Herkes muhasebesini yapmalı! Gözcü Sayı:
90 - Ekim / Aral?k 2016
-1- AĞLAMAK
Bugün her fert, Gülen’le ilgili muhasebesini yapmalı… Herkes… İstisnasız… Hangi mevkide olursa olsun. İnzivaya çekilmiş olan bile… Herkes nefsini bu meselede hesaba çekmeli… Bugün öyle bir gündeyiz. Hattâ… Bazı kişiler hesabını cemiyet önünde yapmalı… Zaten bazı kişiler, cemiyet önünde hesap vermeye mecbur ediliyorlar. Bunun dışında, herkes kendi muhasebesini mümkünse cemiyet önünde kendisi yapmalı. Birilerini hesaba çekmek değil, herkesin kendisini hesaba çekmesi…
Ben muhasebemi cemiyet önünde yapıyorum…
1967 yılında… Bursa Eğitim Enstitüsü’ne başladım. İlk günlerde bir arkadaş geldi. Bilecikli imiş, Bursa’da oturuyorlarmış. Amcası, talebe arkadaşlarından hemşehrilerimizi çaya dâvet et, demiş… Memleket hasreti… Arkadaşımız, 7-8 kişi topladı, gittik… Çaylarımızı içerken ortaya büyük bir teyp getirdiler. Bize bir şey söylemeden, emrivâki ile birinin konuşmasını dinletecekler… Balıklar, oltanın ucundaki yemlerini yiyerek, konuşmacıyı dinledi. Diğerlerine dikkat etmedim ama ben, hemşehriliği alet ederek insan avlama nezaketsizliğine rağmen, dikkatle dinledim.
Konuşmacı, daldan dala atlıyor. Bir konu üzerinde durmadığı için söylediklerinden pek bir şey anlaşılmıyor. Bir şeyler anlatmaya değil, dinleyenleri etkilemeye çalışıyor. Ve ağlıyor… Allah diyor, ağlıyor, Peygamber diyor, ağlıyor… Sahabe diyor, ağlıyor. Kendisini, gözyaşlarını zapt edemez derece aşkla yanan biri gibi göstermeye çalışıyor. Bu kadar alenî bir basitliğin anlaşılmayacağını zanneden bir geri zekâlı…
Konuşma bir camide vaaz… Densiz, herkesin karşısında salya sümük (affedersiniz) ağlıyor. Biz Müslümanlar, “TENHALARDA AĞLAMAKLA” emrolunmuşuz. Allah’a ağlamak, insanlara değil… Biz Müslümanlar biliyoruz ki, gerçek büyükler aşklarını disiplin altına alabilenlerdir. Böyle kendini salıvermek marifet değil, aczdir. Samimiyse acz, samimi değilse münafıklık…
Bir hafta sonra tekrar davet edildik… Aynı gün, aynı saatte… Devamlılık kazandırılmaya çalışılıyor. Aynı kişiyi dinlettiler yine… Bu sefer iyice kanaat getirdim ki, bu adam her kimse, oyun oynuyor… Tiyatrocu… Anlaşılmaz tiratları ile milleti etkilemeye çalışıyor… Nitekim dinleyenlerden onun ağlaması üzerine haykıranlar… Allah diye bağıranlar… Onunla beraber ağlayanlar… Gaza gelenlerin sesleri duyuluyor. Davet eden, bizim de havaya gireceğimizden emin.
Bursa’da ikamet eden, çok sevdiğim bir akrabamız ağabeyime bu durumu anlattım. Kişinin kim olduğu üzerinde durmuyoruz… Bilmiyorum da zaten… O da sormuyor… Ağabeyimden öğrendim… Maalesef Kur’ân ve Mevlit okuyanlardan bazıları parayla adamlar tutuyorlarmış, bunlar önceden kararlaştırılmış yerlerde “Allah!” diye nâra atıyorlarmış. Konuşmacıyı dinlerken çığlığı basanlar, paralı mı, parasız mı bilemem. Ama herze aynı… İğrendim, konuşmacının sun’i ve sahte mistisizminden. Her ne olursa olsun, hakikisinin olmadığı yerde, sahtesi imkân bulur. İnsanları böyle ucuz yoldan etkileme gayreti niçin? Öğrenmek için istişareye ve araştırmaya değer de görmedim.
