Y?neyi kendimize -2- Gönüldaş Sayı:
52 - Nisan / Haziran 2006
300 yıldır, Batı uçurtmasının kuyruğuna takılı kaldık. 3 asır bu dile kolay… Saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet… Padişah, reisicumhur, cumhurbaşkanı… Sadrazam, başvekil, başbakan… Kanun-i Esasî, anayasa... Vezir, nazır, vekil, bakan… 25 yıla bir nesil desek; 12 nesil… Koskoca devletimiz yıkıldı, yerine yenisi kuruldu… İnkılâplar yapıldı… Başımıza geçirdiğimiz başlıktan, bütün safhalarına kadar hayat ve anlayışlar değişti. Geçen bunca zamana ve bu kadar değişikliğe rağmen, Batı hayranlığı değişmedi… Halk bu duruma tereddütle baksa da, sessiz kalsa da sessiz kaldı; aydınımız değişmedi.. Öylesine hayran ki aydınımız, kendi değerlerinden şüphe eder, Batı’dan etmez… Hayranlık, aklın önüne öyle bir perde çekmiş ki, Batı insanını, hele aydınını doğru teşhis edemedik, edemiyoruz…
Batı’nın bütün dünyası müşahhas (somut) üzerine… Mücerrette (soyut) zayıf… Hattâ mahrum desek yeri... İsa Aleyhissselâm’ın getirdiği hak dini tahrif etti. Sanatları müşahhas üzerine… Başta heykel olmak üzere, resim, dans, bale vesaire… Sosyalizm, Kominzm, Faşizm başta olmak üzere bütün fikir ve felsefe akımları bile öyle… Kısaca Batı, mücerrette zayıf, müşahhasta kuvvetli; bunun tabiî sonucu olarak eşyaya hakim... Bu hakim olduğu eşyayı hangi iman, ruh ve fikir emrinde kullanacağı hakkında düşünmek bile istemiyor. Bunun tabiî sonucu eşyayı nefsi için kullanmak oluyor... Bu da ona “insan”ı sömürme, nefsi için “eşya” gibi görme imtiyazı veriyor.
Batı insanı, hele aydını; “olmaya” değil, olmuş görünmeye değer verir… “Göründüğün gibi olmak veya olduğu gibi görünmek” katiyen anlayamayacağı, hattâ mümkün görmeyeceği bir ahlâktır. “İmaj” kavramını ve kelimesini biz ondan öğrendik… Ne olursan ol, mühim değil; olmak gerektiği gibi görün yeter… Hele inanışta… Hristiyanlığa inanmaz, ama inanmış görünür. Haftada bir en güzel elbiselerini giyer, göstermelik bir huşû tavrı ile, parasını emanet etmeyeceği papazın karşısına geçer, gerçek İncil’den olmadığını bildiği halde, okunanları kabul tavrı ile dinler... Sonra hayatı, dini hiç hesaba katmadan yaşar... Dini, inanır görünecek kadar sosyal bir ihtiyaç olarak kabul eder gördükten sonra, dini yok farzeden bir hayatın yaşanmasını müesseleştirir ve bunu bütün dünyaya, onlara bir iyilik yaptığı için minnet bekleyen bir eda ile kabul ettirmeye çalışır. Balının süzülüp peteğin balmumundan ibaret bırakılması gibi, dini hayattan tamamen soyutluyarak, kalplere hapsetmeyi öylesine müesseleştirmiş ki, âdetâ bunu inanış haline getirmiştir… Lâiklik, sekülerizm… Devleti idare etme kudretinin; tek ferde (krallık, padişahlık) ve bir topluluğa (oligarşi) ait olması yerine bütün halka verilmesi mânâsına demokrasi Batı’nın icadıdır. Ama “hangi halka?” sorusunun cevabını verecek ruha, iman ve fikre sahip olmadığı için demokrasi zalim güçlerin toplumlara baskı âleti olmuştur. Bunu da görmezlikten gelerek, takır işleyen bir demokrasiye sahip olduğu yalanına inanır. Bu güzelliği (!) de insanlığa kabul ettirmek için gayret sarfeder. Açıkça söyleyelim, Batı sömürgecilik zihniyetinin âleti yapar.
