Teleferikle Çıkış, Yürüyerek İniş Dağcılığı Mücahit Koca Sayı:
62 - Ocak / Mart 2010
…Eylül/1981
Uludağ'a hep yürüyerek tırmandığımızdan, teleferikle çıkmak biraz enteresan gelmişti. Bu teleferik tercihi günlerin kısalmasındandı. Eğer yürüyerek çıkarsak; Bakacak'a ulaşabilsek bile geceye kalmadan aşağı inmemiz mümkün olmazdı.
Teleferik, Bursa ile Uludağ arasına 1964 yılında kuruldu. Yeşil Camii ve Türbesi ne kadar ünlüyse; o da o kadar ünlüydü. Kartpostallarda Bursa'nın simgesi gibi gösterilirdi. Adeta ona binip Uludağ'a çıkmadan Bursa gezilmiş sayılmazdı.
Bizler, kendimize has tarifi olan dağcılığı hem tırmanışta, hem de inişte gösteriyorduk. Sanıldığı gibi dağcılığımız hep tırmanışta değildi. En az onun kadar önemli olan iniş dağcılığımız da olurdu. Bugün Bakacak Tepesi'nden -burası Uludağ'ın Bursa'dan görünen zirvesiydi- Bursa'ya inen tek yolu öğrenecektim.
Derin bir kuyuda küçülen Bursa.. Bulutlar altında Uludağ.. Yaprakların ayva sarısı rengi, müthiş duygulandırıcıydı. Ben, dağda rüzgâr sesinin ve su şırıltısının metafizik tesirine sık sık olduğu gibi gene kendimi kaptırmış; mistik ilhamın yazdıracağı şiirimi kuruyordum.
Teleferiğe bindik bineli kimse konuşmuyordu. Dağcılar, ilhamı yakalamış şair gibi bütün seslere ve düşüncelere kapalıydılar sanki.. İnsan; “Nereden nereye geldik” diye düşünmeden edemiyordu.
Dağlar, ikiyüz yıl önceki eski dağlar değildi. 1980 başlarında kesile kesile birçok yeri kelleşmişti. Aklıma okuduğum bir anekdot geldi. Onu arkadaşlara bir mola yerinde anlatırım diye düşünüyordum.
Ayı Pınar'a güzel bir ateş yakmıştık. Burası Bakacak'ın batısına düşen oldukça güzel de suyu olan bir yerdi. Gece kalmaya çok uygundu. Ben, söze girdim: “Nereden nereye gelmişik” dedim. “Bizim geleneğimizde ormancı dağa yaşlanmış ağaçları kesmek için girerdi. Ağaç kesmeye giderken de genç ağaçlar görüp etkilenmesinler diye baltasının demir ucunu bir bezle sarar, öyle ormana girerdi. Aynı Kurban Bayramı'nda kurbanlık hayvana bıçağı göstermemek, ya da bıçağı görmesin diye gözlerini bağlamak gibi..” dedim.
Sonra Erikli Yayla'ya giderken Fidyekızık Köyü sırtlarında sık rastladığımız oduncular üzerine konuştuk: Bu oduncular, dağın da bir canı ve ruhu olduğuna inanır gibi köyün dibindeki ağaçları asla kesmezlerdi. Dağın derinlerinden ya yaşlanmış, ya da çok sıklaşmış yerlerdeki ağaçları odun olarak kestiklerini söylerlerdi. Bu yerlerin çoğunu ben de gördüm. Dahası oduncu deyip geçmeyin.. Eskiden oduncular, dağda bir kötülük görmesinler, ya engellerler, ya da engelleyeceklere haber verirlerdi. Şimdi nesli tükenen odunculardan böyle çok hikâyeler dinlemişimdir.
Bursa'yı en iyi gören bir kayanın ucuna oturmuş ilhamın üzerine kapanan şair misali doğanın yedi rengine ayna tutmuş; bu güzelliği nasıl ifade ederim, diye düşünürken; bir yandan da parkların sapsarı yapraklarına basarak yürüyen âşıkların duyduklarını anlamaya çalışıyordum.
Dağda her şey çok farklıydı. Keşke herkes kendi dağını uzaktan değil de benim gibi yakından tanımayı bir kere olsun deneyebilseydi. Denese ve bütün dağların kendine has güzellikleri olduğunu görebilseydi. Kentte yaşadıkları acıların ve hüzünlerin dağlarla nasıl bir sevince ve mutluluğa kapı araladığını tanıyabilseydi. Çıplak zirvelerde ve basit tepelerde bile daha ne harika şeyler görür ve duyardılar.