Bir daha gitmedim… Konuşmacıyı o kadar basit ve değersiz gördüm ki, kim olduğunu sormadım… Gözümde bir süre sonra kaybolup gidecek basit bir gayretkeş…
Aradan yıllar geçti… Televizyondan (vidyo) seyretmenin başladığı yıllar. 1980 ihtilâlinden sonra… Bir arkadaş, (vidyo)ya alınmış bir konuşmadan bahsetti… Mutlaka görmelisin, dedi. Arkadaşım dinlettireceği kişinin itikada aykırı şeyler söylediğini düşünüyor ve benim görüşümü öğrenmek istiyor. Televizyondan beraber seyrettik. Baktım, unutup gittiğim o ses… Yine ağlıyor. Kimin kasetini seyredeceğimizi arkadaşım söylemişti: Fetullah Gülen…
Kanaatim bir daha kesinleşti… Bu adamdan ne köy olur, ne kasaba… Kimse bunun peşinden gitmez. Yanılıp gidenler de bir süre sonra anlarlar, vazgeçerler… O tiyatro oyuncusu da silinip gider. Kendisini canlı olarak görmediğime şükrediyorum.
Gülen’i doğru teşhis etmiştim, fakat silinip gideceği konusunda yanılmışım. Eğer normal şartlarda yurt dışından bir el kendisini alıp götürmeseydi, kanaatimin doğru çıkacağından bugün de eminim.
-2-KASETTE NE VAR
İslâm büyüklerinin işaret ettiği gibi, insanı kurtaracak olan “SAĞLAM İTİKATTIR”!.. Önce o… Arkadaşımın “itikat arızası var” diye bahsettiği Gülen’e ait kaseti; bu iman ve idrakle seyrediyoruz.
Gülen bir camide vaaz veriyor; ben onu ilk defa görüyorum… İlk dikkatimi çeken sık sık takkesini düzeltmesi ve elbisesini çekiştirmesi... Bu neviden lüzumsuz hareketleri hep yadırgamışımdır. Kişiyi tanımada kesin ölçü değilse de, bir ipucudur. Doğu ve Batı filimlerindeki kahramanları ve kötü karakterleri bir de bu gözle karşılaştırın. Tasavvuf ehli böyle davranışlara “nebatî haller” diyor ve büyüklüğü nispetinde kişi, bu basit hallerden uzak oluyor. Teypten dinlerken vaazını sevmediğim kişi, kim olduğunu tanıdıktan ve gördükten sonra daha da sevimsiz oldu gözümde.
O yıllarda ondan, “Fetullah Hoca” diye bahsediliyor. Bağlılarına göre “Hoca Efendi”… Ben Allah’a şükür hiçbir zaman onda, “Hoca” ve hele “Hoca Efendi” vasfı görmedim. Bunun için de ondan sadece “Gülen” diye bahsettim. İsmini kullanmamaya da dikkat ettim. Bir dostum… Ona öyle saygı duyardı ki, “Hoca Efendi” demekle yetinmez, “Muhterem Hoca Efendi” derdi… Birlikte bulunduğumuz meclislerde, ikimizin de ifadelerimizdeki ısrarımız, etrafımızdakilerin tebessümüne yol açardı. Bence insanlar, hayallerindeki değere hitap ediyorlar, farkında değiller. Gönülleri muhterem bir hoca efendi arıyor, bu iştiyakla bulduk sanıyorlar. İnşallah dostum bu yazıyı okur.
İyice gaza gelmiş, yerinde duramayan cemaate gözyaşları içinde hitap ediyor… Karşılıklı ağlaşıyorlar… “Sizler Kutsîlersiniz!” diye haykırıyor. Arkadaşımın itiraz ettiği ifade bu! Sonra zorda kalınırsa tevil edilebilecek uzun ve dolambaçlı cümlelerle bu “Kutsîler’in”, yani karşısındakilerin, daha yerinde ifade ile kendisine bağlı kimselerin üstün vasıflarını (!) sayıp döküyor… “Yüzlerine karşı methetmemek” emrinden bîhaber… Karşısındakiler ne yüce insanlarmış meğer… Sahabeden sonra böyle üstün vasıfları haiz başka bir nesil gelmemişmiş… Bunlar ol sebepten “Kutsîler”miş. Nerdeyse sizin üstünüzde kimse yok diyecek. Bunu söylemeden, krize girmiş gibi bağrışan dinleyicilerinde böyle bir algıyı dolambaçlı ve uzun cümlelerle, mistik ses tonu ve tavırlarla sağlıyor. Böyle bir şeyi doğrudan ve net bir şekilde belirtmeyen muğlak ifadelerin arkasına saklanan korkaklardan, oldum olası nefret etmişimdir. Yine dolambaçlı ve uzun cümlelerle, “Kutsîler” diye vasıflandırdığı karşısındakilerin ‘ikinci’ olduğunu ihsas ettiriyor. “İkinci kutsîler’!” Sahabeden 1500 yıl sonra, sahabeyle değerlendirilebilecek bir nesil (!)… Cürete bakın!.. Dinleyenleri coşturuyor. Bu cüretine ve mistisizmine kapılanlara acıyorum. Ta baştan beri gönlümün ısınmayışında ne kadar haklı imişim.
