Olaylara bakış Olaylara Bakış Hazırlayan: Av. Kadir Bayrak Sayı:
38 -
Milletler Arenası
İlk insan ve onun tohumları için bir duraktı dünya… Asıl vatana ulaşmak için mecburî bir durak. Uzaklardan, çok uzaklardan gelen insanın yanında getirdiği ilahî emirlerle ihya edeceği mekân… Gaye değil, gayeye varmak için vasıta. Ama ne olduysa oldu ve Kâbil’in zuhuruyla insanın dünyaya, dünyasına bakışı değişti. Nefslerin didiştiği, çarpıştığı bir zemine dönüverdi.
Herşey “bir”den ibarettir dediği gibi büyüğün, kemiyette kabına sığamayan, taşan insanlık, keyfiyette aynı kaldı. Bugün şahısların birbirleri ile didişmesi bir yana, onlarla birlikte milletler de birbirleri ile didişir hale geldi. Arenaya döndü dünyamız.
Batılı, yanlış da olsa hayalinde canlandırdığı tanrıları ile bir gerçeği tespit ediyor aslında. Olimpos Dağı’nda oturan tanrıların yerini devletler aldı bugün. Satranç taşları gibi önüne dizdiği devletlerle oynayan bir “Zeus”un varlığı da muhakkak. Mesele maalesef Türk milletinin de içinde bulunduğu milletlerin piyon olmayı kabul edip, etmemesinde.
Böyle Dost Olduktan Sonra (2)
37. sayımızın Olaylara Bakış’ında, “Böyle Dost Olduktan Sonra…” ara başlıklı tesbitimizde şöyle demişiz: “Türkiye’nin Amerika gibi dost ve müttefiki olduktan sonra, düşmana ihtiyacı mı kalır!..” Keşke biz yanılmış olsaydık. Olaylara at gözlüğü ile değil de doğru açıdan bakan herkesin yapması gereken bir tesbitti bu. Kadim dost ve müttefikimiz, devletler hukukunda kabulü mümkün olmayan bir şekilde 11 askerimizi esir aldı. Medyaya yansıyan kısmıyla da olsa başlarına çuval geçirilerek ve ağır hakaretler altında bilinmeyen bir yere götürüldükleri ve uzun bir süre sorgulandıktan sonra rica minnet serbest bırakıldıklarını öğreniyoruz. Yeniden bu hadiseye dönmek üzere buraya bir nokta koyalım…
Üzerinde bulunduğumuz coğrafya dünyanın kurulduğu ilk günden beri bütün medeniyetlerin ilgisini çekti ve çekmeye devam ediyor. Bunda yer altı, yer üstü zenginlikler, jeopolitik konum vb. sebeplerin etkili olduğu söylenebilir. Bunlar görünen sebepler.
Son Darbenin zamanı mı geldi?
Şaibeli bir seçimden sonra iş başına gelen son Amerikan hükümetinin, âli menfaatleri doğrultusunda tertiplediğine dair kanaatlerin her geçen gün arttığı 11 Eylül hadisesi tezimizi doğrulamak noktasında bir köşe taşı hüviyetinde. Yıllardan hatta asılardan beri cadı kazanı kaynatır gibi ideallerini kaynatan ve fırsat bulduğu her zeminde fikirlerini fiile dökenler, belli ki artık son darbenin vurulma zamanı geldiğini hissettiler ve işe önce kendi kamuoylarını karşı çıkamaz hale getirmek için meşhur İkiz Kulelerini yıkmakla başladılar. Kulelerin enkazında yitirilen her can, birilerinin haklılığını arttıracaktı, nasılsa. Karşı cephenin milletlerine karşı sürek avı başlayabilirdi artık. Afganistan’la başlayan sürek avı Irak’ta devam etti. Duracak gibi de gözükmüyor.
Doğunun fotoğrafını çekelim
Afganistan ve Afgan halkı. Bir zamanların iki kutuplu dünyasında, Kızıl Koministlerin payına düşen mazlum coğrafya. Ruslara karşı şanlı direnişlerini şehit olmanın ötesine geçiremediler, maalesef. Anlamsız iç mücadelelerle kuvvet kaybedince de sabip oldukları zenginlikleriyle belki Ruslara değil ama bir başka kötüye teslim oldular, bugün.
Irak ve Aram milleti… Bırakın Irak’ın bütününü kaybetmeyi, sadece Bağdat’a düşecek bir bomba, atılacak bir mermi bile Arap milletini tek vücut halinde harekete geçirmeli değil miydi? Mekke ve Medine’den sonra Bağdat’ın İslâm kültürü için ne ifade ettiğini söylemeye ne hacet. Buna rağmen Irak’ta yapılanlara karşı Arap dünyasından esaslı ne bir hareket, ne de ses yükseldi. Sahip oldukları zenginlikleri, petrolü koz olarak kullanmalarından da söz edecek değiliz. Gerçekten, inanarak dikiliverseydi Arap dünyası haksızlıklar karşısında her şey çok daha farklı gelişebilirdi.
Baksanıza Amerika’ya karşı duyulan nefretin müşahhas kalesi haline gelen İran bile aleyhindeki rüzgârlara karşı duramıyor. O İran ki tarihi, kültürü, devlet tecrübesiyle Doğu’ya rengini veren birkaç millet say denildiğinde hemen akla geliverecek olanlardan. Hiçbir şeye tam teslim olmayan, teslim olur gibi gözüktüğünde bile tavır koyma hakkını saklı tutan İran da Batı’dan gelen bu sese tavır koyamıyor.
Çin… Birbuçuk milyarlık nüfusuyla hantal bir devi andıran Doğunun en eski medeniyetlerinden. Nüfus gücüne rağmen hâlâ kendi içinde olma gayreti çeken Çin’in de diğer Doğu milletlerinden pek farkı yok aslında. Sars denilen küçücük bir mikrobun bu koca devi ne hale getirdiğini birlikte izledik. Adı geçen mikrop bir komplo teorisinin neticesinde mi bu ülkeye sirayet etti, yoksa başka bir sebebi mi vardı, bu önemli değil. Bir komplo teorisinin neticesinde mi bu ülkeye sirayet etti, yoksa başka bir sebebi mi vardı, bu önemli değil. Bir komplo teorisinin ürünü bile olsa, koca devin bu saldırılara karşı bir savunma ve karşı koyma mekanizmasına sahip olmadığı anlaşıldı.
