Dünya buhranı Ali Erdal Sayı:
77 - Temmuz / Eylül 2013
Tabiî olarak meydana geldi veya hain gizli servislerin marifeti... Arap ülkelerindeki olaylar, alan ve nüfus bakımından dünyanın en büyük halk hareketi... Başlar başlamaz 'Arap baharı' deyip, 'diktatörlere isyan' olarak vasıflandırıldı. Böyle patlama halinde ortaya çıkan, geniş coğrafyaya yayılan ve kökleri geçmişte olan, nerelere yayılacağı, ne zaman ve nasıl biteceği belli olmayan bir hareketin izahı, bu kadar basit olmamalı… En azından bu kadardan ibaret olmamalı…
Fransız İhtilâli'ne kadar devlet idare etme hakkı, dünyanın her yerinde, Tanrı'ya nisbet ediliyordu. Saltanat sahibine ve hanedana karşı gelmek, insanüstü güce de karşı gelmekti. Böyle bir kudrete isyan; hele hak ve adalet üzereyse, kimsenin aklının ucundan dahi geçmezdi, geçemezdi; geçmemeliydi. Devletin sıkıntısına sabredilmeli ve isyana teşebbüs edilmemeliydi.
Fransız İhtilâli'nin başlangıcında halk sadece açlığını, yoksulluğunu saygıyla itaat ettiği kuvvete bildirmek istedi. Şefkat, merhamet ve adalet beklenen 'babaya' halini arz... İlâhî kudretin emaneti, maruzatta bulunuyor... O kadar... Tabiî karşılanmalı, hoş görülmeli... Fakat 'Devlet benim!' kibri ve 'ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler' hamakatı idrakleri dumura uğratmıştı bir kere... Halk; görmeyen, dinlemeyen, umursamayan zihniyete öfkelenip saraya yürürken bile doğrudan krala ve krallığa karşı değildi. Çevresi suçluydu.
İhtilâl hengâmesinde bir mizansen hazırlanıyor... Kralın geçeceği yolda bir tabut taşınıyor... Beklendiği gibi kral, cenazenin kime ait olduğunu öğrenmek istiyor. Ve herkesin aklını başına getirmesi gereken müthiş cevap: “Tabutun içinde Fransa var!..”. Fakat krala isyan edilemeyeceği enaniyeti, hiçbir şey anlayacak gibi değildir... Anlayışsızlığa karşı kabaran isyan!.. Ve ihtilâl… Kralın o zaman bile meseleyi tam kavrayamadığı, “fakat bu bir isyandır!” demesinden belli… “Hayır Majesteleri, bu isyan değil; ihtilâldir!” cevabı da gösteriyor ki, tebaa farkedildiği zaman, iş işten geçmiştir. Açlık; biriken öfkenin fitilini ateşlemiştir. Kralı ve krallığı; şefkat ve adaletle davranmamak, 'emanet'in hakkını vermemek yıkmıştır... O gün ne kadar anlaşıldı bilemem ama biz bugün rahatça 'meşruiyetini kaybetmek' diyebiliriz.
Fransız İhtilâli, toplulukları idare etme hak ve yetkisinin; insanüstü iradeye değil topluluğun ortak vicdanına ait olduğu düşüncesini doğurdu. Topluluklar, idarecilerini kendileri seçmeliler... İnsan, kendisinin üstünde irade istemiyor. Meşruiyet makamı yere iniyor...
