Hayrı, hakkı, hakikati konuşmak için toplanmak ne kadar güzel ve böyle bir topluluğa hitap etmek ne büyük bahtiyarlık… Bu bahtiyarlığı mümkün kılanları ve sizleri takdir ve sayıyla selâmlıyorum…
İnsan!.. Allah’ın muhatap kabul ettiği varlık… Dünyaya hakkı ve hakikati konuşmak için, haktan ve hakikatten yana olmak için indirildi.
Kâinatın Efendisi (sav) bir duasında şöyle buyuruyor: “Yarabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!”… Bu bize bir emir; eşyanın hakikatini olduğu gibi bilmek emri…
Fanatik takım taraftarlığı değil, mücerret haktan yana olmak… Yine Efendimiz (sav) şöyle dua buyuruyor: “Ya Rabbi bana hakkı hak, bâtılı bâtıl göster”…
Yani biz şimdi tarafız, başörtüsü tarafındayız; görüyorsunuz bizim tarafımız ne kadar doğru ve haktan yana demek için değil… Veyahut da buna karşı olanlar, görüyorsunuz ne kadar yanlış yoldalar demek için değil… Mücerret hakikat neyse onu ortaya koymak…
Az önce Kadın kolları başkanı Kevser kızımızın söylediği gibi başörtüsü örtülü kadınların meselesi değil… Bu kadınların meselesi de değil… Bu hepimizin meselesi… Hattâ kadınların meselesi olmaktan öte, daha çok erkeklerin meselesi.
Başörtüsü meselesinin hakikatini anlamak için düşündüm ve meseleye bir dışından bir de içinden bakmak gerektiğini düşündüm.
Dışından bakınca gördüm ki… Doğrudan doğruya başörtüsüne hücum etmek mümkün değil… Yani onikiden hedefi oraya koy ve ona hücum et… Nası güneşe doğrudan doğruya bakamıyorsak, başörtüsüne de doğrudan doğruya başörtüsü olarak karşı çıkmak mümkün değil… Nitekim az önce dinlediğimiz hukukçu kardeşim, arkadaşım Serkan beyin dediği gibi bu konuda kanunen bir yasak yok. Yani doğrudan doğruya başörtüsü yasaktır denememiş.
İçinden hakikatine bakınca da şunu gördüm… Başörtüsünden asla vaz geçilemez…
Şimdi dışından bakalım…
Sanki biz alâkasız kişileriz… Meseleye objektif olarak bakıyoruz.
Dünya kurulduğundan beri bugüne kadar hiçbir güç doğrudan doğruya başörtüsünü yasak etmemiş… Uygulayıcılar da başörtüsü örtünün demek lüzumunu duymamış.
Krallar, şahlar, çarlar, firavunlar, kisralar, emirler, başkanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları, kontlar şunlar bunlar gelmiş geçmiş… Yani toplumu yönetenler… Erk diyorlar ya bugün… Gücü, iktidarı elinde bulunduranların hiç birisi doğrudan doğruya başörtüsü yasaktır dememiş. Bu kounda kanun, ferman, emir çıkartmamış…
Kimse karşı çıkmamış başörtüsüne demiyorum… Dikkatinizi çekerim… Doğrudan doğruya merkezden hücum edememiş. Birinci derecede gücü, erki elinde bulunduranlar, böyle bir işe kalkışmamış. Peygamberi ateşe atmaya kalkan Nemrut bile… Firavun bile… Hitler bile… İnsan harası kurmuş… Yeni bir insanlık meydana getireceğim demiş, bu yeni neslin başı açık olacak dememiş.
Ne Roma, ne Bizans; ne komünizm, ne faşizm, ne kapitalizm fertlerin şuralarını buralarını açmaları için doğrudan doğruya karar çıkarmamış.
Niçin? Hepsi başörtüsüne taraf oldukları için mi? Hayır… Kamuoyuna bunu kabul ettiremeyeceklerini kimisi anlamış, bilmiş; kimisi de hissetmiş.
Doğrudan karşı çıkma deyince, bu ne demek buna bir örnek vermek lâzım…
Mesela ezan için açık ve net olarak kanun çıkarılmış. Ezan şöyle okunacak denmiş ve yine kanunla serbest olmuş. Bakın onda bile, hakikate nasıl doğrudan karşı çıkılamıyor… Ezan okunmayacak diye doğrudan karşı çıkılmamış. Sadece okunma tarzına müdahale edilmek istenmiş.
