Kürsü Kürsü Vecd Sayı:
70 - Ekim / Aralık 2011
HASTA
Hayretler içindeyim! Biri yolda düşüp bayılsa, koşarlar, kaldırırlar, eczaneye, hastaneye, bir yere, bir tarafa götürürler. Körün, sağırın, solağın, topalın, şunun, bunun, teker teker bir hastalık teşhisi ve devâ merkezi vardır… Böyleyken küfür hastalığının dispanseri yok… Çünkü kâfir iki ayağı üzerinde durabilmektedir; gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği, aklının işlediği sanılmaktadır. Ah o göz ki, görmeye, o kulak ki, işitmeye, o akıl ki düşünmeye perdedir; ve bunların sahibi sıhhatte bilinmekte… Öbür hastalar da kim oluyor? Yok mu bu hastaları, bu öldükten sonra ölmeye gidecek çaresizleri kurtarmaya bir çare?.. Nerede bunlara mahsus sıhhî imdat otomobilleriyle garajları dolu büyük cemiyet (agora)sı?..
İMAN-İNKÂR
Allaha iki cins insan inanır. Ya en aptal, ya en akıllı!.. İkisi ortası dediğimiz hakikî akmak, inkâra memur…
Mikrobu keşfeden (Pastör) keşfinin açtığı harikalar ufku karşısında Allaha inanır, fakat o keşfi (Pastör)den öğrenen yarım adam, “Mikrobun keşfedildiği asırda hiç gizliye inanılır mı?” diye Allah'ı inkâra kalkar. Bakın, nereden gelen nereye gidiyor. Demek iş nasipte, düşünmede değil…
Allah'ı tel dolapta yemek ararcasına beş hassenin tamtakır sandığında arayıp bulamayanları ikna etmeye çalışmak, ne hazin faydasızlık!.. Rus (astronot) gibi “bütün fezayı gezdim, Allah'a rastlamadım” diyecektir.
İLİM
İlim sayısız meçhullerin tek malum tek malûm etrafında cebir muadelesi… Meçhulleri birbiriyle nispet muamelesine tabi tutarak hakikati arıyor ve bir şeyler bulduğumuzu sanıyoruz. Bu muadelenin mutlak malûmu, mutlak meçhul olarak Allah…
KEYFİYET
“Keyfiyetleri Allaha havale ediniz” diyen Şah-ı Nakşibend, Allahı mutlak tenzihin imkânsızlığını belirtirken de aklı son hududuna vardırmıştı. Mutlak tenzih, hiçbir şeyi bilmez, hiçbir şeyden anlamaz hale gelmek ve Allah'da kaybolmaktır.
FERT ve CEMİYET
Her fert, kendi içinde en büyük topluluğu taşır.
*
Fert sebep, cemiyet netice…
*
Cemiyet ferdin aynası… Büyük vâkıa fertte…
*
Allah mutlak fert…
TESLİMİYET
Namazda teslimiyet vardır. Onun içindir ki, namaz nefse giran gelir. Yalnız bu kadarı İslâm'ın hak ve namazın mutlak ibadet olduğunu göstermeye yeter.
Nefslerini şahlandıranlar, namaza yaklaşamazken, Müslüman geçinenler de onun kabuğunda kalır ve gerçek namaz pek az kimseye nasip olur.
İTİKAT
Hiçbir itikadın içinde bir mevsimden fazla barınılamaz. İtikatlar mutlaka posalaşır, çürür ve teaffün eder. Bu kanun, Allahhın, kendisine ve kıl şaşmaz yoldan itikattan gayrına olan tavrı… Sabit etrafında ebedi yeni, yalnız İslâm'da…
BEN
Büyük Velî Abdulhakîm Efendi Hazretlerinin en güzel sözlerinden birisi, ermişlerin benlik haline dair şu görüşü:
“Mevzuunu bulamaz ki ben diyebilsin…”
Bizse “ben” den başka mevzuu olmayan biçareleriz.
VARLIK
Nakşîlerin, o, garipler âlemi fâtihlerinin bir sözü var: “Bilhûdî iman, Bâhûdî küf est- kendinden geçmiş olmak iman, kendinde olmak küfür…”
Kelâmı, idrak fezasının bu noktasına çıkarabilmek kime vergi?...