*
Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan devletler, hem bulgurdan hem pirinçten oldular... İlâhî güce dayanmaktan mahrum oldukları gibi, toplum vicdanına da istinat edemediler... Gelecekleri kavga, karmaşa, kargaşa olsun diye şekillendirilen devletçikler... Evcilik oyunu misali, devletçilik oyunu... Osmanlı devleti gibi şefkatli, adaletli ve kültürlerine saygılı bir hamiden mahrum tesbih taneleri, öksüz ve yetim kaldılar. Gizli ve açık oyunlarla Osmanlı'yı yıkan akbabalar, insanî duygularla (!) bu öksüz ve yetimlere sahip (!) çıktılar. Batı, genel vali tayin eder gibi içlerinden başlarına diktiği hayranı aydınlarla İslâm dünyasını, menfaatine göre şekillendirdi. Yani halklarına şahin, Batı'ya sırnaşık kedi olan kuklaları, daha işin başında meşru değillerdi. Enver Sedat 1981'de suikastla öldürüldüğü zaman cenaze törenine, dünyanın her yerinden gelen devletlilerden başkası kabul edilmedi. Cenaze törenleri, halkın kime ne kadar değer verdiğini ifade açısından ölçüdür... Hele İslâm âleminde... Bir devlet başkanı ölüyor, cenazesini halkı değil, diğer firavunlar kaldırıyor. Bunu da Mısır'da kimse umursamıyor. Çünkü başındakini kendinden ve meşru görmüyor. Sağlığında kendisini görmeyeni, halkı da ölünce görmüyor. Ne yapsın, buna gücü yetiyor ancak. “Peygamber ve Firavun” isimli kitabında olayın şahidi Fransız Gilles Kepel, bunu hayretle ifade ediyor: “Daha da enteresanı, dünya devlet başkanlarının katıldığı kurbanın cenaze merasimine halkın zerrece ilgi göstermemiş olmasıydı!” Gayrimeşru idarelere ve idarecilere karşı tepki, “kalpten buğz”la başlıyor ve artarak nesillere devroluyor. Bugünkü deprem, dün başlamıştı...
'Arap baharı' dedikleri deprem başladığı zaman, “cin şişeden çıktı” diye yazmıştım. Nesiller boyu damla damla bütün kesimleri saran kırgınlığın, kızgınlığın biriktirdiği enerji; nihayet patlamış ve tepelerindeki halkı hiçe sayan, başa geçmeleri de meşru olmayan, meşruiyete ihtiyacı bile idrak edemeyen, zalim şeflere ve çetelerine karşı, –liderlere ve kadrolara değil– nihayet harekete geçti. Eğer bu diktatörler, adil ve şefkatli olsalardı, geliş sebeplerine, yani meşru olmayışlarına rağmen, bu isyanlar olmayabilirdi. Eninde sonunda, topluluğun ortak vicdanı onları kabul ederdi, yani meşru olabilirlerdi. Batı'nın kostümünü giyince, Batılı olacağını ve her meselenin hallolacağını sanan maymunlar; halklarının inanç ve kültürlerine düşmanlıktan, onları hakir görmekten ve fakir bırakmaktan başka bir şey yapmamışlardı… Üstelik isyan etmesinler diye ellerini ve dillerini, istihbarat teşkilâtlarıyla, işkenceci cellâtlarıyla bağlamışlar, kendilerini putlaştırmışlardı. Böylece isyana müstahak olduklarını, başlangıçtan son ana kadar zımnen kabul etmişlerdi.
Fransız İhtilâli, tepki; son hareketler ise, hınç... Birincisinde insanlık haysiyeti; meşru olana 'beni anla, varlığımı idrak et' dedi; ikincisinde 'meşru olmayan defol!' diye haykırdı. İlkinde hayal kırıklığı öfkeye döndü, ikincisinde kuruluşta başlayan ve damla damla biriken öfke patladı. Fransız İhtilâli, halen devam eden bu hareketlerin yanında bir sokak gösterisi… Bu sebeple 'Arap baharı' değil, 'Arap kıyamı' denebilecek bu hareketi, halkın sokaklara dökülmesinden ibaret sanmak büyük gaflet... İyi ve kötü yönleriyle, kendinden doğan ve yönlendirilen halleriyle... Arap milletinin “ben varım!” ve “İslâmî kimliğimi ikame etmek istiyorum!” kıyamı...
Müslümanların başına gayrimeşru çöreklenen, çöreklendirilen diktatörlere karşı başlayan bu hareket, istense de istenmese de dünyada bir meşruiyet sorgulamasına varır. Aş ve iş istiyorum istasyonundan kalkan tren, başımda kendimden adil idare istiyorum istasyonuna doğru yol almakta… Bunun için hemen bitmiyor. Artık cin şişeden çıkmıştır! Gayrimeşru temsilcileri yıkmakla yetinilemez. Bu sorgulama tabiî olarak, zalimleri musallat edenlere de uzanır. Perde yırtılınca kuklacı görünür. Bunu hisseden Batı, şaşkınlık içinde titremekte ve hareketin istikametini değiştirmeye çabalamakta…
*
Toplulukları idare etme hakkı kimin, hangi gücün?.. Hangi hak; sıradan kişileri “ekselânsları” yapar, yapabilir? Lâyık olanlar, neye göre ve nasıl belirlenir?