Bunun bir tane… İstisnası mı demek lâzım, bir küçük zavallı mı demek lâzım… Tunus var… Kanun çıkarmış… 1981′de o günün diktatörü başörtüsünü yasak etmiş. Ve kademe kademe baskı uygulamış. Sadece başörtüsüne değil orucu, haccı yasak etmiş. 1981’de başlayan bu yasaklar… Şimdi size Fransa’nın LE MONDE gazetesinden 5 Ekim 2006 tarihli bir yazı okuyacağım… Çeyrek yüzyılda yasaklar ne olmuş… Diyor ki Fransız gazetesi: “Tunus’ta, başörtüsüne geri dönüş. Tunus’taki siyasî rejim, kadınların ve kızların tesettüre, başörtüsüne dönüş akımı karşısında stratejisiz ve aciz…” Örnekler verdikten sonra diyor ki… Demin bahsettiğim nasipsiz diktatör 2000 yılında öldü… Gazete onun yerine geçen devlet başkanının kızı bile başını örttü diyor ve onunla yapılan bir röportajı yayınlıyor.
Niçin? Çünkü örtünmenin insanın fıtratına uygun, yaratılışına uygun; yaratılışıyla denk düşüyor. Ve bu hadise de dünyada bir tek olarak başörtüsü yasağın tutmayacağının belgesi…
Yaratıcı örtünme hususunda… Başörtüsünü… Zarif başörtüsünü zarif korumalar altına almış… Himaye altına almış.
Birincisi… Allah insanı giyinmeye muhtaç halde yaratmış… Giyinecek ve örtünecek.
İkincisi… Ezana “şöyle okunacak” diyorsunuz ve onu dayatabiliyorsunuz. Ama iş başörtüsüne gelince sınır çizemiyorsunuz. Başlıyorlar yasakçılar aralarında tartışmaya. Biri diyor ki saç azıcık görünse de olur, öbürü diyor ki başın temelli açılması lâzım. Biri şurada serbest olsun diyor, bir başkası burada serbest olsun diyor. Allah böylece onları birbirine düşürerek başörtüsünü himaye ediyor.
Yasakçılar üçüncü olarak şekilde anlaşamadıkları gibi, sebepte de anlaşamıyorlar. Az önce hocamın bahsettiği gibi… Şu sebepten yasak olsun diyor bir kısmı… Bir kısmı dinî simgedir, lâik sistemde olmaz diyor. Öbürü de diyor ki, lâiklikle ne alâkası var? Kendi aralarında sebepten dolayı da tartışıyorlar.
Dördüncüsü… Az önce söylediğim gibi kamuoyu bu konuda bütünüyle başörtüsünden yana… Hattâ diyorum ki, ben bunu çok söyledim, en başörtüsüne karşı olarak düşündüğünüz yer neresi; aklınızdan filân yer deyin… Orada bir referandum yapılsın… En uzak, en karşı olarak düşündüğünüz yerden bile yüzde altmış, yetmiş çıkacağından eminim. Bunun için kamuoyunu Allah, bir baskı unsuru olarak himaye ediyor.
Doğrudan hücum edemeyince dolaylı yollara başvuruyor… Başörtüsü, çağdaş bir kıyafet değildir… Başörtüsü gericiliktir… Başörtüsü şudur, başörtüsü budur… Dayatma, yönlendirme, kandırma, saptırma, şaşırtma, korkutma, tehdit, şantaj, ikna odaları… Yani terör meydana getiriyorlar. Suni bir kriz… Ve diyorlar ki, başörtüsü krizi… Başörtüsü krizi değil, sizin meydana getirdiğiniz baskının meydana getirdiği bir kriz… Hem kriz meydana getiriyorlar, hem de bu krizi başörtüsüne atıyorlar.
Fıtrata uygun demiştik. Nedir bu fıtrata uygunluk… Salyangoz ustura üzerinde yürüyebilirmiş… O yumuşak bedenli hayvan, ustura üzerinde nasıl yürüyebilir? O bildiğimiz sıvısını salarmış usturanın üzerine, ondan sonra da asfaltta gider gibi gidermiş. Bizim için ne kadar şaşılacak ve harika bir şey… Halbuki onu için gayet normal… Doğal diyorlar ya bugün… Gayet tabiî… Fıtratına uygun. Ateş böceğinin ateş saçması, fıtratına uygun… Başörtüsü de nefes almak kadar tabiî… Nefes almak nasıl yasak edilemezse, başörtüsü de yasak edilemeyecek kadar insan fıtratına uygun.
Yasağı başlattılar, bir müddet devam etti. Ama ondan sonra kendiliğinden, görüyorsunuz fiilî bir durum ortaya çıktı. Ve bu fiilî durum inşallah yaygınlaşacak.