Japonya ve Hindistan. Biri dışa, diğeri içe dönük hayatın muazzam sembolü bu iki millet de Doğuya liderlik edecek çapta değil. Sanki bir elin kırpıp kırpıp Büyük Okyanus’a attığı adalar üzerinde yaşayan ve bütün dünyanın çalışkanlıklarına hayran kaldığı Japonlar, anakaraya geçecekleri günün hayalini kura dursun, sahip oldukları enerjiyi sağlam bir temele dayamadıktan sonra basit bir Batı taklitçiliğinden öteye geçemeyecek. Sokaklarında, süt veren hayvanın hürriyetinin hüküm sürdüğü Hint de peşine takıldığı Budist rahiplerle bugüne kadar ulaşamadığı Nirvanasını arıyor. Sizin anlayacağınız o da sokaklarındaki hürriyete tâbi.
Kısaca, Üstad Necip Fazıl’ın, bütün geçit ve kilit noktalarını gösterici ve davayı temellendirici baş eseri olarak takdim ettiği eseri İdeolocya Örgüsü’ndeki tesbitiyle; “Ormanı beklenmedik bir hayvan basmış ve arslanından köstebeğine kadar her cins, kendisini kaybeder gibi olmuştur. Bu vaziyette arslanla köstebeğe, nefsleri hakkında ne düşündükleri sorulmaz.”
Akla Takılan Sorular
Şimdi yukarıda nokta koyduğumuz yere, askerlerimizin esir edilmesi hadisesine dönebiliriz. Kader, Doğuya asli rengini verenlerden birini, bizi, Türk Milleti’ni bir karar verme noktasına itiyor, bugün. Yoksa, doğunun liderlik bayrağını ele alıp, Batıya yöneldiğimiz, onu neredeyse alt eder gibi olup, aşkımızla birlikte gücümüzü de kaybettiğimiz günden beri beklenen hesaplaşma noktasına mı geliyoruz? Son bir asırdır tarihe not düşülecek hadiselerin hep bu coğrafyada, bizim etrafımızda vuku bulması basit bir tesadüf müdür?
Askerlerimizin esir edilmesi ile ilgili tefekkürümüzü de sorularla yapalım:
Bütün dünyada böyledir ama özellikle Türk Milleti için ordusu onun dışa karşı gücünü, onurunu temsil eder. Askerini başına çuval geçirmek suretiyle esir ederken milletinin onurunu da esir etmiş olmuyorlar mı? Askerimizin rica minnet serbest bırakılması kırılan millet onurunu yerine getirir mi?
Ordu içinde en seçkin birlik mensuplarının esir edilmesi, istersek daha fazlasını da yapabiliriz manasına gelmiyor mu?
Kerkük valisine karşı tertiplenecek suikast bahane edilerek yapılan bu hareket orada kurulacak bir Kürt devletine kimse karşı çıkamaz ve çıkmasın demek mi oluyor?
Bu hadisede idarecilerimize karşı yöneltilmesi gereken sorular da var:
Yaşananlara en yetkili ve etkili ağızdan sadece “çirkin bir hadise” demek yeterli midir?
Yıllardan beri topraklarımızda üsler kuran, hava, deniz, kara yollarımız kullanan, ihanetlerini bilindiği halde Çekiç Güç adı altında topraklarımıza yerleşen Amerika ordusuna karşı bizim politikamızda bir değişiklik oldu mu?
Kuzey Irak’ta bulunan askerlerimiz hükümetin bilgisi dışında görevler mi icra ediyorlar?
Amerika ve İsrail başta olmak üzere pek çok ülkenin bu topraklarda emelleri, planları var. Peki bizim bütün bunlara karşı hareket tarzımız, planlarımız mevcut mu? Yoksa kapıldım bahtımın rüzgârına misali esen rüzgâra göre mi şekillenecek politikalarımız?
Bir Rapor
17 Haziran 2003 tarihli Tercüman gazetesinde yayınlanan Nazlı Ilıcak’ın “Bir Garip Rapor” başlıklı makalesi dikkatimizi çekti.
Yazıda İngiliz The Economist gazetesine bağlı istihbarat kuruluşu olarak görev yapan The Economist İntelligence Unit’in hazırladığı rapordan bahsediliyor.
Raporda hiç de yabancısı olmadığımız bir senaryo kaleme alınmış.
2004 yılı içinde olması beklenen ekonomik kriz, kurumlar arasında didişme, Ak Parti’nin bölünmesi vs.
Sizin anlayacağınız yeni bir 28 Şubat süreci. Ama asıl dikkat çekici cümle yukarıdan beri anlatmaya çalıştıklarımızla bire bir örtüşüyor.
Raporun teşhis bölümünde “ABD ile ilişkiler gerginliğini koruyacak” deniliyor. Cümleye dikkat edin, ABD ile ilişkiler gerginleşecek demiyor, var olan, süregelen gerginlik devam edecek.
Rapor bizim medyaya Haziran ortalarında yansıdığına göre düzenlenme tarihi daha eski, yani en azından bizim askerlerimizin esir edilmesinden önce. Bir ihtimal –ki bunu da tam bilemeyiz- ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowits’in aleyhimizdeki açıklamalarından sonra hazırlanmış olabilir. Buna rağmen Amerika ile ilişkilerimizin nasıl şekilleneceğinin bir belgesi. Hal böyleyken Kuzey Irak’ta yaşananları münferit bir hadise, oradaki Amerikan albayının kişisel hareketi olarak değerlendirmek mümkün müdür?
Bırakın mafyayı, üçbeş sümüklü sokak çocuğunun kurduğu çeteler bile doğru veya yanlış belli bir plan dahilinde hareket ederken, devletlerin bundan azade olmasını kabul etmek kargaları bile güldürür.
Sükût-u Hayal
Sayın Sezer cumhurbaşkanı seçildiğinde, partilerin birleşip kendisini cumhurbaşkanlığına aday göstereceklerinin belli olmasından sonra yaptığı bir konuşmadaki hukukun üstünlüğü yönündeki tespitlerini ön plana çıkarmış ve 26. Sayımızın kapağını kendisine ayırarak “Hadi Bakalım” demiştik. Zira sayın Sezer’in tüm milletle beraber bizi de heyecanlandıran demeçleri, sağlı sollu hangi parti iktidara gelirse gelsin, hedef göstermeksizin devlet içinde bazı mekanizmaların icraatlarını engelledikleri yönündeki şikâyetlerinin çözümünde ana kaynağı gösterir nitelikteydi.
