Bari, Köroğlu'nu Dinleyin… Ali Hasan Güner Sayı:
73 - Temmuz / Eylül 2012
İngiliz savaş gemileri Marmara'dan geçip İstanbul Boğazı’na demirlediğinde yorgun İmparatorluk son nefesini vermek üzereydi.
Kanunî'nin vefatından beri sürekli olarak, evde kaybettiğini bahçede arayan idarî yönetimler, çeşitli ıslahatlar ile aradıklarını bulamayınca Tanzimat, Islahat ve nihayetinde Meşrutiyet merhalelerinden geçerek, üstüne üstlük büyük bir yanılgı ile de yaşlı imparatorluğu savaştan savaşa ve maceradan maceraya sokarak neticesinde Anadolu coğrafyasına sıkışıp kaldılar. Cihan Harbine girme iradesini gösteren ve savaşta mağlup olan idari kadro savaşla beraber tasfiye olunca da, Millî Kurtuluş Hamlesini yapmak bu kadronun (B) hatta (C) ekiplerine düştü.
Millî Mücadele sonrası yeni devlet kurulurken de, devletin dâhilî ve haricî tüm politikaları doğal olarak bu ekipler tarafından üretildi. Üç kıtada toprakları olan ve her ne kadar eski ışıltısı olmasa dahi hâlâ dünya kamuoyunda büyük bir diplomasi üstünlüğü olan imparatorluğun denizler ve dağlar arasında adeta kapana kısılması doğal olarak yeni devlet reflekslerinin de oluşmasına sebep oldu.
Millî Kurtuluş Hamlesi bu şekilde neticelendikten sonra devletin kendisini dünya üzerinde nasıl konumlandıracağı meselesi ortaya çıktı. Devlet doğuda mıydı, batıda mıydı? İttihatçılardan beri cevap arayan soru nihayet yanıtlanmış oldu. Bu bağlamda yapılan reformların Osmanlı'nın son zamanlarında başlayan bir hamlenin devamı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Belki Cihan Harbi olmasaydı, imparatorluk yıkılmasaydı dahi; gizli toplantılarda, yayınlarda, İttihatçıların kendi aralarındaki dost sohbetlerinde, gizli gündemlerinde ifade bulan ve yapılacak iş listesinde yer alan reformlar birer birer yapılmaya başlandı. Cihan Harbi ve devletin sınır ve etnik kimliğindeki radikal değişimin bunu sadece hızlandırdığını söyleyebiliriz. Netice olarak farklı etnik kimliklerde, farklı din ve mezheplerde ama kardeşçe yaşamayı bilen bir toplum, zaman zaman dış politika oyunları zaman zaman da içeriden kazan kaldırmalar neticesinde tek millet temeline dayalı ulus devleti sistemine dönüşüverdi.
Devlet, bir hamlede makas değiştirdi, mecrasında akan suyun yönünü değiştirerek, 4 asırdır sürekli ricat halinde olan düzenin tersine döneceğini düşündü.
Çok dinli, çok dilli, çok kültürlü ve 72 milletten oluşan imparatorluktan sonra, Ulus Devlet modeli bu makas değiştirme ile zorunluluk halini aldı.
Zira Batıda imparatorluklar ve farklı etnik kimliklerin oluşturduğu devlet modelleri Cihan Harbi ile birer birer yıkılmış ve yerlerine de tek bir milletten oluşan devletler kurulmuştu. Aynı devlet içerisinde farklı etnik yapıların olduğu çeşitli devletlerde dahi bir millet baskın unsurdu.
İngiltere içerisinde kalan İrlandalı ve İskoç unsurlar ile İspanya içerisinde kalan Bask, Katalan ve diğer unsurlar bu haldeydi. Farklı bir yapı içerisinde olan Yugoslavya ise ayrışmasını Cihan Harbinden yaklaşık 50 yıl sonra tamamlayabildi.
Farklı etnik yapıları içerisinde barındıran bu devletler de Ulus Devlet Modeli ile yönetildiklerini söylemekte mahzur görmediler. Bizim devlet de görmedi.
Devlet Türk Milletinden oluşmasına rağmen içerisinde bu çeşitliliği barındırınca bildiğimiz refleksler gündeme geldi.
