Mistik bir dağcılık hikâyesi- Eşkiya Monal'ın Hazinesi Mücahit Koca Sayı:
71 - Ocak / Mart 2012
Ocak/1986
Karlı günlerde Uludağ'ın otelciler için ayrı, avcılar için ayrı, defineciler için ayrı, biz dağcılar için ayrı bir anlamı olurdu. Aynı oruçlu Müslüman için nasıl açlığın bir tadı olursa, böyle günlerde dağda üşümenin de bizde ayrı bir tadı olurdu. Bugün işte o günlerden bir gündü. İlk kamp yerimiz olan Değirmen'deki kayanın altında zar zor ateşi yakmış; Cengiz Taşkın, ateşi kuvvetlendirmeye çalışırken ben de kuru odun peşine düşmüştüm. Çıktığım yükseklikte bir yandan Kilise Tepe taraflarına bakarken; bir yandan da ünlü eşkıya Monal'ın katırların altın yükünü boşalttıktan sonra onları aşağı yuvarladığı rivayet edilen yöne doğru bakarken dalıp gitmiştim. Bugün Araba Yatağı, denilen yerden Uludağ'a sürdüğü katırlarının yükü için dağda kazma vurulmadık yer kalmasa da en yaşlımız olan Erol Usta'nın gösterdiği yer hâlâ gizemini koruyordu. Bir başka rivayete göre şimdi yerinde yeller esen kamp yerindeki değirmenden yiyecek ve haber taşındığı da vardı.
Bizde definecilik sadece Erol Usta'da vardı. Bu yüzden o bizimle dağa çok seyrek gelirdi. Onun takıldığı genellikle mesai arkadaşı dokumacılardan ayrı bir defineci ekibi vardı. Buluştuğumuzda ondan ne çok define hikâyeleri dinlemişizdir.
YAĞMUR YAĞDI BÖYLE OLDU
…Mart/1986
Gece İbrahim Ünal Usta'da kaldım. Gece geç saatlere kadar sanat-edebiyat üzerine, Özal ve Evren ilişkilerinin Türkiye'yi sürüklediği yer ve dağ üzerine konuşmuş; çay üstüne çay demlemiştik. Usta'nın evinde elektrik kesik, sobaya atılacak odun olmadığından bizi bu havada ancak çay ve sohbetin harareti ısıtabiliyordu.
Sabah ezanı ile kalktığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu. Dışarıda bardaktan boşanırcasına bir yağmur vardı.
Biz, yağmur dışında hemen her havada dağa giderdik. Nedense yağmurlu havada dağda bulunmayı kimse istemezdi. Kaç yıldır dağcılık yaptığımız halde bir kulübemiz olsun dememiş, çadırı ise aklımızdan geçirmemiştik. Bu yüzden böyle bir havada yola çıkmak kimsenin isteyeceği bir şey de değildi.
ORMANLARDA “İNSAN” TEHLİKESİ
…Haziran/1986
Elimde dağ üzerine yazılmış bir makale var. Onu okurken ormanların ülkenin yüzde yirmi altısını kapladığını, ormanlarda en çok meşe ağacının bulunduğunu, bölgelere göre kızılçam, karaçam, kayın, sarıçam, köknar, sedir, ladin, kızılağaç ve kestane ağaçlarının varlığını anlatıyordu. Demek ki Uludağ'a nasip olan kestane ağacıymış, diye içimden geçirdim. Adı geçen ağaçlardan özellikle kayın ve meşe çok olsa da Uludağ'ımız kestane ağacı ile bilinmez miydi?
Neden bütün illerde ormanımız olmaz hâlâ anlayamamışımdır. Ormanlar Marmara, Ege ve Karadeniz'de ne kadar çok yer tutuyorsa; Doğu ve Güneydoğu'da o kadar az yer tutuyor. Oysa bütün illerde ormanlara sahip olmak bir hükümet politikası olmalı; ülkemiz de yemyeşil bir cennete kavuşmalıydı.