Sezer’in bu açıksözlülüğü, milletimizde “yıllardır aranan devlet adamı bulundu” kanaatini doğurdu.
Son olarak Ak Parti iktidarının “bürokratik oligarşi” diye vasıflandırarak şikayetçi olduğu bu mekanizmanın başında Cumhurbaşkanlığı makamının bulunduğunu teessürle görmekteyiz.
İktidar tarafından yapılan atamalara onay vermemekten tutun da, en kritik politikalarda aşılmaz bir set olmaya kadar sayın Sezer bu “bürokratik oligarşi”nin en tepesinde yer almakta… Selefinden kasıtla “Cumhurbaşkanlığı kurumunun işlevi, parlementer sistemde temsili görevlerle sınırlandırılmalıdır” eleştirisi yapan Sezer, milletin gözünün içine baka baka “bu ülkede iktidar sahibi hükümet değil, benim temsil ettiğim bürokrat oligarşisidir.” Mealinden icraatlarına devam etmekte ve bu da milletimizi sukût-u hayale uğratmakta…
Yolsuzluk Komisyonu
Milletin kendisini idare etmek için seçtiği 550 milletvekilinin, çatısı altında toplandığı meclisimizde, kurulan, kurulmak zorunda kalan şu komisyonun ismine bakar mısınız: Yolsuzluk Komisyonu…
Komisyona seçilen isim bile aslında pek çok şeyi anlatmaya yetiyor.
Peki komisyona ifade vermeye çağırılanlar kimler: Daha düne kadar bürokrat, bakan hatta başbakan sıfatıyla memleketi idare edenler. Hele bir de komisyona çağrılma sebepleri var ki… Halimizi anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır. Allah bu millete acısın.
Komisyonla ilgili daha fazla yoruma gerek yok, zira aşağıda okuyacağınız röportaj Türkiye’de olup bitenler noktasından sinirlerinizi ziyadesiyle yıpratacak zaten.
Bilecik milletvekili ve Yolsuzluk Komisyonu Başkanlık Divanı üyesi Fahrettin Poyraz ile 5 Temmuz 2003 tarihinde yazıhanemizde yapığımız röportajı sunuyoruz:
Kardelen: Medyaya yansıyan kısmıyla Yolsuzluk Komisyonu hakkında kamuoyunda az çok bir kanaat meydana geldi. İçinden biri olarak Komisyonun mahiyeti, fonksiyonu, yaptırım gücü hakkında bilgi verir misiniz?
-Biliyorsunuz, Sayın Salih Kapusuz ve bizim Ak Partili arkadaşlar tarafından Türkiye’de yolsuzlukların nedenleri, çözüm önerileri, sonuçları, siyasal, sosyal, ekonomik etkilerinin araştırılması yönünde bir önerge verildi, Araştırma Komisyonunun kurulması noktasından. Bu önerge doğrultusunda da Meclis’te yapılan görüşmelerde Ak Parti ve CHP’nin kabulü ile de bu Araştırma Komisyonu kuruldu. Mesleğimizin gereği olarak da arkadaşlar bizi bu Komisyonda görevlendirdiler.
Komisyon 19.02.2003 tarihinde çalışmalarına başladı. Komisyon önünde hem bir avantaj, hem de aynı zamanda bir dezavantaj konumunda olacak bir husus vardı.
Komisyonun kuruluşunu öngören önerge o kadar geniş kapsamlıydı ki yani size Türkiye’deki yolsuzlukların nedenleri nedir, bunun sosyal ve ekonomik boyutları nelerdir, çözüm önerileri hakkında neler yapılması lazım gibi çok geniş bir yelpaze çiziyordu.
Avantajı şuydu; böyle geniş bir yelpaze içinde, istediğiniz şekilde, size gelen bilgi ve belge doğrultusunda araştırma yapma rahatlığına sahiptiniz. Dezavantajı da şu; Türkiye’de artık ulusal güvenliği tehdit eder hale gelmiş olan bu yolsuzluk konusu o kadar geniş kapsamlı, o kadar boyutları büyük ki ve o kadar da profesyonelce yapılıyor ki, siz tüm Meclis içtüzüğündeki uzatma haklarını kullansanız bile 4,5 ayda tüm bu çalışmaları bitirmek zorundasınız.
Kardelen: 4,5 ayla sınırlı mı?
-Tabi ki. Yani içtüzükte normalde Araştırma Komisyonları süresi 3 ay. 3 ayda bitirilemezse bir genel gerekçe ile bunu Meclis Genel Kuruluna sunar. Gerekçe kabul görürse bir ay ek süre verilir. Sonra da bir 15 günlük rapor yazım süresi vardır. Tabi biz bu doğrultuda çalışmalara başladık. 19 Şubat’ta Başkanlık Divanı’nı oluşturduk. Başkanlığına İstanbul Milletvekili Sayın Nazmi Ateş seçildi. Biz de Amasya milletvekili Hamza Albayrak ve İstanbul milletvekili Nimet Çubukçu ile birlikte Başkanlık Divanı üyesi olarak göreve başladık. Biz Komisyonun geniş alanlı olmasını aynı zamanda bir avantaj gibi gördük. Ama bu geniş alanlı olması aynı zamanda yine bir dezavantajdı. Çünkü siz neye, nereden başlayacaktınız? Bir sistematik çalışma metodu geliştirme zorunluluğu vardı. Biz alt komisyonlar oluşturma yoluna gittik. 12 kişilik komisyon 8’i Ak Partili, 4’ü CHP’li. 12 kişilik komisyonla çalışmanız zaten mümkün değil. 5 alt komisyon oluşturduk. Birinci alt komisyonda İstanbul milletvekili Nimet Çubukçu ile yine İstanbul milletvekili CHP’den Ahmet Gürbüz Ketenci yolsuzluğun Türkiye’de nedenlerini sosyal, ekonomik boyutlarını, -ekonomik boyut derken rakamlandırma anlamında değil- hangi alanlarda sektörel olarak var, bunun tarihsel sürecini ve bu yolsuzluğun önlenmesi noktasında, yapılması gereken yasal ve idari düzenlemeler noktasındaki öneriler hazırlamayı, yani kısaca bu işin bir anlamda teorik veya bir başka ifadeyle akademik çalışmasını yapacaklardı. Birinci alt komisyonun başkanı Nimet Hanım. İkinci alt komisyon Bankacılık, Hazine işlemleri, BDDK, Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu, Merkez Bankası, kamu bankaları, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, Sermaye Piyasası Kurulu ve gümrük işlemleri ile ilgili olarak bir alt komisyon daha kuruldu. O alt komisyonun başkanı da bendim. Benim yanımda da CHP Artvin milletvekili Yüksel Çorbacıoğlu ile İstanbul Milletvekili Ak Partiden Halide İnce Kara Hanım vardı. Sağlık harcamaları ile ilgili olarak diğer bir alt komisyon kuruldu. İhale konusu ile ilgili alt komisyon oluşturduk. Beşinci alt komisyon olarak da bu saydığım komisyonların faaliyet alanı dışında kalan şikayet, ihbar, bilgi ve belge gelen konular. Kamu vakıfları, dernekler, üniversiteler gibi veya yerel yönetimlerle ilgili olarak bütün bu konuları da biz bu beşinci alt komisyonda değerlendirdik.
