Büyük Doğu dersleri -3- Ali Erdal Sayı:
77 - Temmuz / Eylül 2013
ÇEVRESİ
(İslâmî kimliği ile meydana çıkmadan önce ve sonra)
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, Resulü'nün şefaati, büyüklerin himmeti üzerinize olsun.
Bir kervan düşünün, muhteşem bir manzara önünde bir kervan gidiyor. Nurdan insanlar kervanı gidiyor. Bu kervanın bir ucu Allah Resulü'ne, öbür ucu da günün büyüğü kimse o var. Hangi Müslüman böyle bir kervanda yer almak istemez ki… Haddimiz olmadığı halde, olamayacağımızı bildiğimiz halde isteriz.
Üstad, “Sonsuzluk Kervanı” isimli şiirinde, bu kervanın peşinden giden topal bir köpek olsam diyor. O yeter bana. Ayağınızın bastığı yerleri tek tek öpeyim. Ayağınızın bastığı yerlerden alacağım kerem yeter diyor. Gerçek hürriyet sizin, azat kabul etmez kölesi olmaktadır diyor. Çünkü en verimli hasat, onların bastığı yerlerden alınacaktır. Bu şiiri okuyacağım. Biraz sonra niçin okuduğum anlaşılacak.
Sonsuzluk Kervanı, “peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!”
Bastığınız yeri taş taş öpeyim;
Bir kırıntı yeter, kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Ufuk, önlerinde bayrak kulesi.
Bu gidenler, Altun Kol Silsilesi;
Ölçüden ahenkten daha güzeller.
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Sonsuzluk Kervanı, istemem azat!
Köleniz olmakmış gerçek hürriyet
Ölmezi bulmaksa biricik niyet;
Bastığınız yerde ebedi hasat.
Sonsuzluk Kervanı, istemem azat.
Hâlbuki nefs tanrılık iddiasındadır, tanrılık derdindedir. Batıda bir büyük, bir mütefekkir diyor ki; “bazı insanlarda tanrılık iddiası vardır.” Bizim büyüklerimiz, hakikati tam söylüyor. “Her insanda tanrılık iddia eden bir nüve, bir çekirdek vardır.” Nefs… Bu nefs, hangi merdanelerden geçirilmiş, nasıl rafine edilmiş ki, peşinizde gezen topal köpek olabileyim diyor. Kim söylüyor bunu? Yaşadığı çevrenin bir numarası… Daha otuzuna gelmeden “bir mısraı bir millete şeref kazandırmaya yeter” diye çevresi tarafından kelimeye dikkatinizi çekerim 'ittifakla övülen' biri söylüyor. Kapasitesi öyle yüksek ki çevresinde kimse onu karşısına almaya cesaret edemiyor. Birisi onu övdüğü zaman –öğrenciler, hocaya övgü sözleri söyleyince diğer arkadaşları güler; çünkü işin içinde biraz hocaya yaranmak da vardır. –kimse Necip Fazıl'ı sen şu şekilde övüyorsun, diye onu kınamıyor. Çünkü hangi övgüyü yaparlarsa bu övgüye lâyık olduğunda bütün çevresi müttefik… Onun bulunduğu yerde başka merkez yok. Onun bulunduğu yerde bütün gözler üzerinde ve onun çevresinde. Bu çevrede kimler var? Hattâ kimler yok? Başta Abdülhak Hamid olmak üzere şairi âzam lâkaplı biliyorsunuz devrinin en büyük şairi olarak nitelendiriliyor bütün şair yazar bu çevrenin etrafında. Başta Sedat Simavi, Yunus Nadi olmak üzere… Sedat Simavi Hürriyet gazetesinin sahibi, Yunus Nadi Cumhuriyet gazetesinin sahibi… Çevreyi görüyorsunuz değil mi… Bütün gazete, dergi, yayın sahipleri… Matbaaların sahipleri… Başta en gözde bakanlardan Hüseyin Cahit olmak üzere, o günün devlet erkânı… Başta Falih Rıfkı olmak üzere, o günün devletlilerine, devletine en yakın, bürokratlarına en yakın kimseler… Falih Rıfkı, Hüseyin Cahit gibi kişilerle yatıya gidecek, yemeye kalacak kadar yakın… Az önce Mücahit takdim ederken söyleyecekti, konumuz Necip Fazıl o günkü cemiyet tarafından nasıl görüldü… Yani Necip Fazıl kendisini nasıl gösterdi değil, nasıl göründü değil, nasıl görüldü. Çevresi nasıl gördü? Önce nasıl gördü, sonra nasıl gördü? Halk nasıl gördü, devlet nasıl gördü? Yani biz işe Necip Fazıl cephesinden değil, cemiyet cephesinden bakacağız.
Dedesinin vazifesi sebebiyle tanınan bilinen bir kimse… Sosyete diyorlar ya, sosyeteden bir kimse. Varlıklı bir ailenin istediğini yapabilen şehzadesi… At biniyor, at satın alıyor, çeşitli kendine göre merakları var. Bir gecede şu kadar para harcıyor. Başkalarının vermeye kıyamadığı miktarları bahşiş olarak veriyor. Para onun için hiç mühim değil.
Elit, kendilerini üstün gören çevre, onu kendilerinin de üstünde görüyor. Ve şöyle değerlendiriyorlar: Deli dolu, uçarı, kimsenin akıl edemeyeceği tavırlar gösteren, kimsenin düşünemeyeceği sözler söyleyen, iddialarda bulunan, kapasiteli, cesur ve cömert. Çevresinin gözbebeği. Ve bütün bu vasıflarla birlikte hepsinin üstünde şair… En önemlisi bu…
Ben en çok şuna hayret ederim. Şairim diyebilmek, çok büyük bir cesaret işi. Meselâ mühendisim, doktorum, avukatım, öğretmenim diyebilirsiniz. Bunlar meslek, tabiî ki söylenir… Rahatça ressamım, hattâ müzisyenim denebilir. Kendisine şairim diyenler pek azdır. Ve kendisine şair denilen de pek azdır. Bu, öylesine şair olarak anılıyor ki, hiçbir toplulukta, toplantıda, kişiler arasında konuşurken ismini söylemiyorlar. Şair diyorlar. Hâlbuki şairler zümresi orası. Demin söyledim değil mi… Onların arasında bile. Onlar bile Üstad'dan bahsederken –daha o zaman Üstad yaygın değil– şair diye konuşuyorlar. Şiirin üstadı görüyorlar.