Mümin misin, yum gözünü, sil ruhundaki dış dünyadan bütün çizgileri; boşluğa, yokluğa, hiçliğe dal!.. O'ndan başka hiçbir şeyin var olmadığı mutlak varlığı bulmuş olursun!..
AŞK
Çocuğa ana karnında ruh üfleyen, tohumu hararet içinde çatlatan, ampulü nurla dolduran, Çin Seddini yükselten, Süleymaniye kubbesini dokuyan ve öksürüklü mantık hesaplarını paçavraya çeviren aşk, insan hilkatindeki “ol!” hamlesinin birinci sırrı… Her şubede her işi aşk yapacak, akıl hesaplayacaktır. Ve bunlar birbirleriyle hiç geçinemeyecekler…
ZUHUR
En küçük bir idrak çilesinin varacağı hakikat olarak bütün varlıkların yok göründüğü bu âlemde yok görünerek var olan Mutlak Vücudu anlamak için erenlerin şu sözü yeter:
Allah zuhurunun şiddetinden gaiptir.
DUA
Duayı kabul eden, dilekleri veren, vermeyi murad edince el açtıran, ancak sevdiği kuluna dua ettiren, sevmediklerinin elini ve dilini bağlayan ve kendisine yönelmekten alıkoyan Allahım!..
Bizi affet!..
Biz, Sevgilinin nuruna lâyık olmaktan düştüğümüz için bu hale geldik.
O'na lâyık olabilmek kimsenin haddi değil… Fakat lâyık olunamayacağını bilmenin liyakati herkesin vazifesi… İşte bu son inceliğe lâyık olamadığımız için bu hale geldik.
O nur öyle bir nur ki, ona lâyık olmakta, topyekûn zaman ve mekâna, bu dünyaya ve ötekilere malik olmak var… Bu liyakatten düşmekte de, her türlü mahrumluk ve mahkûmluk…
Her türlü mahrum ve mahkûm olduk.
Bizi affet!..
*
O Nur'un vecd ve aşkı üzerimizdeyken, denizlere, yelkenleri ipekten ve çıpaları altundan kalyonlar indirdik; karalara da, yolunu viraneye çevirmek yerine mâmureye döndüren ordular saldık. Padişahlara “Ayağa kalk, kanun huzurundasın” diye ihtar eden hâkimler yetiştirdik. Müspet bilgiler, medeni aletler, keşifler ve buluşlar, hep o Nur'un kendi fert ve cemiyet aynalarımızda tecellisinden… O Nur'u körleştirince de Şarkın son 5 asırlık macerası içinde bir zamanlar yaban domuzu hayatı süren Garplının sürü hayvanı olduk.
Son yüz yıl içinde bizi bu halden kurtarmak isteyen hiçbir davranış şifa getiremedi. Zira o Nur'a yeniden liyakat ve bu liyakati yeni zaman ve mekâna tatbik etmek şuurlaştırılmadı. Ters yollara sapıldı. Bu, ilerinin ilerisi şuurun sahiplerine “mürteci” dediler ve onları, asıl din gözünde suçlu, O Nur'a liyakati sıfıra indirici, vecd ve aşk mahrumu, din ve hikmet cahili kara yobazdan ayıramadılar.
Onları, bize böyle muamele ettikleri için değil, bizi, bu muamelenin altından kalkamadığımız için affet!..
Bizi, boynumuza geçirdikleri asırlık idam ipini kravat diye taktığımız için affet!.. Tek kelimeyle, “Müslüman” yaftası altında Müslüman olamadığımız için bizi affet!..
Ve bize; kendi öz yurdumuzda asırlardır lütfen iskâna tâbi muhacirlere benzeyen gerçek Müslümanlara, O Nur'a liyakatin en ileri derecesini bahşet; ve ebediyet bestesinden şarkımızı ateşten ahenk helezonlariyle gönüllere nakşet!..
Duamıza öyle bir tesir ver ki, kezzabın mermeri yediği gibi nefsimizin bütün oyuncak mâbutlarını yakıp erittiğini, senin mücerret ve münezzeh birliğin etrafında hiçbir inanış pürüzü bırakmadığını görelim; sunî teneffüsle açılan bir baygın şeklinde bu milletin yavaş yavaş doğrulduğuna şahit olalım!.. Allahım!.. bizi hem af, hem adam et!.
|