Netice itibariyle bu arkadaşların hem milletvekilliği görevini sürdürüp, hem müfettiş gibi çalışmaları mümkün olmadığı için kamu kurum ve kuruluşlarından yeteri kadar da uzman aldık. Geçici sürelerle yararlandıklarımızı da sayarsak 60’a yakın uzmanla çalıştık. Bunlar arasında hazine kontrolörleri, maliye müfettişleri, hesap uzmanları, Sayıştay denetçileri, Banka müfettişleri, Merkez Bankası müfettişi dahil. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığından, Maliye Bakanlığından müfettiş uzman aldık.
Bu noktada daha önce hazırlanmış olan iş denetim raporlarını, ihbarları gözden geçirdik. Bu arada doğrudan doğruya bilgi alma yöntemini de kullandık. O da şuydu; burada çok ince bir siyaset izledik. Komisyon olarak kamuoyunun sizden beklediği neydi? Geçmiş dönemde seçim oldu, seçimde bir takım partiler siyaset dışına itildi. O partilerin liderleri de pek çok konu ile itham edildiler. Yani geçmiş dönemde zan altında bırakıldılar ve kamuoyunda bu adamları hemen alın sorgulayın, bu adamlar hakkında bir şeyler yapın beklentisi vardı. Bu beklentileri insanların sabrını zorlayacak şekilde ilk önce karşılamadık. Komisyon olarak kendi donanımımızı arttırdık. Yani başkalarının niye bu komisyon bunlarla oyalanıyor, insanları niye çağırmıyor dediği insanlarla başladık. Piyasada, kamuoyunda bilinmeyen insanlarla başladık. Mesela geçmişte enerji konusunu araştıran bir kişiyi çağırdık. 51 kişiyi dinledik komisyonda. Ama sonuçta öyle bir noktaya geldik ki, biraz da bu arkadaşların verdiği bilgiler, gelen bilgi ve belgeler neticesinde anlaşıldı ki biz gerçekten de –işte burada Türk halkının ferasetine inanmak lazım-, onların bizlerden beklediği kişileri çağırmak zorunda kaldık.
Kardelen: Kamuoyu baskısı yani?..
-Hayır, kamuoyu baskısı değil, kamuoyunun bizden beklediği tutup da (A) (B) (C) şahsını çağırmadık. Mavi Akım deyince Cumhur Ersümer akla gelir. Ama biz Cumhur Ersümer’i en son dinledik. Kamuoyunun bizden beklediği, komisyonlar kurulunca Cumhur Ersümer’i ilk önce çağırmamızdı. Biz buna gelmedik. Mavi Akımla, Türkiye’nin enerji politikaları ile ilgili konunun uzmanlarını çağırıp onları dinledik, sonra bize gelen bilgi ve belgeleri gözden geçirdik. Sonuçta ortaya çıkan gerçek şu oldu, işte halkın feraseti dediğim bu; evet biz bu konuda şu kişiyi dinlememiz lazım ve bu kişinin bilgileri doğrultusunda kendimize yön çizmemiz lazım. Kişileri hedef almadık, siz o kişiye her hangi bir sorumluluk yükleseniz bile diyeceklerdir ki, siyasi infaz var.
Biz öyle bir yol haritası çizdik ki, siz Türkiye’de yolsuzluğun eğer izini sürmek istiyorsanız, üç şeye dikkat edeceksiniz: 1- Mal Hareketi, 2- Para hareketi, 3- İnsan hareketini izleyeceksiniz ki, insan hareketini izlerken de, çoğu kez Türkiye’de kadınları izleyeceksiniz. Enteresandır, Türkiye’de büyük yolsuzlukların ortaya çıkmasında kadın etkili olmuştur. Ergün Göknel örneğinde olduğu gibi…
İşi siyasallaşmaktan uzaklaştırmak için otomatikman başta para hareketi olmak üzere para ve mal hareketini takip etmeye çalıştık ve geldiğimiz noktada da doğru yaptığımız ortaya çıktı. Daha düne kadar Türkiye’nin en güçlü insanları, siyasette söz sahibi olan insanları geçmişteki komisyonlarda biliyorsunuz araştırma komisyonlarının yaptırım gücü yok, hayır gelmiyorum diyebilir. Susurluk Komisyonunda bile bir takım insanlar gelmedi. Susurluk çok etkili bir komisyondu. Ama biz bu güne kadar siyasi taraf olma noktasında titiz davrandığımız için hiç kimse bizi tarafgirlikle suçlayamaz. Ve dolayısıyla bir kişi hariç komisyonumuza çağrılan kişilerin hepsi davetimizi kabul etti. O Sadettin Tantan’dır. Gerekçesi şu oldu. Ben gelip komisyonda bilgi veririm ama vereceğim bilgiler sizi meşgul etmekten öteye bir şey değil. Bendeki bilgilerin daha ötesi sizde var dedi.
51 kişiyi biz dinledik. Tutanakları zaman zaman basında yer aldı. Herkesin kafasında bir soru işareti olarak, buradan bir şey çıkacak mı var. Çünkü geçmişte gerçekten çok kötü örneklerimiz var. biz çıkacağını umuyoruz. Zaman zaman da teşkilatlardaki arkadaşlardan ciddi eleştiriler aldık. Yani kardeşim sen milletvekili olarak milletvekilliği yapmıyorsun noktasında. Türkiye’de siyasette milletvekilinden beklenen çok farklı bir şey. 4 aydır bu anlamda bunu kendimiz adına fırsat bildik. Yani ülkemiz adına fırsat bildik. Aşağı yukarı 4 aydır hiçbir mesai kavramına bağlı kalmaksızın bunun altını ısrarla çiziyorum, cumamrtasi-pazar dahil yaklaşık 1 yıllık iş ürettik. Günlük 16-17 saat çalışarak geçirdik. Geldiğimiz nokta şu: İsim vermeden söyleyeyim 10’un üzerinde soruşturma komisyonu kurulmasını talep edeceğiz.