Ya çevresi nasıl bir hayat yaşıyor. Kendilerine mahsus bir hayatları var. En iyileri bu çevrenin İslâm'ı en fazla bir aksesuar olarak görüyor. Yani olursa olur, olması şart da değil, lâzım da değil. Aksesuar olarak bile kaale almayanlar var. Hatta İslâm, o kadar bunların anlayışına uzak ki, bir yerde aleyhinde bulunmak için bile sözünün edilmesine lüzum görmüyorlar. Nefretle düşman olanlar da var. İşte bütün bu çevrenin gözünde şair… Bu çevrenin şairi… Bu çevrenin cömert, cesur, atılgan, sözünü yerine getiren ve sözünü dinlettiren şairi. Hesaba katılması, dikkate alınması gereken birisi… Asla hiçbir cemiyette oyun dışı olması düşünülemez. Her cemiyette, kendisini kabul ettirmekte çok mahir… Hangi görüşte, inanışta ve fikirde olursa olsun onu övmekte birbirleri ile yarışıyorlar. 1930'lu yıllarda ve 1940'ların ilk yıllarında bu anlattığım tip. Yani daha İslâmî kimliği ortaya çıkmadan önce… Kendisinden o günün en çok bahsedilen kişisi. Daha iyi anlaşılabilmesi için birkaç örnek vermek lâzım. Pek çok örnek verilebilir.
Vasfi Mahir Kocatürk şöyle diyor. Antolojisi var, şairler antolojisi. “Necip Fazıl o kudrettir ki, kendini bağıra bağıra herkese satmaz. Ruhunun esrarlı bir köşesini göstererek, herkesi garip bir cazibeyle kendine doğru çeker.”
Hürriyet'in sahibi Sedat Simavi… O zaman Hürriyet yok daha. “Büyük mütefekkir, Üstad…” dikkat ediyor musunuz Üstad diyor. Yani Üstad ifadesi ne zaman başlıyor ve kimler tarafından veriliyor ilk önce. “Büyük mütefekkir Üstad, şairimiz…” şair demiyor şairimiz. “… Necip Fazıl Kısakürek şiirlerini neşretmek üzere, bizi intihap etmesini rica ettiğimiz vakit…” Konuşma devam ediyor, gerisine lüzum yok.
Ayağına gidiyorlar, yeni bir şiir yazmışsın, lütfen onu bizim mecmuamızda neşretmemize izin verir misiniz diyorlar. Ve bunun için de kendisine müteşekkir oluyorlar.
Yunus Nadi… Cumhuriyet'in sahibi… Diyor ki “Neslinin en keskin şöhreti ve en sağlam kıymeti. Senfoni isimli bir manzumeye çalışıyordu.” Daha sonra bu şiirin Çile adını alacağını biliyorsunuz. Senfoni diye başlıyor. “Mümtaz şairin bu fevkalade faaliyetini hemen hemen herkes duymuştu.” Yani görüyorsunuz, bir şiir yazdığı zaman değil, daha yazacağı zaman günün konusu oluyor. “Bazı mecmualar şiir üstünde tefsirler yapmış…” O daha yazılmadan önce “sanat edebiyat mahfillerini, eserin dedikodusu çalkalamıştı.” Yani o zaman her şeye rağmen bir sanat ve edebiyat mahfilleri, çevresi var. Bugün o da yok. “Şairin büyük ehemmiyet atfettiği ve baş eseri olarak gösterdiği manzume nihayet tamamlandı. Onu neşredecek mecmuaya aynı zamanda bir tarih kıymeti getirecek olan bu eseri sahibinden istedik.” Daha çıkmamış, ne yazdığı belli değil. “Senfoni üzerinde okuyucularını aydınlatacak bazı anahtarlar temin etmeyi faydalı görmüş ve muharrirlerinden birini şaire göndererek aşağıdaki konuşmayı temin etmiştir.” Dergimiz diyor daha çıkmadan önce onunla çıkacak eseri hakkında bir röportaj rica ediyor. “Senfoni ile yeni bir ufuk ve genişliğe kavuşacak olan Türk sanatının bu fevkalade eserini bütün halinde vermeye muvaffak olan Yeni Mecmua kendini bahtiyar addeder.”
Nurullah Ataç, şu meşhur uydurukçacı. Çok enteresan bir hadisesi var onun. Kurban Bayramı'nda kapısına bir tabela asıyor; “Müslümanların bayramında beni rahatsız etmeyin…” Diyor ki “Nazım Hikmet Takvimdeki Deniz'i çok seviyor.” Duyuyorsunuz değil mi… Nazım Hikmet Takvimdeki Deniz şiirini Üstad'ın çok seviyor… “Biz birkaç kişi o manzumeye ve Geçen Dakikalarım'a bayılıyoruz. Fakat kıraat ve müntehabat kitaplarına onları değil, Otel Odaları ile Heykel'i alıyorlar.” Kıraat kitabı, okullardaki ders kitabı… Okullardaki okuma kitabı… Yani daha 30'lu yıllarda 30 yaşına gelmeden kıraat kitaplarına, ders kitaplarına şair olarak geçmiş. Devlet resmen kabul etmiş yani onu. Ve Takvimdeki Deniz'in ders kitaplarına girmesi gerektiği, o şiiri değil bu şiiri girmelidir diye yazılar yazılıyor.
Abidin Dino, meşhur komünistlerden… “Senfoni şiiri, bağırılsa da, susulsa da, saklansa da, gömülse de gene mevcuttur. Bu eser etrafında yükseltilen sükût senfonisi…” yani bazıları bu eserden bahsetmemiş, bahsetmediği için onlara kızıyor. “… Sükût senfonisi sadece korkaklıktır. Lehte ve aleyhte korkaklıktır.”.
Halit Ziya Uşaklıgil, bu ismi tanıyacaksınız. Edebiyat derslerinden… Romancı… Cumhuriyet devrinin büyük romancılarından olarak nitelendiriliyor. Diyor ki “Nurullah Ataç, Necip Fazıl'dan bahsedilirken onun birkaç parçasını okumuştu…” Aralarında onun şiirini oturup okuyorlar, görüyorsunuz. “… Onun ağzından ve onun duygularıyla süslenerek dinlenen bu parçaları hâlâ kulaklarımda duyuyorum.”
Refik Ahmet Sevengil, herhalde bu ismi bilmezsiniz. Ben çocukluğumdan, ortaokul, lise yıllarımdan hatırlıyorum. Radyoda şöyle duygulu bir sesle radyo sohbetleri yapardı. “Büyük şair Yunus Emre'den beri altı asır geçti, ondan 600 yıl sonra gelen Necip Fazıl…” Kiminle kıyaslanıyor daha o zaman görüyorsunuz değil mi… Kimin yerine görülüyor… “… 20. Asırda 14. Asır mistisizmiyle sarılı olarak yaşayan ve halis bir sanatkâr karakterinin bütün hususiyetlerini ve kaprislerini taşıyan bir şairdir.”