Yazıda orman tahribinde ve yangınlarda en büyük tehlike “insan” olarak karşımıza çıkıyordu. Yapılan araştırmalara bakılırsa ormanlarda çıkan yangınların yüzde doksan dördü insan kaynaklıydı. Geriye kalan yüzde altı da doğal nedenlere bağlıydı. Bazen sıcak havada bir cam parçası, sürtünen iki dal büyük yangınlar çıkarabiliyordu.
Ne zaman havaların sıcaklığını hatırlasam aklıma hep çıkmış ve çıkma ihtimali olan yangınları hatırlarım. Ayrıca Valiliğin Bursa'nın meydanlarına astığı; “Haziran ve Ekim ayları arasında ormanlara girmek kesinlikle yasaklanmıştır,” afişlerinin insanları dağdan uzak tutmasını çok isterim.
Bütün bu gerçeklere rağmen Uludağ sahipsiz dense yeridir. Belli bölgeler dışında ne bir orman muhafaza memuru, ne bir jandarma görmezdiniz. Onlar olmayınca insanı zarar vermekten kim caydıracaktı? Bereket Habil Ağa gibi dağı mesken tutmuşlar var da bir nebze de olsa dağın yalnız olmadığını dosta düşmana fısıldıyorlar.
Bugün oturdum, saydım. 1985 yılında dağcılar olarak tam yirmi beş kere toplanmış dağcılık yapmışız. Bir memur için on beş günde bir dağda kendini denemek gibi bir şeydi bana bu. Yaşasın, benim de beden ve gönül olarak sağlıklı ve dinç kalmak için yapacağım bir sporum vardı.
HAZRETİ MEVLÂNA'YI ANDI GECE
…Aralık/1986
İnsanın bir hayatı olduğu gibi o hayatını en güzel ve insanlığa yararlı olacak şekilde geçirecek plânları da olmalı değil miydi? Neyi nerede, ne şekilde yapacağını bilmek çok önemli. Allah için olanı bilmenin bilgisine ulaşmak en öncelikli görevimiz. Ben de bugün kendime kumandanın askerine verdiği komut gibi komut vererek; “Masana otur, aç Mesnevi'yi oku,” dedim. Malum aralık ayı; Şeb-i arus törenleri var. “Gelin gecesi, düğün gecesi,” diye sözlüklerde tarifi yapılan Şeb-i arus, Hazreti Mevlâna'nın ölüm gecesi olup; bu gecenin yıldönümünde yapılan törenin de adıdır.
Mevlâna Celâleddin Hazretleri üzerine en güzel yazıları yazmış olanlardan birisi olan Şair Asaf Halet Çelebi, Mevlâna ve Mevlevilik adlı kitabında bakın Hazreti Pîr'i nasıl anlatıyor: “Mevleviliği Mevlâna ilham etmiş, Çelebi Hüsameddin ihya etmiş, Sultan Veled kurmuş, Ulu Ârif Çelebi de sağlamlaştırmıştır.”
Dağ çantamı sırtıma takar; dağa çıkmaya hazırlanır gibiydim. Dilimde Mesnevi'den parçalar vardı:
“Topraktan olan cisim aşktan göklere yükseldi; dağlar oynadı ve o hızla hareket etti. Aşk Sina dağının cânı oldu ve aşk mest oldu ve Musa düşerek bayıldı.”
“Eğer dost bir dudakla birleşse idim söylenecekleri ney gibi söylerdim.”
“Gül gitti ve gülistan geçti; bundan sonra bülbülün serüvenini dinleyemeyeceksin.”
Gönlü insana arkadaş kılan Mevlâna'yı her zamankinden daha dikkatli okumalı ve anlamaya çalışmalıyız, derken dağın zirvesine beni tırmandıran gönlü kucakladım. Akla ise; “Sen orada dur, bir adım bile ileri geçme,” dedim. Doğrusu bugün aklı rehber tutanlardan değildim.