Konuşmasının aralarına kendisinin ne kadar mütevazı olduğunu düşündürecek kelimeler ve cümleler sıkıştırmayı ihmal etmiyor. “Tevazu göstermeye çalışmak da kibirdir. Çünkü kendinde bir değer hisseden tevazu göstermeye çalışır. Gerçek tevazu ehli, kendinde bir varlık hissetmez ki, tevazu göstermeye çalışsın. Onun tevazuu tabiîdir, yapmacık değildir” (Cüneyd-i Bağdadî). Ve dinleyicilerinden, kendisinin onlara, yani devrin kutsîlerine (!) lâyık olması için dua etmelerini istiyor. Kendisi mütevazi bir insan, karşısındakiler ise koskoca “kutsîler”!.. Arkadaşım, çok haklıydı. Dinleyiciler “Kutsîler”se; sahabeyle değerlendirilebiliyorlarsa, onlara hitap eden ne olur? Hâşâ!.. Bunu söylemeden ihsas ettiriyor. Onlara lâyık olması için “Kutsîler’den” dua istiyor… Tevazu maskesi altında kendisine ‘Kutsîler’in Kutsîsi’ payesi biçiyor. “Kutsîler’in Efendisi, Kutsîler’in hocası”… Onların “Kutsî” olduğunu keşfeden ve bunu anlayışsızlara rağmen ilân eden “yüce efendi”… Her Müslüman bilir ki, kimse sahabilerle denk olamaz, kıyaslanamaz, değerlendirilemez… Onların üstünde sadece peygamberler vardır. “Ben ne söylüyorum, tamburam ne çalıyor” deyimindeki gibi dili kendisine “kıtmir” diyor, ama haliyle dinleyicilerine ‘sen neymişsin be âbi” dedirtiyor.
Kasetteki konuşmayı dinledikten sonra, ilk defa kendisini mübalâğa cüretinden ve dinleyicilerinin ‘kapıldım gidiyorum, sahte mistisizmin rüzgârına’ halinden ürktüm… Dehşete düştüm. Benim gibi sıradan bir Müslüman anladığına göre, zaman içinde etrafındakilerin de arızaları göreceklerine inanıyordum. Teypteki sesi dinlemekle, kaseti seyretmek arasında aşağı yukarı 15 yıl geçmiştir… Ama ümit ettiğim gibi bağlıları tarafından arızaları görülemedi. Bilakis müesseseleştiler. Son zamanlardaki Allah’la konuşmak, Peygamber’le halleşmek iddialarını duyunca, bu adam hasta dedim. Ve “hasta”, Amerika tarafından kullanılıyor. Hiçbir zaman tasvip etmediğim yurt dışına gidişinin veya götürülüşünün sebebi şimdi herkes tarafından anlaşılıyor. Amerika’ya gittiğini öğrendiğimde ‘Batı, her şeyi menfaatine göre değerlendirir. Demek onu kullanacak’ demiştim. Doğruymuş. Dünyaca meşhur ifade ile: “Amerika süt vermeyen ineği beslemez.”
“Kutsiler” ifadesinin bir yönü daha var…
-3-“BU DİL BURANIN DEĞİL”
Gülen ve ‘HEMPALARI’ ile… Bu hareketle bir şekilde irtibatı olanları, ayrı tutmak lâzım.
HEMPA?..
“Kötü işlerde aynı amaçla ve birlikte hareket eden kimse, ayaktaş, omuzdaş”...
Bunlar başlangıçta yavaş yavaş, Şefleri, Amerika’ya gittikten sonra hızla, hormonlu bitki gibi geliştiler. Ve öyle müesseseleştiler ki, sivil toplum olmaktan, “cemaat” olmaktan çıktılar. Örgüt haline getirildiler.