Görmezden gel, baskı kur, mücadele et…
Öncekileri bir kenara bırakırsak, Dersim'den bu güne kadar yaşananlar devletin bu politikasının tezahürü…
-*-
Her ne kadar imparatorluk farklı dinî yapıları içinde barındırsa da, hâkim inanç Sünnî İslâm'dı. Devletin genel yapısı da Sünnî Müslümanlık üzerine kuruldu. Hıristiyan ve Ehl-i Sünnet dışındaki Müslüman topluluklar ile devlet arasındaki politikanın ne şekilde olacağı ayrı bir mesele olarak ortaya çıkınca benzer devlet refleksleri burada da görüldü. Mübadeleden başlayıp, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve benzeri tertipler ile Hıristiyan ve Yahudi unsurların etkinlikleri azaltıldı. Dersim ile Aleviler zaten kendi gattolarına çekilmişti.
En basit tabiri ile din ve devlet işlerini birbirinden ayrı görme olarak lâikliğin, pratikte, hem ferdî hayatı, hem cemiyet hayatını, hem de devleti nizamlamaya memur Ehl-i Sünnet inancıyla bir arada yürütülmesi imkânsızdı. Bu anlaşılınca katı bir lâiklik ve yumuşak bir İslâm modeli benimsendi.
Sonuç olarak devlet, önce Türk unsuru dışındakilere, sonra Sünnî Müslümanlar dışında kalanlara mesafe koyduktan sonra, son olarak Sünnî İslâm'ın devlet içindeki hâkimiyetini kırmayı görev bildi. İslâmiyet'i istediği gibi şekillendirebileceği yanlışına düştü.
Bu çabalara toplum direnince çoğunluk olan Sünnî unsur ile de kavgalı oldu.
Bu kavgaya rağmen yeniden dönüşmedi. İslâm'ı anladığı ölçüde kabul etti. Bilerek veya bilmeyerek din kurallarını esnetebileceğine inandı. Yumuşak, zararsız bir İslâm modeli (!) böyle oluştu.
-*-
Mücadele etmektense memleketi terk etmeyi seçen azınlıkları saymazsak bu üç meseleden ikisine birden bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılırken, son vermek için topyekûn kalkışma başlattı.
İşte 28 Şubat diye tarif edilen ve devletin bir yandan etnik unsurlar, diğer yandan Müslümanlar üzerindeki baskılarının yoğunlaştığı ve cemiyeti her yönüyle etkileyen, toplum vicdanlarında derin yaralar bırakan devlet politikaları, bu kalkışmanın ürünüdür.
Devlet bu kalkışmasında ne kadar haksız ise, buna aynı şekilde sertlikle, silahla ve kanunî yollar dışındaki yöntemlerle cevap vermek de o kadar haksızdır.
Kanun yoluyla etkin mücadele, milletin derin idraki ve bedahet duygusu ile yine devletin kendi koyduğu kurallar içerisinde yapıldı. 1950'den beri her askerî müdahaleden sonra müdahale yapanlara sandıkta cevap veren millet, 28 Şubat’tan sonra bunu daha net ve keskin olarak yaptı.
Devletin düştüğü yanlışın bir benzerine düşen diğer etnik unsurlar ise, silâha silâhla, baskıya baskıyla karşılık verme yoluna gitti.
Terör eylemleri, masum insanların katli, uzlaşmaz tutum, devlet içerisindeki derin güçlerin ve uluslar arası konjonktürün de etkisiyle hiç kimsenin davasında haklılığı kalmadı.
Temel prensipleri koymadan, bir inanç ve fikirden beslenmeyen hiçbir hareket neticede yaşayamaz.
Devlet terörle mücadele ederken tepeden inme askerî ve polisiye tedbirlerin ötesine geçemedi, Ancak terörü bir çare olarak görenler de, yaklaşık bir asırdır bu eylemlerinin destanını yazamadı. Ellerinde silâhlarla dağda özgürlük arayanlar, neden bir Köroğlu'na, bir Yunus'a sahip olamadıklarını düşünmedikleri ve devlet de Köroğlu'nun, Yunus'un ne mânâya geldiğini unuttuğu için bu sarmaldan çıkamıyorlar…
Bari,
“Serçenin gönlünden şahinlik geçer,
Şahini görünce ormana kaçar,
Gider tenhalara kahraman olur…”
Diyen Köroğlu’nu dinleseler…
|