Dünya; Batı'nın Faşizm'ini, Sosyalizm'ini, Komünizm'ini denedi ve iflâslarını gördü... Babadan oğula saltanatın zaaflarını gördü... Demokrasinin zaaflarını da görmekte… Şimdi düşünüyor... İçten içe kaynayan Doğu da; sömürdüğü ülkelerdeki rejimleri, işine geldiği gibi değiştiren, Avrupa'daki krallıklara ve İslâm dünyasında işine gelenlere ses çıkarmayan; yani kendi icadı demokrasiye ihanet eden, bir yandan da demokrasi nutukları atan şaşkın ve ikiyüzlü Batı da arayış içinde. Papa 2. (Jan Pol), 1991 yılında Katolik âlemine yayınladığı genelgede komünizmin çöküşü ile tek kurtuluşun Kapitalizm'de olduğu düşüncesinin yaygınlaştığına işaret ediyor ve “buna katılmamak mümkün değildir” diyor. “Ancak…” dedikten sonra Batı'nın son reçetesinin de işe yaramayacağını, –bilerek veya bilmeyerek– ifade ediyor: “Ancak Kapitalizm'in düzeltilmesi gerekir. Birçok ulusun gelişmesini önleyen engelleri ve tekelleri kaldırmak lâzım. Kapitalizm'in geri kalmış milletleri daha geri bırakan vasıfları değiştirilmeli öyle olmadıktan sonra kurtarıcı olamaz. Teröristlerin, kartellerin hâkimiyetine engel olucu bir düzenleme yapılmalıdır.”. Denize düşen, yılana sarılır... (Kafka)ların, (Niçe)lerin, (Sartır)ların çığlıklarını duymayanlar, bilinenin tekrarı bu nasihate mi kulak verecek? Demokrasi, Batı'nın dünyaya son teklifi...
Bu böyle devam edip gidemez. Son hareketler, birilerinin komplosu sonucu ortaya çıkmış olsa da, olmasa da, birileri yönlendirse de, yönlendirmese de gidiş; yepyeni bir dünya… Bu arayış, yeni bir dünya doğurur... (08 Mart 2011)
*
Devletlerin meşruiyetlerini bugün; (esas)a değil de, üstelik de istismara müsait bir (usul)e, herkese göre değişen (demokrasi)ye dayandırmaları, üstelik onu (esas) gibi düşünerek putlaştırmaları dünyanın en büyük buhranı... Ve bütün buhranların merkezi...
İnsanüstü kudrete dayanmak, imtiyazlı sınıf meydana getirdiği için terkedilmiş... 'Üstün ırk' hayali, başlamadan bitmiş... 'İşçi sınıfına' dayanmak yüzyıl dolmadan iflâs etmiş... 'Müteşebbis sınıf'a yani zenginlere, parayı kontrol edenlere dayanmanın mahzurunu ayan beyan... Kaldı 'demokrasi' denilen 'usul'e dört elle sarılmak... Halbuki dünya, (usul)den önce, (esas)a muhtaç. Şimdi herkes görüyor ki halkın tercihi yönlendirilerek, demokrasi alet edilebiliyor, halkın iktidarı maskesi ile egemenler sultası kurulabiliyor... Halk yanıltılabiliyor, halkın isteği diye menfaatler yutturulabiliyor. “Demokrasi getirmek” yalanıyla, ülkeler talan edilebilip kan gölüne çevrilebiliyor. Helvadan put yapıp tapan, ondan sonra onu yiyen cahil misali; icad ettiği putu, övüyor, ondan sonra da onu menfaatine âlet ediyor.
Bütün tecrübeler işaret ediyor ki, dünya buhranının merkezinde; her şeyi çekip çevirecek ve doğruda zaptedecek fikir ve iman manzumesinden mahrumiyet var...