Dağcılıkta Ayağa ve Sırta Giyilen Önemliydi
…Ocak/1982
Everest ve Ağrı gibi dağlara zirve tırmanışları yapan akrobatik dağcılar için kar ve tipinin önemi olurdu ama bizim gibilerin dağcılığı yaz kış devam ederdi. Dağcılığımızda ne bir mesafe sınırımız vardı, ne bayrak dikeceğimiz bir zirve hedefimiz. Adeta bir türbe ziyaretine gider gibi gider gelirdik. Bir gün Molla Fenari'nin dolaştığı yerlere gittiysek; bir başka gün Abdüllatif Kutsi'nin zikir yaptığı yere giderdik.
12 Eylül baskılarının en şiddetli şekilde sürdüğü günlerdi. O günlerde herkes ilke ve inkılâplar ile yatıp kalkıyor; liseli talebelere bile “Öğretmenim,” diyeceksin denilerek; “Hocam” demek yasaklanıyordu. Sur Kitabevi'nde akşam sabah -sivil ve resmî kıyafet farketmiyor- yasak kitap kontrolü yapılır olmuştu. “Dört Halife” isimli bir kitabı bile polisin yasak uyarısı ile raftan kaldırmıştım.
Bugün şehirde yitirileni dağda bulmak gibi bir duygu içindeydim. Şehirdeki mutluluğumuz gölgelense de dağdaki mutluluğumuza kim engel olabilirdi?
İbrahim Ünal Usta; “Akşamdan ayakkabılar sağlam, sırtınız kuvvetli olsun,” demişti. Ona göre dağcılıkta özellikle iki şeye iyi bakılmalıydı: Ayağa ve sırta giyeceklere..
Sabah ezanları okunurken Habil Aga'nın çeşmesine gelmiştik. Aklımda Kazancakis'in “Kayalı Dere” romanından bir hikâye vardı:
“Bir zamanlar, yaşlı bir Arhont hocasına rica etmiş:
Hocam, bana sanatının sırrını açıkla!
Demişti. Hoca:
Kışın evini sıcak görünecek bir şekilde düzenle, yazın da serin görünmesini sağla.. Suyu gerektiği gibi kaynat ve çaya lezzet ver.
Arhont, şaşırmış:
Fakat bunları herkes biliyor.
Diye itiraz edecek olmuştu.
Hoca, beni anlamadın der gibi gülümseyerek:
Bunları yalnız bilen değil, aynı zamanda yapan adam önemli! Böyle biri ortaya çıktığında, ben gider, onun talebesi olur; ayaklarının dibine otururum”
Demişti. Mistik Dağcı, diyoruz. Onu anlamak için yalnız bilmek yetmez. Onun yaşadıklarını da yaşamak gerekirdi.
Hemen karların üzerine cemaatle namaz..
Ateşi İbrahim Ünal Usta, yaktı. Rıdvan Gürbüz Usta, çaya baktı. Peynir ve zeytin mütevazi bir sofra kurmuştuk.
Bir yandan ateşte ısınırken, bir yandan gideceğimiz uzun yolu düşünerek acele acele bir şeyler atıştırıyoruz.
Her Şairin Bir Dağı Vardır
…Mayıs/1982
Bahar gelmiş, hıdrellez henüz geçmişti. Bir doğumu kutlar gibi dağa çıkıyorduk. Nazar değmiş gibi bu kış bir türlü buluşup; dağa çıkamamıştık.. Benim bir yandan öğretmenliğim, öbür yandan Sur Kitabevi'ndeki işlerim bayağı engelleyici olmuştu.
Yaşadığım her dakika gözlerim büyüleniyor, ruhum uçacak kadar hafif olurken; mistik ve daha tatlı bir hazla beni fanusunun içine alıyordu.
Her girişte duamızı eder; “Bismillâh,” ile tırmanışa başlardık. Bugün de öyle olmuştu. Dağ, artık bana ehlileşmiş bir yaban hayvanı gibi itaat ederdi.
Mistik Dağcı'ya sorulacak olursa; Uludağ'ın kalbi asla ıhlamurun çiçeği, soğuk derelerinin alabalığı ve zirvenin karı değildi. Onun kalbi Geyikli Baba, Duğlu Baba, Abdal Murad ve Molla Fenari'ydi. Belki de bu yüzdendi Uludağ'a her çıkışımda çok heyecanlı oluşum.