Hempalar, devlet memuru gibi “tayin” ediliyor, maaş alıyor. Bağlılar maaşlarından bir miktarını “himmet” adı ile veriyor. Okullarında okuyanlar, istedikleri okullara ve işlere girebiliyor... Sanki devlet… Vergi alıyor, tayin yapıyor… İstihdam ediyor, maaş ödüyor… İlde ileri gelenleri, sanki protokola dâhil… Ziyaretlerde bulunuyorlar, dâvetlere katılıyorlar. Kendileri de tayin, yeni göreve başlama gibi vesilelerle her fırsatta dâvetler veriyorlar.
Devlet, kendisi gibi memurları ve âmirleri olan, tayinler yapan, vergi alan, resmî tavırlarla temsil edilen, hattâ mensuplarını birbirleriyle evlendiren böyle bir topluluğa nasıl müsaade ediyor diye hayret ediyordum, her şeyin sisler ardında olduğu dönemde… Devletin içine nüfuz ettiğinin, “sızıntı” yaptığının farkında değildim.
Bu hempalardan karşılaştıklarım oldu. Devlet memurları gibi belli sürelerde değişiyorlar. Allah’a şükür, hiç biri ile dost olmadım. Dilleri yakınlık izhar etti, gözleri şüpheyle baktı; benim de onlara gönlüm ısınmadı.
Ama iyi niyetleri sebebiyle, setredilenlerden habersiz, görünenlere bakarak Gülen’e yakınlık duyan, hattâ ona bel bağlayanlar arasında dostlarım vardı. Bu “sağlam itikatlı” dostlara ve ilgi gösteren herkese Gülen ve hempaları hakkındaki şüphelerimi, fark ettiğim itikat arızalarını anlattım; bazı kişilere ve olaylara dikkatlerini çektim.
Dershanelerin kapatılması söz konusu olana kadar, Gülen’e yakınlık duyanlarla, ona karşı olanlar, yarı şaka yarı ciddî tartışabiliyorlar, şakalaşabiliyorlardı. Ben de sorarak, sorgulayarak, bilhassa itikat üzerinde düşündürmeye çalıştım. Dershanelerin gündeme gelişinden sonra, hele 17-25 Aralık darbe girişiminden sonra bazı şeyler gün ışığına çıktı; darbe ihanetinden sonra her şey faş oldu Daha doğrusu, kendilerini açık ettiler. Allah’ın lütfu.
Bu hareket yönünden muhasebemi yaptığıma göre, her şeyin faş olmasından önceki şüphelerimi, sorduklarımı, sorguladıklarımı beyan etmeliyim:
Maalesef en mühim husus, gözlerden kaçıyor… İşin başından beri Gülen, yeni bir literatür ortaya koyuyor… İslâm’ın; Kur’ân ve sünnete dayalı, muhkem, herkesçe bilinen ve anlaşılan, yıllar içinde gelişen, İslâm’ın ortak kavramlarını, mecbur kalmadıkça kullanmıyor. Yeni kavramlar söylüyor.
Israrla yeni kavramlar kullanmak; gün gün itikat, iman ve amel yönünden ayrılıklara yol açmaz mı? Yeni bir din anlayışına götürmez mi? Yoksa bu hareket, sinsi bir, KÖKLERDEN KOPARMA HAREKETİ mi? Baştan değildiyse bile, Amerika’ya gidişten (daha doğrusu götürülüşten) sonra mı bu hale geldi? Kolay anlaşılacak birkaç tanesini belirtelim:
●“Kutsîler” diye isimlendirdiği, tepesinde Gülen’in olduğu yeni bir zümre ihdas etme gayreti... Önceki yazıda bahsetmiştik. Hem de “ikinci kutsîler” denilerek… Birincisi sahabe... Sahabeye nazire mi? Sahabeyle yarış mı? Bağlılarını överek, kendini sahabe ayarında insan yetiştirebilecek vasıfta gösteriyor. En azından ne dediğini bilmemek… Haddini aşmak…
●“Işık evleri”… Nur, dememek için mi? Nur demekten kaçınılıyor, mason literatüründeki ışık alınıyor…
●“Himmet”… Neden “sadaka” değil…
●Bağlılar, sempatizanlar, âbiler ve ablalar, imamlar… Ve… Kâinat imamı… Yeni bir hiyerarşi… Bir çeşit ruhbanlık ve yeni rütbe sistemi… “Hizmet” neferliğinden militanlığa… Cemaatten örgüte… Değeri, “Hizmet Hareketi”ine yapılan “himmet” ve gayret belirliyor… Bunlara da YENİ BİR İSİM: “Muhabbet fedaileri”…
“Üstünlük takva ile” ölçüsüne itiraz mı?
