkelerine uymak zorundadırlar. Aksi takdirde, siyasetçilerin açıklamaları gerçeği yansıtmayacaktır. Böyle davranmak siyasî açıdan kendilerine faydalı olabilir. Belki oylarını da artırabilir. Ama bu, hiçbir zaman gerçek olamaz.”
Dolayısıyla siyasetçilerin meseleye ideolojik teoriler geliştirerek bunu tüm dünyaya kabul ettirme gibi girişimlerde bulunması yerine, belgeleri ve dolayısıyla ideolojik saplantılardan uzak durulması gerektiğini en iyi bilen tarihçileri referans almaları gerekmektedir. Türkiye devleti özellikle son dönemlerde bunu yapmaktadır. Tarihçilerin verdiği hükme itibar etmeyi, böylelikle gereksiz gerginliklerden Türkiye'yi ve Ermenistan'ı uzak tutmayı en uygun yol olarak tercih etmiştir Türkiye arşivlerin karşılıklı olarak açılması ve buradaki belgelerin tarafsız ve tamamen bilimsel bir çerçevede incelenmesi ve bunun için tarafsız bir kurumun hakem rolünü üstlenmesi gerektiğinin altını çizmiştir.
Türkiye'nin dünyaya mesajı açıktır; Türkiye'nin elleri temizdir. İkiyüzlü siyaset artık kabul görmemektedir. Eğer ortada bir sorun varsa herkes elini taşın altına koyabilmeli ve çözüm yolunda çaba harcamalıdır. İsrail'in Filistin'de, Amerika'nın Vietnam, Afganistan ve Irak'ta, Çin'in Doğu Türkistan'da, Sırpların Bosna'da yaptıkları soykırımları görmek istemeyen Batı(lı)nın bir asır önce yaşanmış olan ve bazı talihsizlikler olmuşsa da “soykırım” ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan bir olayı temcid pilavı gibi pişirip pişirip Türkiye'nin önüne sürmesindeki asıl gayenin, bölgenin önemli bir gücü olan Türkiye'yi köşeye sıkıştırmak esasına dayalı bir nevi haçlı zihniyetinin tezahürü olduğu akıllara gelmektedir.
Hülâsa olmamış bir soykırımı Türkiye'ye kabul ettirmeye çalışmak, ne Batı'ya ne de Ermenilere bir yarar sağlar. Sırf bir inat uğruna Ermeni halkının diasporadan gelecek paraya mahkûm edilmesi hiç de akıllıca değildir. Bu bakımdan Ermenilerin Batı'dan medet umma ve T'li hayallerle yaşamak yerine soykırım iddialarından vazgeçmek ve Türkiye ile dostça ilişkilerini geliştirmek gibi akılcı girişimlerde bulunmaları daha makuldür. Mümtaz'er Türköne'nin de ifade ettiği üzere, “Av hikâyelerini avcılar anlattığı sürece, avlananlar hep suçlu olacaktır. Ermeniler avdır, Türkler avdır. Önümüzde duran “Ermeni katliamı” hikâyesi avcıların hikâyesidir. Belki Ermenileri, avcıların anlattığı bir hikâyede av olmaktan vazgeçmeye ikna edebiliriz.” (Mümtaz'er Türköne, “Tarihçiler mi Konuşmalı, Siyasetçiler mi ?”, Zaman, Mart, 2005 )
ÇÖZÜM MÜ STATÜKONUN DEVAMI MI?
Son günlerde Türk-Ermeni ilişkileri çerçevesinde önemli gelişmelere şahit olmaktayız. Neredeyse bir asır önce yaşananlar için bazı aydınların “özür diliyoruz” bildirisi ve buna mukabil Sakarya Üniversitesi Tarih bölümünün tepki olarak “özür dileyenleri kınıyoruz” şeklindeki karşı bildirisi oldukça uzun bir süre gündemi meşgul etti. Özür dileyen aydınlar kendilerince doğru bir iş yapmışlardı belki ama milliyetçiliğin yükselişte olduğu bir Türkiye'de böyle bir girişimde bulunmak olumlu karşılanmadı. Kanaatimizce de doğru olmayan bu girişim belki de sadece diasporanın işine gelmiş ve her türlü argümanı sözde “soykırım”ın meşruiyetini sağlamak için kullanan Ermenilerce fırsat telakki edilmiştir.
Ancak bununla birlikte çözüm yolunun kapalı olmadığına dair gelişmelere de şahit olunmaktadır. Nitekim Ermenistan'da Petrosyan hükümetinin yerine Sarkisyan yönetiminin gelmesi ve AKP hükümetinin Türkiye'yi içine kapalılıktan kurtarma ve dünya ile entegre etme siyaseti iki ülke ilişkilerini alışılmış mecrasından çıkartarak çözümün mümkün olabileceği bir yola sevk etmiş görülüyor. Öyle ki son dönemlerde yaşanan bazı gelişmeler çözüm yolunda az da olsa bir umut ışığının varlığına işaret etmektedir.