“Olmak” değil, “görünmek”te öyle bir noktaya geldi ki Batı, ihlâsla bağlanmayı bir türlü anlayamaz. Yakalanmayacaksa, rahatça cinayet işler... “Kusur cinayet” romanları, bunun en açık örneğidir. “Bir elin verdiğini, öbürü duymayacak” ahlâkı, hayalinde bile yer edemez. Bunun için müslümanın Peygamber Efendimiz’i (sav) nefsinden daha çok sevmesini bağlanmasını ve hayatı O’na göre yaşamasını anlayamaz. Kabul edemezden de öte anlayamaz. Böyle bir şeyi, yani bir değere, ihlâsla bağlanmayı mümkün görmez. Bunun için de hak veya bâtıl dinî değerlerlere her türlü karşı çıkışı, bir çeşit fantazi olarak görür ve bunlarla oynamaya bayılır. Bunu, bir zekâ ürünü görür ve kendi olma değil de görünme ahlâkı ile ince ince alay eder. Hz. İsa (sav) hakkında çevrilen filimlerde bunu açık ve net olarak görmekteyiz. Efendimiz hakkında çiz(dir)ilen karikatürlere tepki gösterirken Batı’nın bu zaafını göremedik. Batı bizim, öfkeyle sokaklara dökülmemizi, meydanları doldurup tepki göstermemizi de anlayamadı. Bir değere gönülden bağlanmayı muhal sandığı, bizi de kendisi gibi gördüğü için, en azından dudak büktü… Çünkü onun nazarında Doğu zaten bütünüyle, din afyonu ile uyuşmuş, öbür dünya hayalleri ile gerçekten kopmuştur. Kendi dünyasındaki din motifleri ile istediği gibi oynadığı zaman da, mukaddes bir değere saygısızlık yaptığını düşünmez. Hattâ bunları, kendisini de, kendisinin bu halini de ti’ye alan bir zekâ ürünü olarak beğenir de. O sanır ki, mukaddes değer yoktur, mukaddes değer farzedilenler vardır..
Karikatürleri çizdirenler, her iki tarafın da zaafını çok iyi biliyorlar ve iki tarafı birbirine düşürmek için her sahada hummalı bir faaliyet ve “toplum mühendisliği” hamaratlığı ve gayretkeşliği içindeler. Bir tarafta inanılacak değere sahip, ama onun emrettiği hayatı yaşayamayan ve eşyaya hakim olamayan güçsüzler, diğer tarafta inanılacak değeri kavrayamayan ama eşyaya hakim güçlülüler... Ve kendilerini herkesin üstünde gören ve iki tarafın zaaflarını kullanarak, ikisini birbirine düşürmeye çalışan para babaları...
Biz Batı’dan gelen saldırılara, refleks tepkilerle meydanlara dökülmek yerine, İslâm’ın gerçekten ve ihlâsla bağlanılması gereken bir değer olduğunu göstermeliyiz. Daha doğrusu öyle olmalıyız. Ona göre yaşamalıyız. Anlamalıyız ki, asıl tepki göstermemiz gereken, iki tarafı da, yani İslâm dünyası ile Batı dünyasını birbirine düşürme gayreti içinde olanlardır. Bunu sadece kendimiz anlamakla da yetinemeyiz, Batı’ya da göstermeliyiz. Bu da İslâm’ı hakkıyla anlamak ve onun emrettiği hayatı yaşamakla olur.
Farkında mıyız hayatı biz; benim inancıma nasıl saldırırsın diye küplere bindiğimiz dünyayı taklit halinde yaşıyoruz, inancımıza uygun olarak değil… O zaman Batı bizi kendisi gibi görüyor... İnanmadığı halde, öyle görünen ve bu hayalle meydanlara dökülen acizler sürüsü... Bir zaman için tozu dumana katarlar, sonra kuzu kuzu benim istediğim hayatı yaşamaya ve benim mallarımı kullanarak beni daha güçlü yapmaya devam ederler.
Ne yapmalı peki?.. Önce doğru teşhis... Doğu’yu ve Batı’yı... Yani dünyayı... Yani her şeyi olduğu gibi “dünyanın” da ne olduğunu hakkıyla belirten İslâm’ı... Ve İslâm’ın dediği gibi “olmak”, görünmek değil...
|