●Kimin kiminle evleneceğine varana kadar sıkı kontrol ve takip, içine kapanıklık ve baskı… Sadece şefin kitapları okutuluyor, kasetleri dinletiliyor. Sadece Zaman alınıyor… Militanlaştırma eğitimi… Sanki ayrı bir gezeğende yaşıyorlar…
En büyük “hizmetin” yapılacağı güne kadar… O günün, darbe olduğunu 15 Temmuz teşebbüsünde anlıyoruz… En büyük “hizmetin” yapılacağı güne kadar kendilerini gizlemeleri için her günaha cevaz… Âyetle emredilen başörtüsüne teferruat demek…
Emir ve yasaklara muhalefet… Emir ve yasakların da delinebileceğini mi gösterme çalışıyor?
●Masonlardan fazla gizlilik… İstihbarat örgütlerinden üstün dinleme ve haber alma…
“Tecessüs etmeyin” emrine rağmen… “Dosdoğru, istikamet üzere olun” emrine rağmen… Müslüman kimseye zarar vermez, ölçüsüne rağmen…
●İlk insan ve Peygamber’den itibaren din tek: İslâm!.. Bu kesin itikata rağmen “Dinler arası diyalog”, “Üç semavî din” ve “İbrahimî dinler” hezeyanları… Kelime-i Tevhid üzerinde oynanmak istenen oyun…
●Kâinatın Efendisi’ne (sav) nazire edepsizliği: “Kâinat imamlığı” iddiası… Belli mekân ve zamanın peygamberlerine de açıkça üstünlük taslamak… Ve şimdi faş olan, o zamanlar söylentileri dolaşan Allah’la konuşma, peygamberle halleşme herzeleri… Tasavvufsuz tarikat… Kerameti kendinden menkul, mürşitsiz evliyalık… Hocasız ilim ve âlimlik… Aşksız gözyaşı… Buna rağmen evliyalığın üzerinde iddialar… Bugün nelerin faş olduğunu görüyoruz.
Her şey sislerin ardındayken, şüphe ediyordum… Nihayet ihanet hareketinden sonra, ne mal olduğunu herkes anladı… Baştan beri şöyle diyordum:
“Bu dil buranın değil!”
Şimdi ikinci mısrayı şöyle yakıştırıyorum:
“Siyonizm’in kargası!”
-4-ALLAH’TAN AF DİLERİM
“Herkes muhasebesini yapmalı” diyoruz ya…
Muhasebeler yapılıyor zaten… Zamanın ruhu, muhasebe istiyor.
Tutuklananların, itirafçıların, yargılananların ifadeleri; isteseler de istemeseler de, samimi olsalar da olmasalar da bir çeşit muhasebe…
Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın yüzünde, millete selâmında bir muhasebe hissetmiyor musunuz?
Bir önceki Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel muhasebesini, milletten özür dilemek şeklinde yaptı: “15 Temmuz'da yaşadıklarımızı düşününce şunu diyorum: Asker-sivil sorumlu makamlarda oturanlar olarak hepimizin milletten özür dilememiz gerekiyor. Sayın Cumhurbaşkanı ve ben diledim ama yetmez, herkesin dilemesi gerekir. MİLLET HEPİMİZİ AFFETSİN. Ne kadar hukuka uygun davranmış olursak olalım, eğer TSK'dan böyle bir hareket çıkmış ve bunları yaşamışsak, hepimizin sorumluluğu var demektir. Dürüstlük benim için çok önemlidir. Ben hep dürüst oldum. Bu olaydan sonra yüreğim yanıyor. Ömrüm oldukça da yanacak. Ben bundan sonra böyle bir yürekle yaşayacağım.”
Ondan daha üstününü Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptı… Defalarca, Gülen’e destek olduğu zamanlara ait üzüntüsünü ve pişmanlığını ifade etti. Son olarak da, “Rabbimden af, milletimden özür diliyorum” dedi.
Bir zamanlar (FETÖ) içinde bulunduktan sonra ayrılmış olanların muhasebelerini ve onlar hakkındaki değerlendirmeleri takip ediyorsunuzdur.