Şimdi, bir siyasinin yani milletvekilinin, bakan veya başbakanın görevde olduğu dönemle ilgili eğer hakkında bir usulsüz işlem yaptığı iddiası varsa, bu işlemlerle ilgili olarak öncelikle meclis kendi içinde bir soruşturma komisyonu kuruyor. 15 üyeden, bunlar da kurayla seçiliyor. Bu üyeler eğer ki iddia edilen bulguları sabit görürlerse bu sefer meclis genel kurulu gündemine taşıyorlar ve meclis genel kurulunda da; bu raporun görüşmesi yapıldıktan sonra gizli oyla bu arkadaşların Anayasa Mahkemesinde Yüce Divan sıfatıyla yargılanıp yargılanmaması noktasında karar alıyor. Yargılanması bundan sonra zaten otomatikman ceza davası şeklinde devam eden süreç. Bu anlamda biz 10’un üzerinde soruşturma komisyonu kurulmasını talep edeceğiz ki bu geçmiş dönemden en az 10 bakan ve başbakan hakkında Yüce Divan’a gönderilmek üzere soruşturma komisyonu kurulması talebi demektir.
Burada bir hassas konuyu daha belirtmek istiyorum. Bizim geçmişten gelen denetim tecrübemiz olduğu için geçmiş dönemlerdeki komisyonların bir dezavantajı da şuydu, yani siyasi bir çıkar veya siyasi bir amaç için kesin bilgi ve belgeye dayanmadan biraz da zan üzerine, yani hedefimiz budur karşımızdaki insanı yıpratmaktır ve dolayısıyla siz bunun hakkında bir soruşturma komisyonu kurarsınız sonuçta kamuoyu da zaten buna çoktan hazırdır, medya da gereğini yapar, halk nezdinde itibarını düşürürsünüz amacıyla bu yollara girilir.
Müfettişlikte bir tabir vardır. Müfettiş bilgiyle değil, belgeyle konuşur. Biz tamamına yakınını belgeleriyle ortaya koyduk. Hassas davrandığımız bir husus da şu, Mecliste soruşturma komisyonu talep ediyorsunuz, komisyon kuruluyor ama hakimin bakış açısı bir denetim elemanının veya bir siyasetçinin bakış açısından farklı oluyor. Hakim, bazı hususları atlamışsınız diyor, delil yetersizliğinden veya usul hatası yönünden beraatla sonuçlanıyor. Bunu da tahmin ettiğimiz için Adalet Bakanlığı’ndan iki tane müfettiş aldık. Bunlardan bir tanesi aynı zamanda akademik çalışmaları olan, yaklaşık 10’a yakın kitabı olan gayet başarılı. Diğeri de Ağır Ceza Hakimliğinden Adalet Müfettişi olmuş. Yani olayın ceza hukuku yönünü de işletiyoruz. Alt komisyonlar olarak çalıştığımız ve ürettiğimiz raporları neticelendirirken bu arkadaşlara diyoruz ki, hata yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz. Böylece raporların gözden geçirilmesini sağlıyoruz ki, bu da, bizim için komisyonunun sonrasında bir avantaj, yani biz daha sonra yapılacak olan şeyi yapmaya çalışıyoruz.
Her şeyi yaptık iddiasında değiliz. Bu kadar dar bir zamanda bu kadar kıt imkanlarla, bu kadar profesyonelce yapılan işleri çözmek veya çözdüğünü söylemek safdillik olur. Acımız, yolsuzlukla mücadelede zaten hükümet kararlı ama bu çorbada bizim de tuzumuz bulunursa veya ateşleyici fitil olabilirsek kârdır. Kamuoyundaki “her şey yapanın yanına kâr kalıyor, bu işten de bir şey çıkmaz” anlayışını yıkmak. Zaten bizim önümüzdeki en büyük engel bu. Bu engeli biz kamuoyu nezdinde aşabilirsek arkasından hükümetin zaten bu noktada bir çalışması var. Bu çalışma kartopu gibi büyüyerek çığa dönüşecek. Bizim hedefimiz bu zaten.
Kardelen: Peki başarılabilecek mi?
-Muhakkak. Çünkü az önce söylediğim gibi kesinlikle şu anda en ince ayrıntısına kadar hesaplamaya çalışıyoruz. Kaldı ki medyadan takip etmişsinizdir. Gelen misafirlerimize karşı biz o kadar hazırlıklıyız ki, örnek olması için söyleyelim, Sayım Mesut Yılmaz geldi aşağı yukarı 6 saat boyunca çeşitli konulardaki görüşlerini aldık. Cumhur Ersümer’le 8,5 saate yakın bir görüşme oldu. Ersümer’e yaklaşık 120 civarında soru hazırladık. Bir soruya cevap verirken, o konuyu aydınlatmak için tekrardan yeni sorular sorulduğunu düşünürseniz 200’e yakın soru hazırlıyorsunuz. Bir hususta soru sorabilmek bile bir bilgi gerektirir. Bilmediğiniz bir şeyin sorusunu da soramazsınız.
Ama bizim için çok sıkıntılı ama dinlerken de eğlenceli olan bir husus vardı. Onu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Mesela Sayın Mesut Yılmaz geldiği zaman kendisine Enerji Bakanlığı’yla ilgili bir husus sorduğumuzda, bu doğalgazla ilgiliydi, “Ben bu kadar ayrıntısını bilmem, bunu ilgili bakana soracaksınız, ben bakana telefon açar sorarın kendisinden işin hangi aşamada olduğuyla ilgili olarak genel bilgi alırım” dedi. İtiraz etmedik. Bakan geldi, sayın Yılmaz’ın cevabını söyleyerek “Siz ne diyorsunuz” diye sorduk. O da “doğru söylemiş, biz de çok farklı bir konumda değiliz. Biz de ayrıntısını bilmeyiz, benim de konuyla ilgili pek bir bilgim yok, bunu Botaş Genel Müdürü’ne sormak lazım” dedi. Dönemin Botaş Genel Müdürüne sorduk. “Ben hergün 150-200 tane evrak imzalıyorum yani bu konuyu bilmiyorum” dedi. Biz de arkadaşlarla –sıkıntılı bir durum tabi aslında bu- şaka yollu herhalde biz buradan sorumlu olarak başbakanla başladık ama çaycı sorumlu çıkacak dedik. Tabi bilmiyorum diye bir şey yok. Yani burada bilmemek mazeret değil. Yani siz eğer bir kurumun başındaysanız kurumdaki tüm eylem ve işlemlerden en azından denetim sorumluluğunuz var.