BATPAZARI CAMİİ'NDE EVLİYA DEDE'Yİ ANDIM
…Ocak/1987
Bursa Marmara gazetesi genel yayın danışmanı olarak çalışmaya 'part time' devam ediyorum. Her zaman yaptığım Batpazarı Camii'ne gittim. 1978'de İstanbul'dan Bursa'ya geldiğimde sık sık cumaları gider orada Evliya Dede denilen bir deri bir kemik bu doksanlık ihtiyarın arkasında kılardım. Bundan da ayrı bir haz, ayrı bir tat alırdım. Aynı onun gibi Bursa'da bir de Kâmil Hocamız vardı. O, Edirne Kapı Medreselerinde yetişmiş âlim biriydi. Meşhur Hocalardan Merhum Ahmet Davudoğlu'nun arkadaşı olup; mütevazi köşesinde talebe yetiştirerek dine hizmet ederdi. Evliya Dede'nin takva üzerine sohbetini dinleyip arkasında Cuma namazını kıldığım gibi Kâmil Hoca'nın evinde de sohbetini dinlemiş; arkasında çok Teravih Namazı kılmışlığım olmuştu. Kâmil Hoca gibi âlim ve yoksul, Eskici Ali Baba ve Evliya Dede gibi yoksul ve takva kaç imam vardı mabetlerimizde?
Cami çıkışı, Yazıcı Nurcuların Bursa'daki ileri gelenlerinden Sobacı Fahrettin Işık'ın Kayhan Çarşısı'ndaki yerine uğradım. Rıdvan Gürbüz oradaydı. Ardından İbrahim Ünal da geldi.
Fahrettin Usta, çayı bu mütevazi mekânında kendi demlerdi. Bilen bilir; eskimez yazımızı yazan ellerin demlediği çayların hep ayrı bir tadı olurdu.
Hemen orada bir dağ programı yapıp; Pazar sabahı buluşacağımız yeri ve zamanı belirledik.
“EBCEDHAN” İLE BİR ÇOCUĞUM OLMUŞ GİBİ SEVİNDİM
…Şubat/1987
İnsan, kendisine dünyada bir rol biçer de ona uygun bir hayat kuramazsa çok kötü oluyor. Ben, kendimi bildim bileli ama şiir, ama hikâye, ama roman, ama deneme yazan biriydim. Bütün bunları yaparken ruhumu bir sis gibi saran dernekçilik, kitapçılık ve gazetecilik yazının tadını kaçırdıkça kaçırmıştı. 1972 yılında çıkardığım Sur Dergisi'nde bile ortaya çıkarıp yayınlamadığım şiirlerin artık zamanı gelmişti. 1980 yılından itibaren parça buçuk onları dergilere gönderiyordum. Onlar bir kitap olacak duruma gelince yayınlama kararı aldım. Çünkü Sur Kitapevi'nden artık fazla bir beklentim kalmamıştı. Bir zamanlar arkadaşlarımın da desteklerini alarak kurduğum bu kitapevi ne dergi çıkaracak, ne de yayınevi olacak kadar büyüyememişti. Yani bayım, Sur Kitapevi Bursa'ya büyük gelmişti. Benden daha fazla madde ve maneviyat alıp götürmesine izin veremezdim. Bir gayret şiirimi “Ebcedhan” gibi bir kitapla olsun ortaya koymak en akıllıca şey gibi geliyordu.
Kitap yayınlayanlar bilir. “Aziz ve Sevgili Üstat Sezai Karakoç'a” ithafıyla çıkan bu ilk şiir kitabımla kendimi bulur gibi oldum. Sanki yaşamıyormuş da yaşamaya yeniden başlamış gibi sevinmiştim. 1972 yılında Üstat Necip Fazıl Bey’i bizzat evinde ziyaret ederek Sur Dergisi'ni sunduğum gibi bu defa da gidip “Ebcedhan”ı Sezai Karakoç Bey’e sunacaktım. O gün Sezai Bey'in söyledikleriyle beni ne kadar sevindirdiğini anlatamam.
Yani Bayım, Sur Kitapevi gidiyordu ama yerine ilk kitabımla Sur Yayınları geliyordu.
|