DEVLET, FİKİR SAHİBİ OLMALIDIR Mustafa Büyükgüner Sayı:
64 - Nisan / Haziran 2010
İletişimin kolaylaşması, ulaşım imkânlarının artması ve bu kolaylığı da en fazla medya sektörünün kullanması ile birlikte dünya daha büyük bir hızla dönmeye başladı ve ülkemiz de kendine özel şartları ile daha yüksek bir hızla yolunda gitmeye devam ediyor. Hem yerel siyaset hem de global politika her gün değişerek ve gelişerek takip edilmesi ve hakkında söz söylenmesi zor bir hâl alarak gelişiyor.
Meselâ Kardelen'in önceki sayısının hazırlandığı dönemde memleketin en önemli gündem maddesi açılımdı. Ülkemizdeki her karar merciinin farklı bir görüş bildirdiği o tartışmaların üzerinden sanki yıllar geçmiş gibi. Halbuki yaklaşık dört ay önce herkes açılımı konuşuyordu. Ardından darbe operasyonları, yüksek yargının yeniden düzenlenmesi, Ermeni soykırım iddiaları, Ergenekon davası ve en son olarak da anayasa değişiklik paketi ve referandum tartışmaları yapıldı. Devlet mekanizmasının tüm çarkları, iktidar, muhalefet, askerî ve sivil bürokrasi, yasama yürütme ve yargı organlarının temsilcileri her tartışmada görüşlerini öne sürdüler, çeşitli tartışmalara katıldılar. En son Anayasa değişikliği tartışmalarında ise herkes eteğindeki taşları döktü.
Bu tartışmaları büyük bir üzüntü içerisinde izliyoruz. Başta ülkeyi yöneten ve devletin temel politikalarını oluşturmak ve yönlendirmek görevi ile sorumlu olan hükümet olmak üzere devletin karar mercileri günü birlik yaşamakta ve ülkeyi gündelik reaksiyonlarla yönetmeye kalkmaktalar. Halbuki yaklaşık iki bin yıldır toplum dinamiklerine sahip olan, en azından binbeşyüz yıllık bir devlet tecrübesine sahip, bunun son dört yüz yılında cihanşümul bir imparatorluk olarak dünyadaki güç dengelerini oluşturan ve dünya siyasetine yön veren bir milletin mirasçıları olarak geçmişimiz ile bu günkü günübirlik yaşayışımız arasında nasıl bir bağ kurabiliriz?..
Tarihimize bir göz gezdirdiğimizde bugün yapılmaya çalışılan şeyin -bunun adına ister açılım densin, ister yargı reformu veya anayasa değişikliği densin- 2. Mahmut döneminden beri yapıla gelen devletin reformist bir yeniden yapılanmaya tâbi tutulmasının bir uzantısı olduğu görülecektir. İki yüz yılı aşkın bir süredir devam eden bu reformlar sırasında pek çok devlet adamı, idareci ve bürokrat gördük. Türlü fikirler, değişik fraksiyonlarla uygulandı, birinin yaptığı diğerince bozuldu ve devletin yönetim şekli saltanatlıktan monarşiye ve sonra da cumhuriyete döndü. Anayasalar değişti ve ülkede pek çok darbe yapıldı. Bunların hepsinde amaç “Muasır medeniyetler seviyesine erişmek” idi. Ancak bugün gerek anayasa değişikliği tartışmalarına gerekse açılım kavramı etrafında toplanan tartışmalara bakarsanız, bu tartışmaların özünün iki yüz yıl boyunca devam eden reform sürecindeki diğer tartışmalar ile aynı olduğunu görürsünüz. Çünkü evimizi, işimizi idare ettiğimiz gibi devlet idare ediyoruz, günübirlik yaşıyoruz ve devletimizi de günlük reaksiyonlara gösterdiğimiz tepkilere göre yönetiyoruz. Çünkü devletimiz fikir sahibi değil, bırakın uzun vadeli politikaları, yarın ne olacağı bile belli değil. Başbakanın yaptığını bakanının bozduğu; bakanın söylediğini bürokrasisinin yalanladığı, askerî ve sivil bürokrasinin yönetimde söz sahibi olmak için yarıştığı ve partisindeki milletvekilinin ne yaptığından ve ne düşündüğünden haberi olmayan parti liderlerinin bulunduğu, siyasî partilerin bile bir fikir etrafında değil gündelik heyecanlar ile oluştuğu bir ülke haline geldik.
Alman disiplinini övenler, İngiliz siyasetine hayran kalanlar, Fransız iş bitiriciliğini dudak ısırarak izleyenler, Amerikan ve Yahudi emperyalizminin dünyayı hegemonya altına almasını övenler ve her şeye rağmen bu hegemonyaya Ruslar'ın, Çin ve İranlılar'ın direnmesine saygı duyanlar iş bize gelince nerede hata yaptığımızı bilemiyor ve daha çok muasırlaşmak adına yeni reform paketlerini hayata geçirip duruyorlar. Millet ise bu durumu adeta bağrına taş basarak izliyor ve sıranın bir gün kendisine gelmesini bekliyor.
Kendi fikir sahibi olmayanın devleti fikir sahibi olur mu?
Dönelim ve ara sıra da olsa özümüze bakalım, kaybettiğimiz cevher hâlâ ceketimizin astarında duruyor.
|