Her geçen gün artan terör, şiddet, cinayet, katliam, uyuşturucu ve alkol iptilâsı, yalan ve talan, haklı veya haksız cinnet geçirmiş gibi sokaklara dökülmeler ispat ediyor ki, dünyayı idare edenler, itaata lâyık görülmüyor. İradesini bir kaynağa istinat ettiremeyen menfaat şebekelerine karşı her yol mübah... Lâ teşbih, dinsizin hakkından, imansız... Batı'nın, fikirde ve eşyada her yeni icadı, yangına benzin... Görüyor musunuz terörü neyin doğurduğunu?
Eskiden “âsi” denirdi... İsyan eden bile kendini böyle ilân ederek, hak edene itaati kabul ederdi. Bugün, kendilerinin de meşruiyetlerinden şüpheleri var ki, karşı çıkanlara “âsi” diyemiyorlar, “terörist” diyorlar. Âsi, zulme başkaldırdığını söyler... Terörist ise, hiç bir açıklama yapmadan, sebep söylemeden yakar, yıkar, öldürür. Zalim idareci, isyancısını doğuruyor; terör ise gayrimeşru sistemin veledi... Argo tabirle, −kusura bakmayın deyim yerine oturuyor− “fırlama”sı!.. Devlet olma hakkını, meşru zemine oturtamayan (Frankeştayn); canavarını meydana getirdi: Terör!
Meşruiyeti, iman verir... Çağımızda yaptığı makinelerle böbürlenen 'Faust'; eşyaya hâkimiyet cakasında... Ve fert ve cemiyeti nizama sokacak kendinden üstün kudret olmadığı vehmine saplanıp kaldı... Yani ruhunu, Allah'a karşı kibreden şeytana sattı. Hâkimi olduğunu zannettiği eşyanın, maddenin mahkûmu oldu.
İnsanlığın bugünkü buhranı; başta 'devlet' olmak üzere hiç bir şeyin kontrol ve disiplin altına alınamaması... Bunun sonucu... Devletler ve paktlar başta olmak üzere bütün kurum ve kuruluşlar kritersiz; keşifler ve icatlar disiplinsiz; teknik ve sanayi, haberleşme ve iletişim kontrolsüz; sanat başıboşluğun ve cinselliğin mahkûmu; ekonomi hırsın ve hırsızın oyuncağı; adalet mizansız... Hal böyle olunca, herşey hak yerine, menfaat üzerine... Güçlü olan haklı... Bu miyarsız ve mizansız kaygan zeminde herşey birbirini telef ediyor... Kimin ne zaman, kime nasıl karşı ve kimin yanında olacağını, birilerinin güdümündeki (konjonktür) belirliyor; prensipler değil... İnsanlık Olemp Dağı'nda birbirini yiyor.
Ne olacak, pimi çekilmiş el bombasına benzeyen bu dünyanın hali?
Ne olacak!.. Ya her şeyi disiplin altına alacak bir iman bulacak, ya her şey birbirini yok edecek... Akrep gibi kendini zehirleyecek... (Şekspir)in ifadesiyle “Olmak mı, olmamak mı; işte bütün mesele!”... Ya hep ya hiç...
(Hep)i; her şeyin hakkını verebilen istikbale kefil olabilen sağlar! Yani din!... Yani İslâm!..
Dünyanın her yerinde asabî 'istemezük!' çığlıkları!.. Değişim, yenilik, yeni dünya düzeni ve benzeri ifadelerin yaygınlığı gösteriyor ki 'insan'; bir iman arıyor. Bir zamanlar, Osmanlı Devleti ile dünyayı nizamlayan imanı arıyor... “Biz de ceketimizin astarında kaybettiğimiz güneşi”...
“Arap kıyamı” bu hasretin, İslâm'ın ilk muhatabı millette his plânında ifadesi. Büyük İslâmî uyanışın Arap halkındaki tezahürü...
Bir “Türk baharı” hayal eden toplum mühen-disleri, boşuna uğraşmasın, 'Türk kıyamı' 1946'da his plânında başladı ve halk iradesi ile fikir zemini-ni bulma yolunda gün gün ilerliyor. “Arap kıyamı” görünüyor, İslâm âleminin liderindeki kıyam ise, fikirde ve sessizce olduğu için farkedilemiyor.
