İnsanın yazgısı ağaçlarla başladı Mücahit Koca Sayı:
69 - Temmuz / Eylül 2011
…Mart/1984
Bugün yine dağcılık var. Dağ çantamı balkonda hazırlarken dalmış gitmişim. İlk dağda geceleyişim 'Bursa Eğitim Enstitüsü' son sınıfta oldu. O dönemde herkesin olduğu gibi benim de bir Alâattin Yumak Ağabeyim vardı. Bayburtlu hemşeri çocuklarına Bursa'nın Kirmasti Kasabası'nın Sünnük Köyü'nde bulunan-halk dilinde 'Suuştu' denilen-oldukça meşhur 'Suuçtu Şelâlesi'nin serin gölgesinde kurduğu kampta birkaç geceliğine kalmıştım. O günler 1970'lerin başları olup, Alparslan Türkeş'in 'Komando Kampları', ile adam yetiştirdiği günlerdi. Gençler, bu kamplarda kalmaya can atarlardı. Ben de o zamanlar çocukluğumda gördüğüm rüyayı yeniden görmeyi özler gibi dağın şiirsel sesini dinler, cennet rengini görür, Kâbe kokusunu özlerdim. Anladım ki; o 'Suuçtu' gecelerinde bir iki günlük dağ kampı hâlâ unutamadığım bir anı gibi bugün bile beni takip ediyordu. Suuçtu Şelâlesi'nin o harika manzarası, ormanın bakir hali, çocukların hile bilmez cıvıltılarına karışınca müthiş bir havaya sebep oluyordu.
Keşke bugünkü dağcılığımızda da bu çocuklar olsaydı?
Çocuklara bir dersimde etrafımızı kuşatan ağaçları, sesimizi yutan ormanı göstererek 'dağı', ona hayat veren ağaçları anlatmış; sonra da bir gazeteden alıntıladığım şu cümleleri de okumuştum:
“İnsanın yazgısı, ağaçlarla başladı. İlk soluğumuzu ağaçlar verdi. İlk meyvelerimizi ağaçlardan topladık. İlk yuvamız ağaçlar oldu. Yaktığımız ilk ateş de ağaçlardandı. İçtiğimiz su ve yağan yağmur, ağaçlar sayesinde var.”
Suuçtu'da çocukların gökyüzünü çatı gibi örtmüş yemyeşil ağaçlara bir hoş bakışı vardı ki anlatılamazdı. Keşki bütün çocuklar dağa çıksalar; ormanın ve suyun böylesine uyumlu buluştuğu bir noktada din, iman ve edep dersi görselerdi. O zaman yaratılışa ait mutlaka kalıcı bir fikir edinmiş olurlardı.
ÂŞIK YUNUS HEMŞERİM
…Nisan/1984
Bugün yine dağcılık vardı. Bu defa dağa Teleferik Mahallesi'nden Zeyniler Köyü yoluyla tırmanacak; Zeyniler Yaylası'nda olacaktık. Bu iyi bir dağcılık demekti.
Evim Emirsultan Mahallesi'ndeydi. Bugün yolumu biraz uzatarak Emirsultan Mezarlığı'na bitişik olan Karamazak Mahallesi'nden geçip Âşık Yunus'un mezarını ziyaret etmeyi plânlamıştım.
Aslında bu türbenin yerinde bir zamanlar 'Yunus Emrem' adıyla 'Sadiye Tarikatı'na bağlı bir dergâh varmış. Bugün yerinde yeller esen bu dergâhın yeri bir zamanlar cami olarak da kullanılmış. Küçüle küçüle apartman boşluğu haline gelen bu maneviyat toprağındaki küçük 'hazire'de üç mezar dikkati çeker: Ben, bir zamanlar Uludağ'ın eteği olan yerdeki bu yatırları dağcılık öncesi ziyarete gelmiştim.
Apartmanların arasında güneşe hasret bu hazirede kırılmış, dökülmüş üç mezar taşı vardı. Taşların birincisinde 'Yunus Emre', ikincisinde 'Âşık Yunus', üçüncüsünde ise 'Abdürrezzak' adı yazıyordu.
Âşık Yunus, edebiyat tarihlerinde Emir Sultan zamanında Bursa'da yaşamış, Emir Sultan için şiirler yazan bir şair olarak anılır. Örneğin “Şol cennetin ırmakları/Akar Allah deyu deyu/Çıkmış İslâm bülbülleri/Öter Allah deyu deyu” ilâhisinin bu türbede yatan Âşık Yunus'a ait olduğu yazılıdır.
Bursa'nın aynası temiz ruh, gülüşü şiir olan iman. Siz ey Bursa'yı nura boğan teslimiyet! Sizi anlamayan akıl utansın!