Bizim için bu 4-4,5 ay sıkıntılı bir dönemdi, ama kamuoyunun tabi beklentileri de çok yükseldi. Basının da bunda rolü var, yani beklentilerin yükseltilmesi anlamında. Biz sadece yolsuzlukların nedenlerini araştırmakla görevli bir komisyon olarak kurulmuşken birden bire öyle bir noktaya itildik ki, soruşturma komisyonu hüviyetine büründük. Yani ilgilileri çağır, hesap sor, bilgi al, sorgula ve rapor yaz, sonra da bilgi ve belgeye dayanarak bir anlamda bunları Yüce Divan’a gönder. Bu noktaya itildik.
Gruptan bir kişi: Bu noktada hepsi önemli ama en önemli bulduğunuz neydi?
-Ona geleyim de şunu söyleyeyim daha önce. Soruşturma komisyonuna bürünmesi rahatsızlığa da neden oldu. Sayın Ecevit’e yazılı soru götürdük, yormak istemedik onu. Cevaben genel şeyleri yazmış. 25 veya 23 soru vardı, cevapta diyor ki, “siz bir araştırma komisyonusunuz soruşturma komisyonu gibi beni sorgulamanız doğru değil.” Yani bundan rahatsızlık duymuş. Önceki dönem başbakan yardımcısı ve bakan arkadaşları, bizim tabi uzman arkadaşlarla profesyonel düzeyde hazırlanarak onların yaptıklarını sorgular vaziyette soruları sormamız, gerçekten onları sıkıntıya soktu. Bu anlamda gerek Güneş Taner, gerekse sayın Yılmaz komisyon sonrasında yaptıkları açıklamalarda dediler ki, siyasetçiler siyasetçileri yargılamamalı. Biraz alınganlık da gösterdiler yani açıkçası.
Kardelen: Yolsuzluklar ne boyutta? Bunun için bir kriter söyleyelim, yolsuzluklar ne boyutta derken bu yolsuzluklar sırasında sizi dehşete düşüren bir örnek; mesela şöyle şöyle şu noktaya kadar gelmiş gibi… Bu yolsuzluklar cemiyet içerisinde olabilir, her cemiyette olur diyebileceğimiz yolsuzluklar mıdır? Türkiye dengi bir başka devletle karşılaştırdığımız zaman durumu nedir. Dehşetli ve kötü vaziyette miyiz, yoksa böyle yolsuzluklar sıradan olabilir durumda mıdır?
-Gene komisyonda bir toplantı s ırasında ilgili bakanımız konuşuyordu, bizim komisyon üyesi arkadaşlardan bir tanesi de, -bizim milletvekili arkadaşlarımız da böyle zaman zaman önerge hazırlıyorlar, bunları genel kurulda meclis genel kuruluna verirler. Ya kendi ismini öne çıkarmak veya ciddi bir konudur, onu kanuna eklemek için yaparlar, böyle el yazısıyla önerge hazırlarlar. Komisyon üyesi arkadaşlardan biri espriyle karışık hemen bir şey yazmış. Geldi önümüze baktım birkaç tane imza var, ben de imzaladım. Önergede şu yazıyor: “Bu ülkenin çivisi çıkmış, katılıyor musunuz?” şimdi bu anlamda gerçekten sıkıntılı bir durum bizim için. Dehşete düşürme veya dehşete düşme tabirlerini kullanmak istemiyorum ama bu komisyon süresinde biz şaşırmamayı öğrendik. Yani bu ülkede artık hiçbir şey bizi şaşırtmaz. Yani ben şahsen böyle bir şey yapılmış deseniz kesinlikle şaşırmam…
Kardelen: Müşahhas örnek…
-Müşahhas örnek vermeyeyim. Ama kişiye dayalı olmadan şunu söyleyebilirim. Türkiye’de –Ben bunu bakanın ağzından söyleyeyim- İngilizce tabiriyle (State capture) dediğimiz yani devleti ele geçirme anlamında insanlar o kadar profesyonelce çalışıyorlar ki, sisteme şöyle yukardan bakıyorlar, yani bu sistem nasıl işliyor. 1- Bunun fotoğrafı çekiliyor, 2- Bu sistemden biz nasıl rant sağlarız. Bunun araçları da araştırılıyor. Nokta hedefler belirleniyor, ondan sonra buraları sistematik bir şekilde ele geçirme planları başlıyor. Napıyorsunuz, öncelikle kamu kurum ve kuruluşlarından sizinle çalışacak olan ekibe bakıyorsunuz. Sonra bu ekibi sevk ve idare edecek siyasetçiyi buraya taşıyorsunuz veya bu süreç bazen tersine de işleyebilir, yani siyasetçiyi taşırsınız siyasetçi ekibi taşır. Sonra bu süreç zarfında bir takım yasal düzenlemeler de yaparsınız, çünkü gelecekte birileri size hesap sorma konumuna geldiği zaman siz diyeceksizin ki, hayır efendim şu kanun var, şu yönetmelik var. Yasal düzenlemeyi de yaptıktan sonra işi bazen o kadar ileriye götürürsünüz ki, Mavi Akım’da bunun örneği vardır, Mavi Akım TBMM tarafından onaylanmış bir iştir. Yani siz bunu Mesut Yılmaz’a sorun, Mesut Yılmaz şunu söyledi komisyonda sıkıştığı zaman. Yani “siz bu konuda beni sorguluyorsunuz ama burada bir kısım arkadaşlar da var ben hatırlıyorum” dedi. “biz meclis genel kuruluna getirdik, meclis genel kurulunda bu konu görüşüldü ve meclisin onayıyla Mavi Akım anlaşması imzalandı” dedi. Yani işi öyle bir noktaya getiriyorsunuz ki, kılıfı hazırlıyorsunuz ve sonuçta siz atış yapacaksınız hedef tutturacaksınız, hedefte kim var? Sorumluluk noktasında sıkıntı başlıyor. Az önce bahsettiğim örnekte de bu insanlarda böyle bir sabun köpüğü gibi işte bakana sor, genel müdüre sor, daire başkanına sor, şube müdürlüğüne, odacıya sor, çaycıya sor gibi aşağıya doğru iniyor bu iş.