İşte “İdeolocya Örgüsü”... Öksüz ve yetim kalan topluluklarla beraber mazlum; devlet olmak yönünden başarıları cumhurbaşkanlığı forsunda pırıldayan; bu günkü haliyle bile İslâm âleminin lideri milletin içinden, o milletin şahsında insanlığa sunulmuş; “küllî hakikat mizanının İslâmiyet olduğuna iman” formullü bir kurtuluş reçetesi: “Hâkimiyet Hakkındır” düsturuna göre hareket edecek “gerçek münevverler otoritesi”... Devleti sıradan bir teşkilâtlanma değil, hakkı gerçekleştirecek yüce yapılanma gören milletin içinden çare diye kıvranan insanlığa sunulmuş devlet ideolocya örgüsü:
“Evvelâ şahsına, sonra bütün Doğu âlemini kurtarması, daha sonra da çepeçevre yeryüzüne ve insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletine gereken yol, en girift, en mahrem, ve en iç kavranışiyle İSLÂMİYET'tir”.
İdeolocya Örgüsü; devleti, 'üstün insanlar kadrosu' kaidesine oturtuyor:
“Büyük Doğu mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir 'Yüceler Kurultayı' vardır.
'Yüceler Kurultayı', milletin; dinde, fikirde, sanatta, ilimde, siyasette, müspet bilgilerde, ticarette, askerlikte, idarede, işde, hulâsa insan kafasının arayıcı hamlelerini ve idrak çilelerini plânlaştıran her sahada, eser, keşif, görüş, terkip ve dâva sahibi (aksiyon)cu güzîdelerinden örülüdür.
'Yüceler Kurultayı'nın mânâsı, milleti, en ileri –doktor hâkimiyeti altındaki hasta gibi– sâf ve mücerred idrak ıstırabı çeken ruh ve dimağ işçilerinin hâkimiyeti yolundan, hak ve hakikatin hâkimiyeti altında tutmaktır.”
'Halk iradesi', 'halk idaresi'!.. İyi de hangi halkın?.. Nedir, 'gerçek demokrasi'?..
“Gerçek demokrasinin şöyledir ki tefsiri:
Halk Hakk'ın esiridir, devlet halkın eseri...”
Başlayan tartışmalardan, verilen eserlerden, karşı çıkış merkezlerinden, ademe mahkûmiyetin işe yaramamasından, yükselen ilgiden belli ki... Yarının gündemi, İdeolocya Örgüsü... İnsanlığın ihtiyacına cevap veriyor diyen için haydi haydi... İhtiyacına cevap verdiğini kabul etmeyen için de, ihtiyacı olduğu bir meseleyi ele aldığını, çağın buhranına bir çözüm teklif ettiğini reddedemeyeceği için yarının gündemi... Dünyanın bir kurtuluşa ihtiyacı var diyenler, onu da bu meseleye cevap verenlerle birlikte gündemlerine alacaklar... En azından “evet bir buhran var ama iddia edildiği çare bu değil” demek için...
(Önceki sayfanınn devamı) Yakalanmadıktan sonra her şeyi yapmanın serbest addedildiği bir dünyada... İnsanların paranın tebaası olduğu bir dünyada... Dünyanın kurtuluşa ihtiyacı yoktur, asayiş berkemaldir diyebileceklerin bile gündemlerinde; insanlığın buhranına çözüm için 'bu uçuk kaçık hayallere' bir ömür harcayan adama acımak veya onunla alay etmek için yine İdeolocya Örgüsü olacaktır...
İslâm dünyasındaki, görünen ve görünmeyen, ama her an kabaran uyanışlar bir gün bir noktada birleşecek ve lâzer ışını gibi bir güç olacak.
“Bir dünya doğuyor, yepyeni bir dünya. Kat kat sis arkasında, yarı belirli, yarı belirsiz bir dünya...” Kıyamet kopmayacaksa, “yeni bir dünya” doğacaktır.
İdeolocya Örgüsü'nün son cümlesi:
“Bekleyiniz!..”...
“Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni!
Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!”
|