Cahit Sıtkı Tarancı, ben tanınacak isimleri seçmeye çalıştım. Malûm, ders kitaplarından hatırlanıyordur. “Necip Fazıl şiirin kelimeler arasındaki esrarengiz izdivaçlardan doğduğuna inanan cins şairlerdendir.”
Salih Zeki Aktay, bu adam çok enteresan bir adam… Neo-Yunanizm diye kendi tabiriyle bir felsefesi var. Diyor ki, Türk kültürünü Helen kültürüyle, Yunan kültürüyle kaynaştırırsak ortaya çıkacak yepyeni kültür dünyanın en ihtişamlı eseri olur ve en ihtişamlı milleti ortaya çıkar, diyor. Yani Üstad'ın aleyhinde olması gerekir. “Senelerden beri beklediğimiz şairden bir ses.” diyor. “En ziyade görülen hassa, ilhamın coşkun bir şelale gibi kalbine dökülmesidir. Ve bunu hemen her şiirinde görüyoruz.”
Misallerden sıkılmadınız inşallah. Son örneğimizi okuyoruz. Hatırlatıyorum, daha otuzuna gelmeden bunlar.
Nihat Sırrı Örik; “Onu tenkit etmiş kimseler haklı haksız söyledikleri sözleri ihtiyarladıklarında tahattur ettikçe…” yani ihtiyarladıklarında onu tenkit edenler bu tenkitlerini hatırladıkça “… Onu tanımış olmayı hayatlarının en kıymetli mazhariyetlerinden biri olarak hatırlayacaklardır.”
Kendisini ne kadar kabul ettirmiş. Ve kabul edilmiş. Şiirleri ders kitaplarına girmiş. İstediği yayın organına istediği fiyaa satıyor, şiirini. Hattâ filân yere satılmıştır denildiği zaman olsun bende de neşredilsin diye ısrar ediyorlar. Ve onlarda aynı parayı hattâ fazlasını ödüyorlar.
Peki o zaman, o sırada Müslümanlar ne âlemde?.. Müslümanlık, Müslümanlar, susturulmuş, pusturulmuş, bugün ortalıkta görünenlerin hiçbirisi cemiyet meydanında yok. Kuytularda, yeis içerisindeler… Devlet, başta din olmak üzere bütün milleti ve o milletin hayatını yeniden tanzim etmek peşinde. Ben hatırlıyorum, çocukluğumuzda Hüseyin Cahit'in bir şiiri vardı ders kitaplarında:
“Eskiyi unut, /Yeni yolu tut,
Türklüğe umut /Sen ol çocuğum.”
Yani öyle bir gençlik yetiştiriliyor ki, eskiye ait ne varsa unutulacak, her şey çöplüğe atılacak. Yepyeni bir millet, yepyeni bir Türk milleti meydana getirilecek. Devlet bunun peşinde. Bunun için neler yaptığı bu akşamın konusu değil. Kanunlar çıkarılıyor, emirler veriliyor. Müslümanlık adına meydan yerinde kimse yok. Hattâ çok enteresandır takvimdir, harftir, Kur'ân-ı Kerîm, ezan üzerinde çalışmalar var. O sırada milletvekillerinden bazıları meclisin mescidine gidiyorlar, nafile namazı kılıyorlar. O kadar korkmuşlar. Çıkıp orada aleyhte söz söyleyemiyorlar. Toplantıda da bulunamıyorlar. O kadar pusturulmuş Müslümanlar. Bütün gazetelere gönderilen bir yazı var. Devlet gazetelere yazı gönderebilir mi? Şunu yapacaksınız, bunu yapacaksınız diyebilir mi? Onlar özel teşebbüs. Değil mi? Bugün biz böyle söylüyoruz. Gazetesinde ne istiyorsa onu yazar. Meselâ bir bakkala falan maddeyi satmayacaksın diyebilir mi devlet? Devlet, bütün memleket için kararlar alabilir ama bakkallar zeytin satmayacak diyemez. Gazetelere bir yazı gönderiliyor. Yazının bir köşesinde gizli ibaresi var. Üç aylı. O zaman gizli kelimesi değil mahrem yazıyor. Mahrem… Yazının tarihi 24 Temmuz 1942. Yazıda diyor ki “Gazetelerimizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahis, bazı yazı, mütalaa, –dikkat edin bu kelimeye– ima ve temennilere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek mütalâa kabilinden her türlü makale, bent, fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi (vazgeçilmesi) ve başlanmış bulunan bu gibi tefrikaların en çok 10 gün zarfında nihayetlendirilmesi rica olunur.” Böyle yazılarda rica emirdir, biliyorsunuz, her ne kadar rica denmiş olsa da… Devlet Başvekâlet Matbuat Umum Müdürlüğü imzasıyla memuru olmayanlara emrediyor. Burada çok önemli bir husus var. Bu söylediklerimden daha mühim olarak çok önemli bir husus var. Kısmen de bahsettim. Dinden bahsetmeyeceksin, diyor. Hattâ ima dahi etmeyeceksin. Meselâ sen kendin bahsetmiyorsun ama yazında filânca şöyle diyor, onu da demeyeceksin. Başlamışsan bitireceksin. Emrediyor. Ve ondan sonra da diyor ki, mahrem bu diyor. Yani mahrem ne demek, ben sana dinden bahsetmemeni emrediyorum ama sen benim bu emrettiğimi açıklamayacaksın. Yani benim emrimle dinden bahsetmeyeceksin ama benim emrimle dinden bahsetmediğini söylemeyeceksin. Sanki kendin dinden bahsetmiyormuş gibi hareket edeceksin. Zulmü görüyor musunuz… Yani devlet, dini yasak ediyorum, ben yasak ediyorum, ama sen bunu kendin yasağı kabulleniyormuş gibi uygulayacaksın.
İşte böyle bir dönemde apaçık baskıya rağmen Büyük Doğu, fikir yoluyla cihat meydanına atılıyor. “İçimi öyle bir cemiyet meydanına çıkma ateşi sardı ki” diyor Üstad… Üstelik sadece devlet yasak etmiyor, baskı yapmıyor, her imkân da o zaman devletin elinde. Kefen bezi bile devletin elinde. Yani devlet isterse kefen bezini bile vermez vatandaşına. Kâğıt devletin elinde, mürekkep bile devletin elinde. Nitekim çok kere kâğıt verilmediği için Büyük Doğu çıkamamıştır. Yani piyasada, özel teşebbüsün elinde kâğıt filan yok. Devletin elinde.
Böyle bir hengâmede el üstünde tutan cemiyetini, çevresini terk ederek veyahut da onlar da onu terk ederek her türlü mahrumiyeti ve zindanı göze alarak cemiyet meydanına çıkıyor.
