AY I?I?I Ayşe Sena Ünsal Sayı:
64 - Nisan / Haziran 2009
Güneş bugün yine karanlık... Sanki ay ışığı renginde. Bulutlar huzursuz ve telâşlı, titrek bir ışık hâkim gökyüzüne... Serpil’in yüreği de böyle bir huzursuzluk içinde; aldığı haberin hüznüyle solmuş, paramparça bir halde idi. Bu ölüm sessizliği sanki hiç bitmeyecek ve renkler yerine hiçbir zaman gelmeyecekti. Işıklar bir bir yer değiştiriyor, her zaman yüreğinde yer alan gökkuşağı parçalanıyordu. Parlak renklerin yerini artık koyu ve sisli renkler almıştı. Toprak yolda hızlı adımlarla yürüyordu. Ayak bileklerini örten eteği yürüyüşünün verdiği hızla bir sağa, bir sola savruluyor; yolun üzerine serpilmiş çakıl taşları ayakkabılarına çarpıp, bacaklarına sıçrıyordu. Beynindeki ölüm sessizliğini kalbinin çarpıntısı bozuyor, adımlarını hızlandırmak zorunda bırakıyordu. Her şey bir kâbus gibiydi. Sanki gözlerini açtığında bitecek korkunç bir kâbus... Eve ulaştığında kapının ardına kadar açık olduğunu fark etti. Kalabalık kapının önüne kadar taşmıştı. Bir tane dayısı vardı bu hayatta. Neşeli canlı ve her daim mutlu bir insandı. Nasıl olur da ölürdü. Bu gencecik yaşında, daha yarım asırı tamamlayamadan bir kalp krizi onu ellerinden almıştı. Telaştan ayakkabılarını nasıl çıkardığını bilmiyordu. Kapının sağ yanındaki odada bembeyaz kefeni ile yatıyordu dayısı. Sağ yanı kıbleye çevrilmiş ve karnına büyükçe bir bıçak konmuş olarak. Gözlerinden akan yaşları silerken ne kadar renkli bir hayat geçirdiğini düşündü. Altı kızın ardından gelen yıllarca yolu gözlenmiş bir çocuk. Anneannesi zayıf doğduğu için pamuklara sararak büyütmüş onu. Her şeyin en iyisi yedirilmiş, bir dediği iki edilmemiş. Tek oğlan, tek güvence dedikleri... Kasabanın en büyük fabrikasında ustabaşı olmuştu. Sözü dinlenir ve güvenilir bir kişi olarak nam salmıştı tüm çevrede. Yıllarca verilen emeklerden sonra sıra evlendirmeye gelmiş de; kapı kapı gezmiş anneannesi; en güzel, en becerikli kızı bulmak niyetiyle. Biricik oğluna elinde olsa Cennetteki hurilerden seçecek kadar titiz ve heyecanlı. Yandaki köyün güzel kızı Zeliha'yı beğenmişti. Kahvesini içtiği bütün kızlardan daha güzel, daha endamlıydı Zeliha. Oğluna da yakışırdı. Zeliha tek şey istemişti kasabada oturmak. Hakkıydı güzel gözlü Zeliha'nın. Oğlu zaten kasabada çalışıyordu ve olması gereken de oydu. Tarlalar satıldı düğün için görkemli bir düğün hazırlığı yapıldı. Bir tane oğlu vardı anneannesinin. Gözünün nuru, evinin direği, biricik yetimi... Küçük yaşta kaybetmişti babasını Ali Dayı. O yüzden evin her işinde ona danışılırdı. Düğün için ev arandı kasabadan. Zeliha kira istemem diye tutturdu. Haklıydı kız, burada ev boş dururken kira mı verilirdi. Köydeki ev ve kalan tarlalar da satıldı kasabadan Ali Dayı'nın üzerine büyükçe bir ev alındı. Kızlar zaten hak istemezdi. İsteseler de verilmezdi. Tüm mal oğlanın hakkıydı. O koskoca evden bir oda verirlerdi anneannesine yeterdi. Düğün yapıldı, davullar çaldı, düğün boyunca kazanlar kaynadı, sofraların biri kalktı diğeri kuruldu... Şenlik üç gün sürdü. At üzerinde getirildi Zeliha... Gelin ve damat masallardaki gibi yakışmışlardı birbirlerine. Kara yağız oğlu Ali ile mavi gözlü, sırma saçlı gelini. Dilden dile dolaştı düğünün ve yemeklerin güzelliği. Düğünden sonra evde üç gün kalabildi Ali Dayının annesi. “Eee sen ne zaman döneceksin” diye sormaya başladı Ali Dayı ve güzel Zeliha. Nereye, nasıl gideceğini hiç düşünmeden... Yıllarını verdiği, ömrünü uğruna tükettiği, tüm malını tek kalemde oğluna feda eden yaşlı kadından haber alınamadı yıllarca. Malını ve kendini feda ettiği oğlunun yanına sığamayan yaşlı kadın damatlarına da gitmemişti şüphesiz. Yıllar sonra bir cami avlusunda soğuktan donmuş cesedi bulundu. Kimsesizler mezarlığında yapayalnız defnedildi. Şimdi Ali Dayı da annesinin yanına gidiyor. Eminim ki anne yüreği biricik oğlunu orada da sarıp sarmalamak ister. Ama ilâhî adalet ne der bilinmez...
|