Dağa ne zaman çıksam yanımda okunacak bir şeyler mutlaka olurdu. Bugün de Üstat Necip Fazıl'ın “Çile”si yanımdaydı. Yemyeşil papatyalarla süslü halıyı andıran çimenlerin üzerine dağılınmış, herkes çayın demlenmesini bekliyodu. Ben, çıkardım Çile'yi çok iyi bildiğim sayfayı açarak; “Dağlarda Şarkı Söyle,” şiirini okumaya başladım:
“Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, şöyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.”
Kitabı bu defa benden İbrahim Ünal Usta, aldı. Şiire kaldığı yerden devam ederek:
“Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”
Ardından Üstat üzerine konuşuldu. Herkes onun bir yanı üzerine anekdotlar anlattı. Öyle hoş olmuştu ki; sanki dağ bir büyük sınıf olmuş; hocanın biri gelmiş, biri gitmiş; ders yapılmıştı.
Olağanüstü güzellikleri olan bir şehirdi Bursa.. Bursa ovası, kimsenin elini boş çevirmeyecek kadar zengindi. Yılda üç ürün veren yumuşacık, sulak ve verimli toprakları vardı. İlkbaharda dinlenen toprak güllerle donanır, bahçelerin çiçek ve gül kokusu insanın sanki içine işler, kanını tutuştururdu. Uludağ'ın yamaçlarında öyle otlar ve meyveler yetişirdi ki; bunların özü, insana müthiş enerji verirdi.
Ben, kendi dağımı anlatıyorum. Dr. Osman Şevki Bey “Keşiş Dağı” yerine “Uludağ” ismini teklif etmiş; Mareşal Fevzi Çakmak, Genel Kurmay Başkanlığı döneminde bu ismin önce ordu içindeki harita ve yazışmalarda kullanılmasını sağlamıştı. Sonra Keşiş Dağı ismi Hükümet tarafından değiştirilerek Uludağ olmuştu. Dr. Osman Şevki Bey daha sonra bu adı kendisine soyadı olarak alacaktı.
İbrahim Ünal Ustanın ezberinden okuduğu dağ şiirlerini dinliyor; kendimden geçmiş bir halde; “Ben, Uludağ'ın şairiyim. Kimi bu dağın keşişi ve dervişi olması gibi ben de bu dağın şairiyim!” diye haykırmak geliyordu içimden.
Benim dağım Uludağ, onda geçen maceramı anlatıyorum. Hadi siz de gelin kendi dağınızı anlatın. Dağı anlatmakla kalmayın, erini, erenini ve pirini de tanıyın.. Bakın ne şaşırtıcı şeyler fışkıracak toprağından cennet vatanımızın.
“Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler.”
…Kasım/1982
Ülkem yeni bir ihtilâl yaşadı. Yavaş yavaş normalleşme yolunda ilerleniyor. Milletin başına çorap örmek misali yapılan yeni anayasa, 20 Ekim 1982'de kabul edildi. Yürürlüğe girdi.
Dağa tırmanırken arkadaşlardan geri kalmış, düşünüyordum: Anayasa'ya karşı fikir belirtenlerden birçok kişi tutuklanmıştı. Biz, böyle bir sıkıştırmayla karşılaşmamıştık. Nedeni ise bizler bu konularda yetişmiş kişilerdik. Çünkü biz bir takım tabu olmuş isimlere bakışımızda olduğu gibi; arkadaşlarımızı yetişmiş görüyorduk. Onlara; “Şunu şöyle şöyle yap,” demek kişiliklerine hakaret gibi kabul ediliyordu. Aslında “Büyük Doğu Mektebi” bize yol gösteriyordu. O bir entelektüel hareket olup; bu akımın bağlıları kendilerini temellendirmiş kimselerdi. Abi, başkan ve hoca yönlendirmesiyle ne oy verirler; ne de kavga ederlerdi. Kutsalın ne olduğunu da, düşmanın kim olduğunu da okuyarak; Batı'yı ve Doğu'yu tanıyarak öğrenmişlerdi. Bütün arkadaşlarım Anayasa'ya “hayır” oyu kullanmış ama bunu bangır bangır haykırmamışlardı.
Üç Kurnalar'ın suyundan demlediğimiz çayı içerken konu birilerinin iyiliği ve kötülüğü değil; yeni Anayasa'nın geleceğimiz üzerindeki etkileriydi.
Bugün de ayaklar, aralıksız çalışmış; kalp talim yapmış, ciğerler talim yapmıştı. Uludağ'ın gizemini anlamak, sırlı ve saklı ruhu ile tanış olmak için dervişlerin zikirleri gibi anmalarda bulunmuştuk. “Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler.”
|