Dışarıdan bakmaya devam ediyoruz… Biz sanki taraf değiliz, objektif bakıyoruz ve durumu tespit ediyoruz. Başörtüsü yasağı; söylendiği gibi kanunsuz, hukuksuz, haksız, mantıksız ve işin en acı tarafı da gülünç!.. Zaten doğrudan kanun çıkarılamayışının sebebi de en çok bu… 10 sene önce, bunu şöyle ifade etmiştim:
“Meselâ şöyle bir kanun çıkarabilir misiniz?.. Filân yere girmek için insanların sağ ayaklarını göstermeleri gerekir. Buna herkes güler, böyle saçmalık mı olur? Veya Meclis’e girmeniz için sağ kolunuzu açmanız gerekir veya sol kolunuzu açmanız gerekir. Maç seyretmek istiyorsanız tribünlere gitmeden önce mutlaka omuzlarını açmalısınız. Omuzlarını açmamak suçunu işleyenler şu kadardan bu kadara şöyle şöyle ceza… Peki, insanın vücudun şu uzvu bu uzvu böyle de, başın onlardan ne farkı var? Siz insan başını açmaya nasıl hak görüyorsunuz kendinizde? Bu gülünç kararı nasıl benimseyebiliyorsunuz? Şimdi denecek ki… Evet, insanın ayağını açması gülünç… Omzunu açması gülünç… Ama başını açması gülünç değil… Peki, ne o zaman? Baş farklı, başın ayrı bir özelliği var. Başını örtmenin ayrı bir değeri var. Tamam, o zaman da, değerinden dolayı hakkınız yok.
Dine aykırı olması bir yana… Gülünç, mantıksız ve zulüm… Akl-ı selim sahibi herkes bunu görür, insaf sahibi herkes kabul eder. Bunu bilen, bunu gören bizim inancımızda olmayan yazarlar da görüyor. Size bir yazı arzetmek istiyorum. Bu hanımefendi, meseleyi can alıcı yerinden yakalıyor. Gülay Göktürk diyor ki: Siz kadınları şuraya almıyorsunuz, buraya almıyorsunuz; başını açmadan giremezsin diyorsunuz… Dedikten sonra… Yazısını aynen okuyorum: “Başı örtülü kadınların da sizin şehit oğullarının cenaze törenlerine katılmanıza izin vermeme ihtimalini hiç mi düşünmüyorsunuz. Bunu düşünseniz iyi olur.” İnsaf sahibi herkes bunun bir zulüm olduğunu görür.
Dışından baktık, bir zulüm olduğunu gördük. İçinden yani başörtüsünün hakikatinden bahsedelim… Yine Efendimiz’in (sav) duasına sığınalım. “Yarabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!”…
Eşya… Arapça’dan aldığımız kelime… “Şey” kelimesinin çoğulu; şeyler… Türkçe’de Yaratılmış her şey, eşya… Yani her şeyin hakikati…
En çok hadis rivayet eden sahabi Ebu Hureyre (ra) diyor ki: “Peygamber Efendimiz, bana kıyamete kadar olacakların hepsini tek tek söyledi”. Yani “Yarabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!” diyen zaten eşyanın hakikatini biliyor. O bile böyle söylüyorsa… Biz acaba eşyanın hakikatini, kendimiz kimseye muhtaç olmadan ne kadar bilebiliriz?
Gözümüze güveniyoruz değil mi? Gözümle görmediğime inanmam diyor. Peki, dünyanın en uzun insanı, uzaktaysa parmağımızdan küçük görünüyor. Birden bire küçüldü mü bu insan? Şairin dediği gibi:
“Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?”
Şairin dediği gibi rüyada gözsüz görüyoruz. Su bardağına kaşığı koyuyoruz, kırık görünüyor… Büyük İskender kendisini “Güneşin Oğlu” ilân etmiş. Biz güneşi romantik duygular içinde haya ediyoruz. Güneşin doğuşu şöyle, batışı şöyle diyoruz. Peki, güneşin hakikati ne aslında? Güneşin hakikati kocaman bir ateş topu… Ateşten ibaret… Demek ki, güneşin hakikatini görmüyoruz. Ve göz olmadan da görülebiliyor…
Meselâ arılar aslında bizim gördüğümüz gibi görmüyorlar, eşyayı algılıyorlar, eşyayı hissediyorlar. Yarasalar eşyayı görmüyorlar… Ses gönderiyorlar, ses geri geliyor; aradaki mesafeyi hesap ediyorlar ve ona göre hareket ediyorlar. Hakikati bilmek için göz yeterli olmadığı gibi gözsüz de bilinebiliyor.