İlk sayılarda İslâmî kimliği pek ortaya çıkmamış, yanında yer alanlar var. Ağaç mecmuasını çıkarıyor en önce, Ağaç mecmuası bir sanat fikir mecmuası olarak yanında demin isimlerini saydığım pek çok insan ve isimlerini daha saymadığım pek çok sanat ve edebiyat çevresinden insanlar var.
Ama İslâmî kimliği ortaya çıkınca iş değişiyor. Hattâ Hüseyin Cahit, dedik ya birbirlerinin evlerine sorgusuz sualsiz gidiyorlar, Üstad'ın evinde, Üstad bir ara dışarıya çıktığı zaman hanımefendiye soruyor: Namaz da kılıyor mu?.. Üstad'dan için hanımına soruyor. Namaz da kılıyor mu diyor. Yani onun İslâmî bir kimlikle ortaya çıkabileceğine ihtimal dahi vermiyorlar. Hele namaz kılacağına hiç ihtimal vermiyorlar. Ve kendilerine göre yorumluyorlar. Bu da neyin nesi böyle, bu adam neler yapıyor? Kendilerine göre şu kanaate varıyorlar: Bizleri şaşırtmak için, çünkü o zamanda o neviden sözleri çok söylüyor, Fransızların aforizma diye bir tabiri var. Üstad'a o zaman bunu çok söylüyorlar. Aforizma yapıyorsun, diyorlar. Yani şaşkına çevirici, şaşırtıcı, yanıltıcı sözler… Bizi diyorlar şaşırtmak için züppelik yapıyor. Kimisi diyor ki bu olsa olsa İslâm komünisti olur, kimisi diyor İslâm faşisti olur… Kimisi diyor, şu olur, bu olur, kendilerine göre yorumluyorlar. Üstad onlar için diyor ki, katıksız, pazarlıksız İslâm'ı anlamıyorlar. Bir insanın katıksız ve pazarlıksız Müslüman olabileceğini anlamıyorlar.
Ama bir müddet sonra işin şakası olmadığı yayınlardan artık ortaya çıkıyor. Ve etrafında kimse kalmıyor. O zamana kadar onu övenler, göklere çıkaranlar birden bire dövünmeye başlıyorlar. Eyvah şairliğine yazık etti. Çünkü şairlik çok iyi bir şey ama İslâm hâşâ Allah muhafaza kötü bir şey… Öyleyse o şairle bu İslâm bir arada olamaz. Bir müddet sonra aklı başına gelir. Tabiî öyle olmuyor. Bilmiyorlar ki şiir, asıl İslâm'ın malı. Peygamberler tabiî ki şiirin de üstünde olduğu için haliyle onların şair olduklarını söylemek onlara methiye olmaz, Allah muhafaza. Ama sahabi savaş meydanına şiir okuyarak atılıyor. Sadece Türk değil bütün Müslüman devlet adamları, padişahlar, emirler, sultanların hemen hemen hepsi şair. Şair değillerse bile veya şairlerse de etraflarında şairler var. Her padişahın yanında şairler var. Devletin şairi… Firavunlardan, nemrutlardan hiç şiir geldi mi günümüze. Firavun da şöyle iki satır şu şiiri söylemiş, Nemrut da şöyle söylemiş dendi mi hiç!.. Şiir, bizim malımız. Ama onlar bunu bilmiyorlar. İnönü tek satır şiir okudu mu?.. Hadi siz İnönü'yü bilmezsiniz. Demirel'den tek satır şiir duydunuz mu?.. Şiir, bizim… Hâlbuki diyorlar ki şiirine yazık etti, sabık şair, eski şair… Bundan sonra artık sanat ve edebiyat çevresinden uzaklaşır. Üstad da kendisi de söylüyor; hâlbuki diyor asıl güzel şiirler bundan sonra... Sonsuzluk Kervanı şiiri, bunun için onunla başladık. Asıl İslâmî kimliği ortaya çıktıktan sonra söylendi. Sakarya Türküsü, Canım İstanbul, İslâmî kimliğinden sonra ortaya çıktı.
Yol O'nun, varlık O'nun gerisi hep angarya,
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!
Diye salonlarda ne kadar okundu ve insanların ayağa kalktığını, alkışladığını biliyorsunuz. Bu durumda demeleri gerekmez miydi ki “biz yanılmışız, hâlbuki esas sanat Müslüman olunca ortaya çıkıyormuş” ama tabiî ki demediler. En güzel şiirlerini Üstad'ın tabiriyle “adam eden” dediği Efendisini tanıdıktan sonra söylüyor. Ve şu şiiri keşke daha güzel okuyan olsa da ondan dinlesek…
Üstad'a diyorlar ki “Kaldırımlar şairi”… Kaldırımlar şiiri yazıldığı zaman yer yerinden oynuyor. Her yerde okunuyor, bütün salonlarda, toplantılarda… Kaldırımlar şiiri okunmadan toplantılara başlanmıyor. Herkes onu serseri bir adamın kaldırımlarda yürüyüşü zannediyor. Halbuki büyük bir fikir adamının düşünceleri, tasarıları, hayalleri o. Asıl güzel şiir ortaya çıkıyor. Efendisi için yazdığı bir şiir var: Benim Efendim… Orada bir kelime geçecek “pend”; nasihat demek… Diğer kelimelerin anlaşılacağını zannediyorum. Kaldırımlar şiiriyle, o da güzel şiir ama Benim Efendim şiiri kıyas bile edilemez. O'na başlıklı şiir:
Benim efendim!
Ben sana bendim!
Bir üfledin de
Yıkıldı bend'im.
Ben ki, denizdim,
Dağbaşı bendim.
Şimdi sen oldun,
Âleme pendim.
Benim efendim!
Benim efendim,
Feza levendim!
Ölmemek neymiş;
Senden öğrendim.
Kayboldum sende,
Sende tükendim!
Sordum aynaya:
Hani ya kendim?
Benim efendim!
Benim efendim!
Emri yüklendim!
Dağlandım kalbden
Ve mühürlendim.
Askerin oldum,
Başta tülbendim;
Okum sadakta,
Elde kemendim.
Benim efendim.
Bütün yaptıklarına, hayatına, mücadelesine, eserlerine, konferanslarına ve sözlerine ek olarak belki onlardan bile değerli olarak şiirin İslâm'a ait olduğunu gösterdi
Üstad için bir şey söylemeye cesaret edemem ama Yunus Emre için bir hususu söyleyerek kıyası size bırakmak isterim.