Ama örnek olarak özellikle Türkiye’nin doğalgaz, enerji yatırımları şu anda gerçekten dehşet verici. Bunu söylemek lazım, yani geçmiş dönemde enteresan anlaşmalar yapılmış. Türkiye’nin ihtiyacının iki misli gaz anlaşmaları yapılmış. Bu gaz anlaşmalarıyla öyle maddeler konmuş ki al ya da öde denmiş, yani alacaksın ödeyeceksin. Almadığın zaman da ödeyeceksin ve dolayısıyla ister al, ister alma ödeyeceksin. Üstelik de fiyatlar düşük de değil. İşte Türkmengazı, Türkmenistan gazı 35 dolara bize teklif ediyor. Botaş’ın bir takım çalışması var, Türkmenistan’dan doğal gaz boru hattı çekme noktasında, sonra bir bakıyorsunuz, Türkmen doğalgazını Rusya satın alıyor aynı şekilde satın aldığı doğal gazı Mavi Akımla Türkiye’ye satıyor. Yani kendisine 30-35 dolara mal ettiği, üstelik de bu mal edişte ufak bir nüans var. Gazı alıyor karşılığında mal veriyor, para da vermiyor. Yani mal karşılığı alıyor ve Rusya bunu yaklaşık 3,5 misli fiyatla bize satıyor. Ve bizim buna mal filan sattığımız yok. Nakit para ödüyoruz. Sorumlusu bulunamıyor sorduğunuz zaman. Ama inşallah bizim bu noktada çok detaylı bir çalışmamız var. Önümüzdeki hafta bunu tüm kamuoyuyla paylaşacağız. Aynı zamanda Enerji Bakanlığı’nın da bir çalışması var. Bu Ruslarla, Gazprom şirketiyle geçtiğimiz hafta Ankara’da epey uzun bir görüşme oldu tabi bir karara varılamadı. Sonuçta tahkime gidecek.
Sıkıntılı bir durum açıkçası. Normal bir Türk vatandaşının bunu anlamakta zorluk çektiğinin farkındayız. Yani siz güveniyorsunuz, itimat ediyorsunuz, seçiyorsunuz, gönderiyorsunuz ama oradaki insanlar bir şekilde, yani sizin menfaatinizi düşünmek yerine karşı tarafın menfaatini ön plana çıkaracak anlaşmalar yapıyorlar. Anlamakta zorluk çektik halkımız gibi. Meclis de özellikle soruşturma komisyonu kurarak Enerji Bakanına gerekli desteği sağlayacak.
Gruptan bir kişi: Sayın vekilim sonuçta Meclis sorumlu değil mi yanlış yaptığı şeylerden. Sonuçta Meclis karar veriyor ya…
-Eğer ortada bir yanlış varsa, Meclisin yanlışlığı Anayasa Mahkemesi’nden döner. Anayasa Mahkemesi’nden dönmedikten sonra yanlış değildir.
Bu arada izin verirseniz siz ekonomik boyutunu sordunuz. Ekonomik boyut tabi çok sıkıntılı, yani yolsuzluk kavramının içine neyi sokup sokmayacağınız çok önemli. Yani mesela geçmiş 2001 döneminde yaşadığımız gerek Kasım 2000, gerek Şubat 2001 krizleri birer yolsuzluk örneği değildir. İçinde belki zaman zaman yolsuzluk uygulamaları yapılmış olabilir ama çok kötü bir yönetim örneğidir ve bu krizin aşağı yukarı bu ülkeye 100 Milyar dolara yaklaşmış bir faturası var. Yani fona devredilen bankalar olsun, ekonominin daralması sonucu fabrikaların kapanması, işçi çıkarımı, esnafın kepenk indirmesi yani böyle sarmal tersine bir şekilde ekonomiye katlamalı bir zarar verdi. Bunu doğrudan doğruya bir yolsuzluk olarak nitelendirmeyebilirsiniz ama bu kötü bir yönetim örneğidir. Aynı şekilde bu doğalgaz projeleri yolsuzluk burada değil midir? Şimdi hukuki yönden baktığınız zaman meclisten kanun çıkarılarak bu iş yapılmıştır. Yasal gözüküyor. Ama ülkenin menfaatlerine değil ülke çıkarına değil ve önümüzdeki 20 yıllık periyotta bunun yaklaşık –Enerji Bakanlığının bize söylediği bir sohbet sırasında tüm yanlış yatırımların Türkiye’de 20 yıllık periyottaki maliyeti- 150 Milyar dolar. Yani şimdi buna nereden baktığınıza bağlı. Aynı şekilde fona devredilen bankaları alanlar işte en son İmar Bankası olayında kendi şirketlerine %80’in üzerinde bir kredi kullandırma var. şimdi buna siz şunu söyleyebilir misiniz, evet Uzan Grubunun Türkiye’de şirketleri var, kendi şirketlerine istihdam sağlıyorlar, üretim yapıyorlar, vs. Kredi vermesinden daha tabii ne olabilir diyebilirsiniz. Bu bir yaklaşımdır. Ama diğer taraftan halktan topladığın parayı kendi şirketine aktarıyorsun, kendi şirketinden ödemiyorsun ve sonuçta ne oluyor, bu banka TMSF’ye devrediliyor ve fatura yine vatandaşa kesiliyor. Bu anlamda bir yolsuzluk.
Gruptan bir kişi: BDDK lavedilebilir mi? Cumhurbaşkanı mı karşı çıkıyor bu işe?
BDDK’nın lavedilmesine gerek yok. İyi oluşturulması yeterli.
Kardelen: Aslına bunu söylemeye lüzum kaldı mı, kalmadı mı bilmiyorum ama, başlangıçta şöyle diyecektim bu yolsuzluklar her insanda bulunan nefsi bir takım hareketler midir, yani insan çalar çırpar mıdır, yoksa dışarıdan bir takım çevrelerden insanlardaki bu nefsi duygunun planlı olarak kullanılmasıyla memleketin soyulması ve ekonominin kötüye gitmesi için dışarıdan bir plânlama mıdır?