Kulağımız çınlıyor, doktora gidiyoruz. Sen ne yapıyorsun, kafayı mı üşüttün, olmayan sesleri duyuyorsun demiyor. Kulağımıza da güvenemiyoruz, gözümüze güvenemediğimiz gibi hakikati bilmek için… Eksiksiz bilmek bizim haddimiz değil. Peki öyleyse eşyanın hakikatini kim bilecek? Eşyayı kim yarattıysa o bilir.
Allah insanı kendisine halife olarak yaratmış. Ve kadın ve erkek olarak iki cins hainde yaratmış. Birisini cazip olarak yaratmış, öbürünü de bu cazibeye kapılan, bu cazibeye iştiyak duyan, bu cazibeye alâka duyan olarak yaratmış… Öyleyse… Bu hakikati O söylesin bize… Elektriği eksi ve artı kutup olan elektriği, kontrol altına alırsanız kullanabiliyorsunuz. Kontrol altına almazsanız, kontrol altında tutamazsanız ne kadar zararlı olduğunu biliyorsunuz. Suyu kontrol altında tutamazsanız, Pakistan’da olanları biliyorsunuz. Bir güç varsa, bir cazibe varsa kontrol altına alınması lâzım. Hem cazip olan tarafından, hem diğeri tarafından… İlk insan ve peygamber atamız Âdem Aleyhisselâm… Uyanıp da yanında Havva anamızı gördüğün zaman bu güzelliğe dokunmak istiyor… Böyle yaratılmışız… O’na deniyor ki, ona dokunmanın bedelini öde (mehir)… Yarabbi ona dokunmanın bedeli nedir? Ona dokunmanın bedeli, sevabı Havva anamıza ait olmak üzere Kâinatın Efendisi’ne salâvat getirmek… Demek ki ziynete ulaşmanın bir bedeli var. Cazibenin nasıl hareket edeceği Nur Suresi’nde belirtiliyor.
Nur Suresinin 31. Ayetinde… Biz ayeti açıklayacak değiliz, sadece tefekkür ediyoruz. “Örtünün” değil, “ziynetlerinizi göstermeyin”… Yani bizzat Yaratan, yarattığı eşyanın, yarattığı türün birinin “ziynet” olduğunu ifade ediyor. Ve ona diyor ki, “Ziynetlerini gösterme”… İnce ve zarif bir şekilde kadının bunu idrak etmesini ve erkeğin de bunu idrak etmesini emrediyor.
Dikkat etmişsinizdir, Pek az kadın şair vardır… Niçin… Şiirin mevzuu kadındır zaten… Ulaşılması gereken, varılması gerekendir o… Karacaoğlan’ın dediği gibi:
“Karac'oğlan düşse yola
Hızır yardım etse bile
Yar dediğin demir kale
Ya alınır ya alınmaz”
Üzerine titrenen… Kıskanılan…
Öyleyse bu değerin, bu cevherin, bu ziynetin bir muhafaza altına, bir örtü altına alınması gerekir.
Erkek kahraman olarak, kadın hicap ve hayâ olarak… Kahramanlık gümbür gümbür meydan yerinde… Güzellik kat kat perde arkasında… Resim, güzel resim, değeri kadar çerçeve içinde, mücevher kutu içinde… Meydan yerinde cılk yumurta gibi değil.
Eğer cemiyeti kendi haline bırakılmış olsa, hiçbir problem olmayacak. Ve zaten Türkiye’de de aslında problem yok, yasak da yok. Suni bir problem çıkarılıyor. Gölge etmeseler, hiçbir problem olmayacak.
18. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden bir Batılı şöyle diyor: “Burada herkesi giydiği kıyafetinden tanıyabilirsiniz. Dinini, milliyetini, sanatı, mesleğini, her şeyini…” Örnekler veriyor; Ermeni demirci şöyle giyinir, Rum marangoz böyle giyinir. Müslüman marangoz şu şekil giyinir diye hepsine örnekler veriyor. Ondan sonra da diyor ki, bu kıyafet nasıl ortaya çıkmış? Olsa olsa devletin baskısıyla diyeceksiniz… Hayır… “Bu da kendiliğinden bir kültür olarak meydana gelmiş.”
İnşallah kabalığın yerini zarafet alacak… Karacaoğlan’ın dediği gibi;
“Sular hendeğine akar,
Gamlanma gönül gamlanma!..”
Yeni yılınızı ve aşure gününüzü kutlar, gelecek güzel günlerin hasretiye hepinizi selâmlarım…