Yunus Emre'nin şiirleriyle yaptıkları keramettir. Bugün hayatın içinde yaşıyor eserleri. Hiç şüphe yok bugün 8 asır mı oldu, evet 8 asır önce olmuş bir hadiseyi biz bugün çok rahatça söyleyebiliriz ve uzaktan biz görebiliriz. Belki o gün fark edilmedi ama… Nedir? Eğer Yunus Emre olmasaydı, Osmanlı Devleti kurulamazdı. Yunus Emre olmasaydı Osmanlı Devleti'nin resmî dili Türkçe olamazdı. Kimsenin el atmaya cesaret edemediği çobanların dili diye görüldüğü, eser yazmaya cesaret edemediği dille Türkçe'yle öyle eserler yazdı ki o milleti şair yaptı. Topluca… Tabiî o ve onun etrafında olanlar, onun gibi olanlar, onun yolundan gidenlerle… Böylece Karahanlılar'da, Selçuklular'da, o bizim büyük devletlerimizde resmî dil Türkçe değil. Osmanlılarda resmî dil Türkçe dışında başka bir dil olsun akla bile gelmedi… Bu keramettir… Üstad'ın, şiir müslümanın malıdır ve asıl Müslüman olunca büyük şiir yazılır şeklinde bunu ortaya koymuş olması ve göstermesi nedir artık onu herkes kendisi takdir etsin.
Tabiî ki görmediler, anlamadılar. Bir Kızılderili atasözü anlamazlıktan gelene hiçbir şeyi anlatamazsınız diyor. Anlamak istemiyorlar, anlamıyorlar… O seçkin çevre sadece kendisini terk etmekle kalmadı, devlet bütün gücüyle, o günün seçkinleri bütün güçleriyle üzerine yüklendiler. Ve onu, kâğıt vermediler, zindanı gösterdiler… Düne kadar övüp göklere çıkaranlar, ondan nefret ettiler. Açıkça karşısına yine çıkamadılar. Buna karşılık Üstad'ın bir cümlesi var. Bir paragrafı var. Bu hayat bize, gözümüz, kaşımız, kulağımız, aklımız, fikrimiz bir ücret ödedik de mi verildi. Allah'ın bir ihsanı, hepimize bir lütfü, ikramı… İşte Üstad buna işaret ediyor ve diyor ki: “Sadece senin dininden, hak olan yolundan, tek olan kapından nefret ettikleri için nefret edilmek bana muazzam payedir. Bu payeyi bana Sen hayatım ve bütün insanların hayatı gibi meccanen, yoktan tek liyakat ve istihkakım olmadan verdin. Ve benim ağzımla değil, düşmanlarımın lisanıyla izhar ettin. Artık ben nasıl susabilirim…”
Bir yazısında diyor ki Üstad; “biz sussak mezarımız konuşacak…” İşte o susuyor, bugün mezarı konuşuyor. Hatıraları konuşuyor. Eserleri konuşuyor. Her vesileyle övenler onu ademe mahkum ettiler. Adem; yokluğa, unutmaya, ondan bahsetmemeye… Ders kitaplarından tabiî ki kaldırdılar, yayınevleri kitaplarını basmadı, kitapçılara sattırmadılar, bayilerden toplattılar, Büyük Doğu satan bayileri tehdit ettiler…
Şimdi ikinci ayrı bir hususa dikkatinizi çekiyorum, ademe mahkum ettiler yani ondan bahsetmeyecekler. Ama Üstad ne yapıyor? Öyle şeyler söylüyor ki, bunların karşısında susmak mümkün değil. Şimdi içeriye birisi girse hepiniz hırsızsınız dese bizim bunun karşısında başımızı eğip susmamız evet demek değil midir? En azından kardeşim sen bizim hırsızlığımızı nereden biliyorsun, ispat et, seni dâva ediyoruz, şikayet ediyoruz, bir şey dememiz gerekir...
Bakın neler söyledi… Bir kısmını… Bizim meselemiz cemiyet nasıl gördüğü üzerinden gittiğimiz için…
Sevinçten naralar atarak kutladıkları Lozan Antlaşmasının Türk'ün teslimiyet antlaşması olduğunu yazdı. Bir karikatür var, çok meşhur, ders kitaplarında… Lozan delegeleri… İsmet İnönü de orada… Karikatür… İmza törenini gösteriyor… Büyük Doğu'da basıyor ve altına şunu yazıyor: İsmet Paşa Lozan'da Türk maneviyatını kayıtsız şartsız düşmanlara teslimini imzalarken… Şimdi bunun karşısında Lozan Antlaşmasını bayram olarak kutlayanların sen ne diyorsun kardeşim böyle saçma şey mi olur, Lozan o değildir, budur diye en azından ilmî mânâda, tarihî mânâda cevap vermeleri gerekmez mi? Ama yok…
Ezanın ve Kur'ân'ın aslından farklı okutma gayretlerini ifşa ediyor. 1946'dan sonraki sayılarda
CHP dönemindeki faili meçhul cinayetleri ifşa ediyor. Faili meçhul cinayetler bugüne mahsus değilmiş, o zaman da varmış…
Star gazetesi her cumartesi o sayıları tıpkıbasım olarak veriyor. Orada görüyorsunuzdur. Dolandırıcılıkları, arsa gasplarını, hırsızlıkları isim isim ortaya döküyor. Belgeleriyle ortaya döküyor.
Batıdan eser çalanları ifşa ediyor. Mesela Yahya Kemal'in Fransız şair Müsse'den şiir çaldığı intihal diyorlar ya, Reşat Nuri'nin meşhur Çalıkuşu'nu Fransız romancısı Foye'den aldığını açıklıyor.
Mason sırlarını ve masonları ifşa ediyor. En iyi müdafaa taarruzdur, tam bir yaylım ateşiyle her sayıda Büyük Doğu gümbür gümbür çıkıyor. Kapatılıyor, bir dönem hapis, çıkıyor tekrar… Kâğıt vermiyorlar çıkamıyor… Hattâ ilk sayıyı çıkarabilmek için hanımının mantosunu alıyor, götürüyor Maraşlı bir tüccara rehin olarak veriyor. Maraşlı tüccar, asalet sahibi bir insan onun anlıyor eşinin mantosunu getirdiğini insaf ediyor ve mantoyu rehin olarak kabul etmiyor.
Hücum ediyor, her yere. Herkesi ve her şeyi sorguluyor. Devleti, kanunları sorguluyor, doğuyu, batıyı sorguluyor, tarihi, bugünü sorguluyor… Sembolik edebiyat mahkemeleri kuruyor, çıkan dergilerde görüyorsunuz… Ve cemiyetin gözdesi görülen, ders kitaplarında göklere çıkarılan yazarları orada muhakeme ediyor. Sembolik tabii…
Düşmanlarının, ki düşmanları sadece İslâm düşmanlarıdır, ipliğini pazara çıkarıyor. Tanzimat'tan beri kahraman görülenlerin sahte kahraman olduklarını söylüyor. Mustafa Reşit Paşa'dan başlamak üzere… İsimler sıralıyor. Resmî görüş kimlere hain diyorsa onların büyük olduklarını söylüyor. İnadına mı söylüyor? Hayır. Tarihî gerçekleri söylüyor. Abdülhamid'e Ulu Hakan diyor, Vahdettin'e Vatan Dostu diyor.