Edebiyat tarihçisi Fuat Köprülü'den okuduğum günden beri ben de sık sık Karamazak Mahallesi'ne uğrar bu ululara bir selâm çaktığım gibi Bursa'yı gezdirdiklerimi de Âşık Yunus, Yunus Emre ve Abdürrezzak'a öncelikle götürürdüm.
Bir 'Fatiha' okuyup; aldığım manevi hazla Karamazak'tan Teleferik'in rampasına tırmanmaya başladım. Âşık Yunus'un mısraları yüreğimin derinliklerinde duyduğum bir yankı gibiydi. Kıyısından tutunduğum maneviyatın 'dağcı'yı dağın zirvesinde de bırakmayacağını iyi biliyordum.
Dağcılardan buluşma yerine ilk gelen bugün ben olmuştum.
Beklerken uzun uzun şiir üzerine düşündüm. Şiir ile tasavvufun ilişkisini, tasavvufsuz şiirin ne menem şey olacağını anlamaya çalıştım. Nisan ayının yemyeşil doğası, masmavi suyu etrafımdan akarken ben yeni bir mısraın peşine çoktan düşmüştüm.
ZOBRAN'DA 'EVLİYA ÇELEBİ'NİN AYAK İZİ VAR
…Mayıs/1984
Mayıs ayı dağ sularının en coşkulu aktığı bir zamandı. Biz de Uludağ'ın en harika yerlerinden olan Zobran'a-Evliya Çelebi burayı gelip görmüş ve Seyahatname'sinde anlatmış-tırmanacaktık.
Dağcılıkta daha yeni sayıldığımızdan sık sık yolları karıştırıyorduk. Yine öyle olmuş, yolu tutturana kadar yarlardan geri dönmüş, bilinmeyen sırtlara tırmanmıştık.
Bugünkü ekip İbrahim Ünal, Gürbüz Işık, Haydar İyigören, Cengiz Taşkın ve Mustafa Armağan ile altı kişiydi.
Zobran yolunda yükseklikten mi nedir bilmem bayılmışım. Gözlerimi açtığımda başımda İbrahim Ünal'ı fark ettim. Kaşıkla ağzıma yoğurt veriyordu.
Ben, dağcılığa henüz başlamadığım yıllarda yokuş çıkamaz; dört beş yaşındaki kızımı kucağımda taşıyamayacak derecede kendimi rahatsız hissederdim. Ne zaman dağcılığa başladım bana yokuş da, yol da vız gelir oldu. Yani ben, dağcılıkla sağlık bulmuştum. O günden bugüne ne dik yokuşlar tırmandım, ne zirvelerde çay demledim ama bir defa olsun yokuşlar beni zor durumda bırakmadı.
DAĞ BENİM EVİM
…Temmuz/1984
Bursa'da sabah! Herkes uyuyor. Kimsenin dağıtılan nimetten haberi yok gibi.
Şehrin gürültüsü, patırtısı, telaşı ile kavuran sıcağının bunalttığı günlerden bir gündü. Sabah erken kalkmış, bir an önce şehrin kurallarından kurtulmak, nimetin tadını almak için yalnız başıma dağa gidiyordum. Dağ, benim evim gibiydi. Ne zaman bunalacak olsam evime koşardım. Bugün de öyle olmuştu. Ceneviz Mağarası'na giden dağ yoluna girdiğimde serin hava öyle yüzüme çarpmıştı ki sanki hayat öpücüğü gibiydi hissettiğim. Gideceğim yer öyle bir vadiydi ki, temmuz sıcağında üşüten bir serinliği olurdu. Bursa, yanarken burada üşüdüğümüz çok olmuştu.
Bir dağı tanımak için yapacaklar çoktu. Hep arkadaşlarımla yaptığım dağcılığı bugün ilk defa yalnız yapacaktım. Ne de olsa ben dağı beraber ve yalnız her yanı ile tanımaktan yanaydım. Çın çın öten derin bir vadide çimenlere uzanmış olan kaç kişi tanıyoruz acaba? Ya da güneşe bakıp kıbleyi tayin ederek; “Allahu ekber” deyip namaza duran!
Ceneviz Mağarası önünde durdum. Biraz sonra Âşık Mehmet'in bahçesinin altından gireceğim vadide akşama kadar kalmayı düşünüyordum. Sıkılırsam okumak için yanıma aldığım Mevlâna 'Mesnevi'sinin birinci cildi vardı. Acaba okuduklarımın dağdaki çağrışımlarını da bir şekilde görmüş olur muydum?
Tepeden aşağılara son defa bakar gibi baktım: Bursa, cehennemi yaşarken; ben şu anda cenneti yaşıyor gibiydim.
'SANAT-EDEBİYAT'I, SEZAİ KARAKOÇ'A DANIŞTIN MI?