Ermenistan devlet başkanının Türkiye Cumhurbaşkanını Erivan'da yapılan Ermenistan -Türkiye futbol müsabakasına daveti... Cumhurbaşkanlığı makamı son ana kadar net bir açıklama yapmadı; konunun değerlendirilmekte olduğu söylendi. Gül'ün ziyaretinin, kamuoyu tarafından genel olarak olumlu karşılanacağı görüşü hâkimdi. Ancak bazı siyasî ve sivil toplum temsilcileri Abdullah Gül'ün muhtemel bir ziyaretini sert ve peşin hükümlü bir şekilde eleştirdiler. Dahası CHP lideri Baykal, “gitmişken soykırım anıtına da çelenk koysun” şeklinde yakışıksız ve devlet adamlığına sığmayan bir yaklaşım sergilemiştir.
Her şeye rağmen Gül, gitmekte karar kılmış ve doğrusunu da yapmıştır..Çünkü dışişleri bakanlığı koltuğunda başarılı işlere imza atan Gül, meseleye ideolojik ve duygusallığın hakim olduğu bir çerçeveden bakmamış; muhatabının teklifini, Türkiye'nin siyasî ve ekonomik çıkarları ve dünya kamuoyunda bir türlü kurtulamadığımız “haklı iken haksız duruma düşme” refleksinden kurtulma perspektifinden bakarak, olumlu yönde değerlendirmiştir. Dolayısıyla Erivan daveti salt bir futbol maçı için değil, bilakis Türkiye'nin son yıllardaki diplomatik girişimlerinin bir tezahürü olarak değerlendirilmelidir. Erivan hükümetinin, eski yönetimin tersine daha dost ve barış yanlısı tutumları da bunda etkili olmuş olmalıdır. Bununla beraber Azerbaycan'ın tutumunu da dikkate almak gerekmektedir.
Söz konusu maç Türkiye'nin galibiyeti ile bitmiştir. Üç puan Türk milli takımının olmuştur ancak siyasî bağlamda her iki taraf da kazanmıştır. Çünkü bu maç ilişkilerin normalleşmesi yolunda atılan önemli bir adım olmuştur. Nitekim maç sonrası süreçte her iki devlet ileri gelenlerinin görüşmeleri sürmüş ve çözüm yolunda kararlılık gösterileceği ifade edilmiştir. Rusya'nın Gürcistan'ı işgalinden sonra Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın ortaya attığı Kafkas İttifakı düşüncesi de Ermeni ilişkilerine önemli bir boyut kazandırmıştır. Burada Yukarı Karabağ sorununun çözümü yolunda bizzat Rus hükümetinin girişimleri ve Azeri-Ermeni ilişkilerindeki yumuşama süreci de Türkiye için diplomatik bir rahatlama sağlamaktadır.
Son ABD seçimleri sonunda 44. başkan olarak seçilen Barack Obama'nın seçim sürecinde soykırım ifadesini kullanması ise seçim yatırımı olarak görülmeli ve yeni başkan ile birlikte ABD'nin meselelere bakış açısında önemli bir değişim görüleceği anlaşılmaktadır. Bu bakımdan bundan sonraki süreçte 'Ermeni Soykırımı' tehditlerinin artık şiddetle dile getirilmeyeceği tahmin edilmektedir. Ermeni yönetimi artık diasporanın güdümünden kurtulmak ve Ermenistan'ı dünya ekonomisine entegre etmek düşüncesinde kararlıdır. Zaten farklı bir seçenekleri de yoktur.
Nitekim ekonomik açıdan oldukça sıkıntı içerisinde olan Ermenistan'ın, uzun zamandır Türkiye ile olan ilişkilerini yeniden gözden geçirdiğine dair emarelere de sahibiz. Yukarıda bahsettiğimiz millî müsabakadan sonra Ermenistan ile Türkiye arasındaki görüşmeler hız kazanmıştır. Ermenistan Dışişleri Bakanını Nalbandyan'ın Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı'nın dönem başkanlığını devralmak üzere 25 Kasım'da İstanbul'a gelmiş ve burada ikili ilişkilerin normalleşmesi yolundaki kararlılığa vurgu yapmıştır. Nalbandyan gerek Türkiye-Ermenistan gerekse bölge barışı için son dönemdeki gelişmeleri önemli bulmakta ve ulusal çıkarları doğrultusunda iki ülke arasındaki yakınlaşmaya işaret etmiştir. Nalbandyan Cumhurbaşkanı Gül'ün maç davetine Sarkisyan'ın olumlu cevap verdiğini ve 2009 Ekim'inde oynanacak maça geleceğini söylemiştir. Bir ayrıntı olarak Türkiye'nin önerdiği “tarihçiler komisyonu”na da iyimser baktıklarını belirtmiştir.
Sonuç olarak gelinen nokta çözümün mümkün hattâ zorunlu olduğunu ortaya koymuştur. Ermenistan geç de olsa bunun farkına varmıştır. Ancak bu çözümde sadece iki ülkenin değil, AB ve ABD hattâ Rusya'nın da etkin rol oynaması gerekmektedir.
(*)İsmail KATGI, (GAZÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih A.B.D. GAZİANTEP)
|