Tüm bunlardan ayrı olarak her sahada tez ortaya koyuyor. Yeni fikirler söylüyor. Devlet şöyle, ekonomi böyle olmalı, sanat şu şekilde olmalı diye tezler ortaya koyuyor… Roman şudur, tiyatro budur, hikâye budur, tezler ortaya koyuyor. Tarihçi şöyle olmalıdır… Her sahada…
Hiç olmazsa bu sahaların ilgilileri tarafından hayır sen yanlış söylüyorsun demeleri gerekir. Kimseden tık yok… Sükût ikrardır.
O kadar tesiri oluyor ki sükûtu bile, susması bile bir değer oluyor. Şair ve yazar Ali Nar, onun sükûtunun bile tesirli olduğuna dair şöyle bir örnek veriyor. Mısır'da bir amâ vaiz varmış. Şimdi yıkılan firavun döneminde çok tesirli oluyor. Vaazları ile halkı harekete geçiriyor diye onu çağırıyorlar ve diyorlar ki bundan sonra sadece dinî sahalarda konuşacaksın. Ayet, hadis, tefsir verirsin, devletin kanunlarını ilgilendiren hususlarda söz söylemeyeceksin. Vaiz, vallahi diyor İhlâs suresinin birinci ayetini okusam, o bile sizi rahatsız eder. “De ki o Allah tekdir” dedim miydi o bile sizin firavunluğunuza zarar getirir.
Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında çok enteresan pehlivanlar, Paris'te sanki Osmanlı Devleti yıkılmadı bakın pehlivanlık sahasında da ayakta duruyoruz der gibi bütün güreşleri alıyorlar, hem de ilk dakikada sırtlarını yere getiriyorlar. Bunun için Koca Yusuf'a rüşvet teklif ediyorlar. Masaya altınları seriyorlar, bunlar senin diyorlar. Hattâ – meselemiz değil ama– otelin önünde sabahlara kadar davul çalıyorlar. Uyuyamasın, ertesi gün güreşe çıktığı zaman yenilsin ama hiç fayda etmiyor. Kalkıyor, abdest alıyor, namaz kılıyor, meydana çıkıyor, küt diye ilk dakikalarda yere seriyor. Kadın gönderiyorlar fayda etmiyor. Masaya çil çil altınları seriyorlar… Niçin? Yenil diye mi? Hayır… Güreşi on dakikacık uzatıver n'olur diyorlar… On dakika uzatılırsa ne olur? Çünkü millet güreş seyretmeye geliyor, dünyanın parasını veriyor. Girmesiyle çıkması bir oluyor. Bir dahaki güreşe kimse gelmeyecek. Güreşin galibi belli, Türk güreşçi herkesi yenecek diyorlar… O zaman diyor ki, Allah'ın bana verdiği bu güce karşı nankörlük etmem. Çıkarım meydana Allah ne verdiyse onu uygularım. Üstad'a da o günün başbakanı, bizzat makamına çağırıp şu kadar para senin diyor. Ne için? Halk Parti'ye çok çatma diye… Çatma değil… Çok çatma, hiç olmazsa ucundan kıyısından bir şeyler söyle…
Ankara'da bir konferansında o günün başbakanı adamını gönderiyor, eğer diyor benden bahsedecekse bahsetmesin. O da merak etmeyin o benim bahsedeceğim seviyeye kadar gelebilmiş kötü değildir diyor. Bahsedeceğim kadar kötü değildir…
Yeni bir devlet örgüsü ortaya koyuyor; İdeolocya Örgüsü… Bundan ayrıca bahsetmek lazım… Devlet öyle olmaz, böyle olur… Buna karşı üniversite susuyor. Üniversite ya bu devlet tezi yepyeni bir tezdir demesi lâzım veyahut da hayır böyle saçma şey mi olur demesi lâzım. Basın çevreleri susuyor, fikir adamı geçinenler susuyor.
Bir de iddiaları var. Onlara da birkaç örnek vermeli. Diyor ki, “Asırlardır zindandayız. Neyin, hangi halin zindanı bu? Bir türlü hakikate ulaşamamanın, dünyanın en şaşaalı oluşundan sonra bu oluşun aşkını kaybetmenin, bir takım hayallere kapılmanın, yapamamanın, edememenin, erişememenin üstelik erişilmekten alıkonulmanın muazzam zindanı. Evet üç dört asırdır, en kuvvetli karakteriyle yüzeli senedir, en bariz ifadesiyle de elli yıldır, kısaca ve topluca Tanzimat'tan bugüne kadar bir manevî zindan içindeyiz. Sanki gözlerimizi çıkarmışlar, yerine takma gözler takmışlar bu zindanı açmanın, bu zindanın kapısını aralamanın tek çaresi bize onu hediye eden, onu bir külah gibi giydiren sahte kahramanları anlamaktadır.”
Düşmanlarını, düşmanları İslâm düşmanları, sadece ortaya işte biz zindandaydık, bizi zindana attılar değil, özne diyoruz ya bugün, kişileri bariz olarak belirtmeyen, ortaya, kimse üzerine almazsa mesele yok, öyle de söylemiyor. Bizzat iki kaşının ortasından falan falan falan diye yazıyor. Biri çıkıp ortaya yahu ne yapıyorsun sen, denmesi gerekir. Sadece 3 örnek:
“Bay Şemsettin Günaltay”, Büyük Doğu'da yazıyor bunu, bay deyişine de dikkat edin, “Bay Şemsettin Günaltay, bakanlığınızda bir gün Irak sefirine şöyle dediniz: Kur'ân, Muhammed'in bir lüksüdür. O da size Kur'ân'dan bir ayet okuyarak ancak bugünkü müspet ilimlerin sırrına varır gibi olduğu bir hadiseyi 1300 yıl evvel, Peygamberin kendi kendine bildirmesi imkânı olmadan söyledi ve siz kalakaldınız. İnkâra mecaliniz var mı?”
“Bay İsmet İnönü, siz birinci cumhur reisinin emriyle başvekillikten atıldığınız zaman yine onun emriyle ve onun hesabına kim bilir hangi pay olarak İş Bankası'ndan ayda muntazam ve maktuen 1000 lira aldığınızı her halde inkâra lüzum görmezsiniz. Fakat bu parayı nasıl alabildiğinizi, kabul edebildiğinizi bir özre bağlayabilir misiniz?”