…Eylül/1984
Bursa Marmara gazetesinin 1977'de kurulmasıyla 'Kültür-Sanat' sayfası olarak Yasin Doğru'nun başlattığı çalışma, giderek gazeteden ayrı 'Bursa'da Sanat-Edebiyat' isimli bağımsız bir dergi durumuna dönüşmüştü.
Bursa Marmara Gazetesi'nin 'Bursa'da Sanat-Edebiyat' ekinin 23. sayısından itibaren yönetmenliğini ben üstlenmiştim. (dergi 24. Sayıdan itibaren mahallilikten kurtulmak için adını 'Sanat-Edebiyat' yapmıştı.
Dergiyi Sezai Karakoç'a sormadan çıkarmam konusunda itirazlar vardı. Sur Kitapevi, o günlerde 'Diriliş Dergisi'nin bir üssü gibi çalışıyordu. Bense kendimi “Büyük Doğucu” olarak tanımlıyor; Üstat varken ikinci bir üstat peşinde olmuyordum. Bazıları, “İstanbul'a gidiyor, Diriliş'e uğramıyor,” diye konuşuyorlardı. Ama ben, Üstat Necip Fazıl'ın vefatından sonra orada durmamış; Üstat'ın en yakınını araştırmış sonra da İstanbul'a gidip Sezai Karakoç'la tanışmıştım. Bu benim için önemli karardı.
Bu bazıları için yapılan her şey üstatlara sorulacak anlamına gelmiş olacak ki; 'Sanat-Edebiyat'ın yönetmeni olunca; “Sanat-Edebiyat'ı çıkarmayı Sezai Karakoç'a danıştın mı? Ya sana kızarsa?” denmişti. Yine Sur Kitapevi'nde anlattığım bir şey vardı. Ben, bunu Sezai Karakoç'tan ilk tanıştığımız zaman bizzat dinlemiştim. 1960'ta 27 Mayıs darbesi olduğu günlerde Sezai Karakoç, 'Diriliş Dergisi'ni çıkarmıştı. Muhataralı günlerdi. Birisi bu hassas günlerde Üstat Necip Fazıl'a gittiğinde; “Sezai 'Diriliş Dergisi'ni çıkardı,” diyor. Üstat, O günlerin nazik ortamından olacak canı sıkkın; “Geberişi çıkarsın,” diyor. Bana da Sezai Bey aynı şeyleri söyleyebilir; belki “Dergiye ne gerek vardı?” diye karşı çıkabilirdi.
Ben, yine de üstat terbiyesine önem veren biri gibi davranarak İstanbul'a gitmiş; hem Üstat Sezai Karakoç'a dergiyi sunmuş, hem de çıkarma konusunda fikrini sormuştum. O, 'Sanat-Edebiyat'ı dikkatle incelemiş, ardından da soruma; “Biz çıkaramıyoruz, bari siz çıkarın,” demiş; beni rahatlatmıştı.
Cuma günü 'Sanat-Edebiyat'ın Eylül/31. sayısını baskıdan almış, kitapevi, gazete vb. yerlere dağıtımını yapmış rahatlamıştım.
Sur Kitapevi, cumartesi günü Dergi'nin yeni sayısı dolayısıyla çok kalabalıktı. Dergi üzerinde konuşuldu. Yeni sayının deneme, şiir ve hikâyeleri için görev bölümü yapıldı.
Ayrılırken İbrahim Ünal; “Bir dağ programı yapalım,” dedi.
ŞAİR HAYALİ'NİN OTURDUĞU DAĞDAYIM
…Aralık/1984
Yolumuz Zeyniler Yaylası'na düşmüştü. Hamam kalıntılarının önünde 'Tekkeler ve Zaviyeler' kitabının yazarı arkadaşımız Mustafa Kara, fotoğraf çekti. Bense sağa sola dağılmış dağcılardan uzakta bir yere oturmuş, dervişleri düşünürken dalıp gitmiştim: Burası Şair Hayali'nin yurt tuttuğu yaylalardan biriydi. Onun etrafındaki ihvanı düşünmeden edemiyorum. O şiirden anlayan, kültürlü, dünya ve ahret uyumunu kurmuş dervişler, ya ellerinde asa yere vura vura yürürler, ya da bağdaş kurmuş otururlardı. Böyle anlarında onları ne ayın doğuşu, ne güneşin batışı, ne göçen, ne kalan, ne kâr eden, ne zarar gören, ne evlenen, ne de boşanan ilgilendirmezdi. Onlar, tek şeyi düşünürler, tek şeyi duyarlardı: Bütün akıl, zekâ, duygu ve düşüncelerini bir noktada toplarlar, tıp tıp damlayan suyun mermeri oyması gibi harika şeyler yaparlar, aç, susuz ve uykusuz bedenlerle keramete yol bulurlardı.
|