15 Temmuz, muhasebe yönünden bir milât…
Bu muhasebe yaygınlaşacak ve kimse sessiz kalamayacak…
En derin ve çetin muhasebe, kanaatimce din tahsili yapanlarda ve din temalı kişi ve kurumlarda… Onu bir zamanlar övenler, ona “âlim” diyenler, faaliyetlerini yere göğe sığdıramayanlar, şimdi susmakla mesuliyetten kurtulamazlar… Başkaları söylediklerini önlerine koyup hesap sormadan kendilerinin muhasebelerini yapmaları, daha hayırlı olur. Bildiklerini söylemekten çekinenler… Tehlikeyi ciddiye almayanlar, fark etmeyenler… Er veya geç cemiyet önünde muhasebelerini yapmak durumunda kalacaklar. Gecikme işi daha da zorlaştıracak ve farklı mânâlara çekilmesine sebep olacak.
Karanlıkla mücadelenin en kestirme ve kesin çözümü, ışık yakmak… Menhus kişinin itikat arızalarını; kitaplarından, konuşmalarından, hayatından bulup çıkarmak ve itiraz edilemeyecek şekilde cemiyet önüne sermek, onunla ve hempalarıyla ve perde gerisindeki destekçileriyle mücadelenin en kesin ve kestirme yoludur.
Muhasebem burada bitebilirdi. Ama öngöremediğim iki hususu, –anlayışla karşılanabilecek olsalar da– ifade etmek istedim.
Ağlama oyuncusunun itikat arızaları olduğunu, dolayısıyla arkasından gidilemeyeceğini genç yaşımda tespit etmişim. Çevremi ikaz etmişim… Geçmişteki tespitlerimi –ahlâkları icabı– bugün söyleyenler ve yazanlar var. Allah onlardan razı olsun.
Bir kere bile “hoca” dememişim…
Yayın organlarına bir kuruş bile ödememişim.
Sadaka yerine, “himmet” demedeki yanlışı ve kastı görmüş ve bir kuruş bile vermemişim…
“Türkçe olimpiyatları” dedikleri (şov)un, üç-beş çocuğun ezberletilmiş gösterisi olduğunu, bunun o okullarda Türkçe’nin çok iyi öğretildiği mânâsına gelmeyeceğini söylemişim… Bu “Türkçe olimpiyatları” isimli tiyatrolar, “muhterem hocaefendi” sandıkları kişinin Amerika’nın emrinde olduğunun, bangır bangır ispatı olduğunu söylemişim…
Dinler arası diyalog sinsiliğinin, kelime-i tevhide suikastının, “ılımlı İslâm” ihanetinin, Batılı bâtıl odaklara tabasbusunun, Müslüman Türk milletine son darbeyi vurma hareketi olduğunu görmüşüm…
Ama!..
İki hususu kestirememişim…
Birincisi, “projenin” ve tehlikenin cesameti ve yaygınlığı…
İkincisi… Bir insanın kendisini bu kadar dev aynasında görebileceğini ve birilerinin de onu bu derecede mübalâğa edeceğini düşünememişim. Kıllarının bile toplanıp, makbul hediye olarak dağıtılacak kadar… Elbiselerinin… Kirli mendilinin… Hattâ tırnaklarının bile… Bu derece sapıtılabileceğini düşünememişim. Allah ve Peygamber’i bile istismar ederek yücelme ve yüceltilme hezeyanlarına ihtimal verememişim.
Yeni bir din ihanetinin yıllardır sinsice hazırlandığını, arkasındaki güçlerin uzun vâdeli plânlarını ve destekteki kararlılıklarını, ancak bir karaltı halinde görebilmişim…
Gülen ve hempaları, nazarımda kapasitesiz kişilerdi… Bugün de aynı kanaatteyim. Ama kullanılmaya müsait olanı; küfrün, sinekten yağ çıkarmak misali, nasıl kullanabileceğini düşünememişim…
Kim bilebilmişti ki… Kaç kişi bilebilmişti ki… Yıllarca onunla olanlar anlayamamış… Devletin kılcal damarlarına girilmiş ama devletliler bile anlayamamış, fark edememiş… Elinde her türlü araştırma imkânı olanlar bile… Onların basiretsizleri yanında benim bu gafletim hiç kalır… Demeyeceğim… Allah’tan af dilerim.
|