Bundan bir önceki Büyük Doğu'da vardı, gelinlik meselesi… Yetiştirme yurduna Bayan İnönü gidiyor. Oradaki Yetiştirme yurdundaki arkadaşlarının kendi ceplerinden topladıkları parayla malzemesini aldıkları ve kendilerinin hazırladığı gelinliği çok beğeniyor. Zorla alıp götürtüyor. Bunları yazıyor daha o zaman.
“Bay Celal Bayar, cumhurbaşkanı olduktan sonra sırf selefinizi devirmiş olmak için sizi getiren temiz yani Müslüman Türklerin kudumunuz şerefine (ayak basma) Yalova'da kestikleri kurbana karşı 'ben lâik bir devlet reisiyim, böyle şeyler istemem' diye mukabele ettiğinizi herkesin duymasından herhalde şikâyetçi olamazsınız.”
Sadece tez ortaya koymak, iddia etmek, kişilere çatmakla da yetinmiyor. Ve diyor ki bu cemiyetin artık tamir kabul eden tarafı kalmamıştır. Bu cemiyetin toptan yenilenmesi lâzım. Yepyeni bir cemiyet inşa edilmesi lâzım. Öyleyse bunun için harekete geçmeliyim. Ne yapıyor? Büyük Doğu'yu günlük gazete haline getiriyor. Onun ayrı maceraları var. Bizim meselemiz dışında. Bununla da yetinmiyor Büyük Doğu Cemiyeti'ni kuruyor. Ve bu cemiyetle Büyük Doğu'nun hâkim olduğu yerlerde seçimlere gitmeyi plânlıyor. Ben Kütahya'da kaldığım sırada Büyük Doğu Cemiyeti'nden kalmış son birkaç kişiyi görmüştüm. Çok muhterem insanlardı. Tavşanlı'da Büyük Doğu Cemiyeti kurulmuştu. Orada dediler ki Büyük Doğu Cemiyeti İdare Heyeti sokaklardan geçti miydi, topluca geçerken herkes ayağa kalkıyor, onların geçtiği yerde herkes ayağa kalkıyor, geçince oturuyor, şöyle bir dalgalanma meydana geliyor, çarşıda.
Bu kadarla da yetinmiyor, siyaset dâhil her sahaya el atıyor. Menderes'i kazanmaya çalışıyor, Sadettin Bilgiç'i kazanmaya çalışıyor, o günün ileri gelenlerini kazanmaya çalışıyor, Demokrat Parti'yi adam etmeye uğraşıyor. Diyorlar ki siyasete atıldı, sanatını perişan etti. Buna karşılık verdiği cevap şu: “Beni fikre ve politikaya kaymış bulanlar şiir yerine gücümü nelere harcadığımı görmekten mi nedir, kaba bir hükme vardılar: Sabık şair, şiirine yazık etti. Bunlar görmüyor ve anlamıyorlardı ki, benim fikir ve politikada gerçekleşmesi için savaştığım şey bizzat şiirimin muhtaç olduğu insan ve cemiyet iklimidir. Ben böyle bir iklimin inşası cehdine bağlıyım. Bizzat şiir anlayışım bunu gerektiriyor.”
Ve tek başına… Oğlu Mehmet Bey'in dediği gibi, tek başına bir ordu… Tek başına bir mektep, tek üniversite… Tek başına bir ekol…
Faaliyetini kendisinden öğrendiğimiz bir usulle anlatmayı deneyeyim. Kendisi anlatıyor… Rodin'e sormuşlar, Rodin meşhur Batılı heykeltıraş, şu hani heykeli var, nerelerde olduğunu biliyorsunuz değil mi, Düşünen Adam heykelini yapan, tımarhanelerin bahçelerinde, heykelin İslâm'daki yeri ayrı bir mevzu ama sanat olarak muhteşem bir heykel… Ona diyorlar ki nasıl böyle muhteşem eserler ortaya koyabiliyorsun? Şimdi heykel ne yapılıyor, kalıbı çıkartılıyor, o kalıba filan filan maddeler dökülüyor ve heykel ortaya çıkıyor, öyle değil… Mermer parçasını, kocaman kayayı kütle halinde getiriyorlar onu tık tık tık kırarak heykeli meydana getiriyor. Rodin diyor ki ben bu getirilen mermerin içerisinde eserimin, heykelimin var olduğunu biliyorum. Ve o heykele ait olmayan kısımların üzerine hücum ediyorum, yani ben bir heykel yapmıyorum, mermerin içinde var olan heykeli hücum edip bana ait olmayanları kırarak ortaya çıkarıyorum. Bana ait olmayan yani İslâm'a ait olmayan unsurlar üzerinde cemiyete hücum ediyorum ve bu hücumla yeni bir cemiyet, yeni bir insan tipi ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Yeni bir gençlik… Mustafa Miyasoğlu'nun dediği gibi “Necip Fazıl dünya görüşünde tutarlılıkta, son devirde eşine rastlanmaz bir karakter ortaya koymuştur. İvazsız, tavizsiz İslâm derken hiçbir küçük hesabın, istikbal kaygısının tuzağına düşmüyor ve hak bildiği yolda yalnızca gitmenin destanlık örneğini veriyordu. Yaptığı mücadelede hiçbir iç ve dış destek gruplarına ihtiyaç duymuyordu.”
Cevap yok, söylediklerinin hiçbirine cevap yok. Ama haksız ve kanunsuz olarak –cevap sayılmaz tabiî– bir cevap var. O da nedir? Zindana buyurun… Diyor ki bir mahkemede; beni buraya getirdiniz. Eğer İslâm'ı savunduğum için beni mahkûm ediyorsanız tek maddelik bir kanun çıkarın deyin ki bu memlekette İslâm'ı müdafaa etmek yasaktır, biz zevkle şevkle darağacına kendimiz çıkalım. Haksız yere, hayır o kadar değil ve kanunsuz olarak. Yaptıklarını yasak eden bir kanun olmamasına rağmen… 1950'de bu millet basiret gösterdi ve CHP'yi indirdi. Demokrat Parti'yi iktidara getirdi demiyorum. CHP'yi indirdi. Demokrat Parti bizim aradığımızdır değildir bu bizim meselemiz değil. O zaman bir rahatlama oldu bu memlekette. Meselâ bizim köyde o zamana kadar hiçbir şey yapılamazken 100 tane hafız yetiştirildi Demokrat Parti'nin seçimi kazanması sayesinde meydana gelen rahatlıkla. Bir hoca geldi, köy bir pansiyon haline geldi. Her evde çocuklara bakıyorlar. Böyle bir rahatlama oldu memlekette. Bunun üzerine bütün İslâmî kültür, düşünce, fikirler ortaya çıktı.
