G?ne? Lekelerinin Tarihi Kanytlary: Sonu Gelmi? Karaatly Prens Hik?yeleri Sinan Ayhan Sayı:
67 - Temmuz / Eylül 2009
"Çok yakından ilgilenirsem, çağırır funda kökleri beni; beyazlatmam için aralarında kemiklerimi"
Sylvia PLATH
(I)
Kara elementler tükendi, "ne giysek hali" bir elbise tutmuyor bizde, artık bütün ekşime astarları sünmüştür şimdi; her yerde bir eklemiz biz, her yerde "her şeyi kuran bir savrulma hali", suretleri divitucu olan... Kaşıdıkça, eştikçe eşyaların kabuklarını, kabuk altınlarından şablon kâğıtlar çıkan... Kırıntısı bile bir bereket olan... Çeşit çeşit çiçek tarhları, koku şablonları; florasında sözün, bir saklı atlas...
(II)
Söz ustası değiliz, ama; belki söylenmişin ustasıyız, kan bağıyız bütün yaraların, savarken ve kurumuş kanlarımız üstünde mürekkep şehirler kurduğumuz soy yaralarız, soy yaralarız yeryüzünün güneş lekelerinde... Dahi lambalarda kara ışığı tüketeniz, ışık denizlerinin ete-kemiğe bürünmüş hali...
(III)
Gökyüzü damlası bir kalkerden doğmuşçasına yeni yüzler serdik yüzlerimize, yüzgörümlüğü; oba, oymak, boy ve kavim dillerince içimizdeki cam kırıklarını örtmek bu kadar zordu işte; yaşasın kırbaç dilinde konuşan alev ve soğrulma, sirkleri terk eden muşamba gölge; yaşasın, bize kılavuz olan, yerinden oynatılmaz o tüy külçe...
(IV)
Külden, nehirler toplayan kaç el biliriz, görkeme yaslı; kaç tahta k u r u l u diş ve kaburga çentik; yalnız çöl resimlerini içen bir kuyu dibi, yalnız kuyu diplerini takip eden adamlar; ekşi ışığın zarı altında yaşanan bir çağa rağmen var olmak, onlar bu çağda yoklar, onlar bu çağda yoklar; kandil gözlü adamlar, hurma yüzlü adımlar...
(V)
Ne görüyorsak, kırmızı yanak bir işitme, yasak elma tadında bakış ısırıkları ve atlasta asit kavrukluğu kuru gül suretler, yaşanacak bir anakara yok bize, ipek kozası bir anayurt; hırıltılarla, cam kabuğu yırtılmalarla içte savaş talimleri; çalınan karalarla çizilmiş sınırlar; iç çekilmesin hiç, sürgün yok artık bize, kilit altında vahşet; bir elbise, katman yok; kütle çekim kuvveti bir etki değil artık kimliğimize, en ücra dalın kâğıdına sürtünen en kalabalık sesiz şimdi; maun, sürgü, kült ve kıvamdan sonra, onca zamandan sonra, bizim lügatimizin akustiği ayakta kaldı...
(VI)
Bu evcil olmayandan öte kısrak işi, hummalı suret; bu bereketli ve bazen çorak bitki örtüsüyle giyinmiş deri; bu irinli öpücüklerle çevremize sarılmış gökyüzüne rağmen tatlı solukların devindiği mabet; ne olsa çalınır bize daha karası, yine de etmez bu bela, gökle yer arası, taşbaskı kirden başka bir tütsü yükseltmez üzerimizde, durduğumuz yerin adı dünyaysa; durduğumuz yerin adı yok olmalı dünya karahumma kusan bir buharsa... dünya dışında olmak, dünya dışından olmak; varılacak menzil, tutunacak mevziidir; ne giysek şimdi giyilecek elbise ve burada-ne devlet-elbiseler bile diridir...
(VII)
Bakıyoruz; her kavis, her kıvrım bir yüz, eşya konuşan bir şey; bakıyoruz, tavanlar, evler, holler, loşluklar, kuytuluklar ayakucunda; ama bu yürüyen milyonlarca kalem, milyonlarca kalem ucu her köşe başında ve seslerimiz kırık kalem uçlarında fesleğen, zambak, gelincik, papatya; gökte "seviyor, sevmiyor" sayıklayan kemikler, karaatlı kemikler, beyazatlı kemikler...
|