Yazıları, söyledikleri o kadar tesirli oldu ki ben Kütahya'da sevdiğim bir gencin aday adaylığı münasebetiyle bulundum. Aday adaylarının konuşmaları vardı. Konuşmalardan sonra delegeler seçim yapacaklardı. 20'ye yakın aday adayı konuştu. Konuşmalardan sonra birisi benim düşüncemi ortaya koydu. Dedi ki bu seçimlerde kim kazanırsa kazansın bu seçimlerin asıl galibi Üstad'dır. Bütün konuşmacılar ondan şiirler okudular, fikirler söylediler.
İslâmî çevreler her fikrini kabule hazırlar. Ama onun hakkında söylenecek aleyhte sözlere de itirazları yok. Konferansları avuçlar patlayasıya alkışlanıyor, sohbetlerinde hemfikir olunuyor, kitapları okunuyor, toplantılarda şiirleri okunuyor, sözleri, fikirleri delil olarak ortaya konuyor ama birkaç kişilik kulislerde iş değişiyor.
Kim ne söylemiş, bunun peşinde değiliz. Sadece çevre onu nasıl görüyor, bunun üzerindeyiz. Her türlü takdirin üstünde sayıları az fedakârlar dışında maalesef cemiyette, hele hele fikir çevrelerinde ve hele devletlilerde ve hele şu bu mevkiye göz dikenlerde veyahutta piyasada tutunmak isteyenlerde hiç alâka yok, tam tersine ondan olmaktan köşe bucak kaçıyorlar. O da bunlara karşılık diyor ki;
“Lâfımın dostunuz, çilemin yabancısı,
Yok mudur sizin köyde çeken fikir sancısı”
Dünden yarına milletimizin muhasebesini yaptı. Türk milleti dün şuydu, bugün bu haldedir, yarın şöyle olması gerekir diye milletimizin muhasebesini yaptı. Halimizi tespit etti, cemiyetin hastalıkların teşhis etti, çözümlerini söyledi. Kurtuluş nasıl olur, onu söyledi. Sadece bugüne değil, yarınlara hitap etti. Sadece bunun için, sözlerinin hiçbirine değer vermeseniz bile, biri çıkmış değişik şeyler söylüyor, sadece bunun için cevap verilmesi gerekir, görmezlikten gelinemez. Meselâ Paris'e gidince Eyfel Kulesi'ni görmezlikten gelebilir misiniz? Benim nazarımda Eyfel Kulesi'nin hiçbir değeri yok. Yukarıya doğru sivriltilmiş demirden bir diken. Ama gittiğiniz zaman onu görmezlikten gelemezsiniz. Beğenin beğenmeyin. Süleymaniye'nin önüne gidip de görmezlikten gelebilir misiniz? Mısır'da piramitleri görmezlikten gelebilir misiniz? Yunus Emre'yi zamanında ve bugün görmezlikten gelebilir misiniz? Necip Fazıl'ı kendi değerinden dolayı değil, söylediklerini kabul etseniz de etmeseniz de görmezlikten gelemezsiniz. Fikir çevreleri, bir takım çevreler ona katılsın katılmasın bir şey söylemeleri gerekir. Bize diyor ki; Biz cebimizde kaybettiğimiz güneşi, el yordamıyla başka iklimlerde arıyoruz. Buna karşı olur mu öyle şey, bizim kurtarıcımız şudur, budur diye birtakım insanların ona cevap vermesi gerekmez mi?
Kurtuluş Batı'da deniyordu, tam tersine her türlü felâket Batı'dan bize geldi diyen birine karşı Batıcıların, kurtuluşu Batı'da arayanların cevap vermesi gerekmez mi? Cevap yok…
Diyor ki Üstad, yeni bir dünya doğuyor. Bugün Arap Baharı deniyor ya, ben yine aynı kanaatteyim, Arap Baharı diye ortaya çıktığı zaman ben Arap Kıyamı demiştim. Arap milleti düşünüyor, tefekkür ediyor, başındaki firavunlara bakıyor ve kıyam ediyor. Hani ya bir Suriye'yi bile hak edemedik? Bu iş öyle kolay olacak bir iş değil. Aslında bir Arap Kıyamından, Arap Baharından bahsediyoruz da bir Türk Kıyamı, Türk Baharı yok mudur? Türk Kıyamı oldu zaten. 46'lı yıllarda Büyük Doğu'nun ektikleriyle, Allah'a şükürler olsun, Türk Kıyamı kansız oldu. Ümit ediyorum ki bu Türk Kıyamı ileriye doğru kendisi diyor ya bu gençliği karşımda görüyorum, Üstad'ın vefat ettiği kaç sene oldu? 30 sene oldu, yarım asra yakın zaman geçti. Yarım asır sonra halâ onu anlamak isteyenler ortaya çıkıyorsa, hâlâ dergisi satılıyorsa, ne diyor…
Ektik ektik yetişecek, /Çoğu gitti azı kaldı,
Bütün yollar bitişecek, Çoğu gitti azı kaldı.
Demek ki Türk Kıyamı olmuş haberimiz yok. İnşallah bu böyle devam edecek. İnşallah Arap Kıyamı da olgunlaşacak ve bir gün inşallah ümit ediyorum ki asıl İslâm'ın baharı gelecek. Faşizm, Nazizm öldü. Sosyalizm, komünizm öldü. Biz doğmadan önce öldü faşizm. Komünizmin öldüğünü biz görüyoruz. Kapitalizm can çekiştiriyor. Siyonizm intihar peşinde, intihara gidiyor. İnşallah İslâm'ın yeniden doğmasında sıra... Bunu şöyle ifade ediyor Üstad:
Her fikir, her inanış tek mevsimlik vesselâm
Zaman ve mekân üstü biricik rejim İslâm…
Onun sözleriyle son verelim:
Söylediklerine kulak vermek ve ne yapılması gerektiğini düşünmek mi yoksa biz de akıntıya, sürüye kapılıp duymazlıktan gelmek mi? Siz karar verin…
“Ve biz kâinat görüşünün İslâm'da, dünya görüşünün İslâm'da, insan görüşünün İslâm'da, iktisadi ve içtimai adalet görüşünün İslâm'da, güzel sanatlar görüşünün İslâm'da, kadın görüşünün İslâm'da, devlet görüşünün İslâm'da, ordu görüşünün İslâm'da, siyaset görüşünün İslâm'da bulunduğuna ve bütün bu davalara ancak 20. Asrın ruh ve kafa çilesi içinde süzülecek bir tahlil ve terkip gözünün heykelleştirebileceğine ve bu heykelleştirme işinin bütün cihanda eşi görülmemiş bir ideolocya binası kuracağına, onun da isminin hem zaman hem mekân ölçüsüyle Büyük Doğu olduğuna inanıyoruz. Eğer bu davayı bütünleştirebiliyorsak bizi ayakta ve saygıyla dinleyiniz. İddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak maskaraların akıbetine mahkûm ediniz.
Allah'a emanet olun. (25 Kasım 2012)
|