-İkisi de demek lazım buna, Türkiye bulunduğu konum olarak çok stratejik bir öneme sahip. Uluslar arası aktörlerin hiçbiri Türkiye’yi hesaba katmadan bu coğrafyada gerek Kafkasya’da, gerek Balkanlar’da gerek Ortadoğu’da bir harekette bulunması düşünülemez. Türkiye ihmal edilmemesi gereken bir ülke. Şimdi şöyle düşünün, Türkiye bu kadar öneme sahip bir ülke iken güçlü ekonomisi olsa ki, kaynakları, potansiyeli çok müsait, yani pek çok ülkede en zor elde edilen üretim aracı nedir, insan unsurudur. Yani siz bugün tarım sektöründe yatırım yaptığınız zaman en fazla bir yıl sonra bunun geri dönüşümünü sağlarsınız. Bu hayvancılık sektöründe iki-üç yıldır. Sanayi sektöründe dört-beş yıldır. Ama insan, yani işgücü noktasında siz üretken bir işgücü için en az 15-16 yıl bekleyeceksiniz, nitelikli işgücü için ise 22-23 sene bekleyeceksiniz. Şimdi Türkiye’de bu var. en zor bulunanı en bol şu anda. Biz bu potansiyele sahibiz.
Türkiye bu coğrafyada çok güçlü bir ülke, ben diyeceğim ki bazı ülkelere, kardeşim ben burada bu Misak-ı Millî diye tarihte kaydedilen sınırlar içerisinde kendi güvenliğimi sağlarım. Yetmez, bir de kendime yakın ülkelerle de bir tampon bölge oluştururum. Yani onlarla kimisini ekonomik bir bağ, kimisini askeri ilişkilerle filan kendime bağlarım. Ve bu bölgelerde benden habersiz kimse at oynatamaz. Yani bu bir egemenliğin veya gücün dışa yansımasıdır, doğal olarak böyledir. Mahallede bir tane kabadayı varsa, geçmişte bir olaya karışmıştır, o gücün yansımasını orada, mahallede görmüştür. Evet bu adam hakikaten hak ediyor der herkes ve tedbirini alır, ayağını ona göre uzatır. Şimdi böyle bir şeyi kimse istemez.
Türkiye üzerinde belli oyunların hesapların olduğu belli. Mavi Akım’ın arkasında buna benzer şeyler aramak lazım. Yani Mavi Akım –bir anlamda ben olayı biraz da öyle yorumluyorum-, Türkiye’yi Amerika ve Avrupa Birliği ekseninde, Avrupa Birliği’ne ekonomik olarak daha yakın bağlarla bağlamanın bir mücadelesiydi, sonucuydu. Onun arkasında isim olarak söylemek gerekirse Almanya var. Almanya Avrupa ekonomisinin en güçlü ülkelerinden biri. Almanya, Rusya ve Türkiye bağlantısı sağlanmaya çalışıldı, zaten Mavi Akım’ın öncülüğünü Türkiye’de yapan siyasetçiler de biliyorsunuz Alman ekolünü izleyen siyasetçiler.
Kardelen: Yani şimdi bu duruma göre Türk devleti kendisi bir takım plânlamalar yapan değil “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” misali başkalarının hazırladığı planların içerisinde oyuncak olup gidiyor…
-Yok o kadar da basite indirgememek azım, yani o zaman tamamen pasif, edilgen konumdayız ve bir şey yapamıyoruz ümitsizliğine kapılmaya gerek yok. Burada başka aktörler de var.
Türkiye’deki siyaset yapma tarzımız da bizatihi yolsuzluk üretiyor. Yani bizim geçmişten beri süregelen bir devleti kurtarma şeyimiz vardır. İşte devlet kötüye gidiyor, herkes bir fikir ortaya sürüyor, sadece cumhuriyet döneminde değil, kökleri 200 yıllık bir geçmişe dayanıyor ve Tanzimat döneminde, Meşrutiyet döneminde, Cumhuriyetin ilk yıllarından bu güne kadar bu fikir akımlarının yani Türkiye’yi daha iyi yönetme noktasında üretilen fikir akımlarının bir mücadele alanı olmuştur ve bunda da hep iyidir. Yani bir kısım insanlar çıkmışlardır ve demişlerdir ki, efendim işte Türkiye’yi biz geçmişteki mesela meşrutiyet gibi kavramlardan bahsedersek işte “Osmanlıcı bir fikirle düzlüğe çıkartabiliriz” bir kısmı demiştir ki, “batıcı bir fikirle” bir kısmı “Türkçü bir fikirle”, bir kısmı da “İslamcı bir fikirle biz bu işi yaparız” demiş. Türkiye’de, devlet bu anlamda bu fikirlerin birer aracı konumuna düşmüş yani her fikir sahibi kendi fikrini uygulama noktasında devleti bir araç olarak görmüş ve bu fikirler arasında da keskin yol ayrımları olmuş, yani bugün işte Türk siyasetinde yansıması vardır, insanlarımız bakarsınız burada dışarıda siyasi görüşü belirgin olmayabilir, çok rahat anlaşırsınız, kültürel olarak, sosyal olarak ama siyasi parti mücadelesine girdiği zaman kimi, bu işte hızlı ülkücüdür, bu hızlı solcudur gibi kavramlarla sanki birbirinden çok farklı bir milletin unsurları haline dönüşürler. Bunun yolsuzluk bağlantısı şu; kamplaşma oluşturduğunuz zaman ve devleti de bu anlamda bir araç olarak gördüğümüz zaman, bu fikir sahipleri devlette yönetim sahibi oldukları, söz sahibi oldukları zaman otomatikman arkasından siyasal kayırmacılık başlıyor, işte ihale yapacağım, ihale yaparken elbette ki kendi yandaşlarıma ihaleyi vereceğim; gidip de ben şimdi ülkücü olarak solcuya ihale veremem veya solcu olarak ülkücüye ihale veremem. Şimdi otomatikman yasal düzenlemelerin dışına çıkıp kayırmacılığın ön plana çıkması sonucunu doğuruyor ve belki bunlar iyi niyetle yapılmış şeyler de olabilir. Ama sonuçları itibariyle bir takım yanlış kavramların meşrulaşması anlamında kötü sonuç doğuruyor. Yani o zaman ben kendi yandaşıma bu ihaleyi verilme noktasında, ihalede işte kanundaki bu rekabeti açıklığı sağlama noktasında kanuniliği sağlama noktasında ilkelerin hepsini bir tarafa koyuyorum, çöpe atıyorum. Öbür tarafta kendi yandaşlarıma bunu vermeyi mübah görüyorum.
Kardelen: Çalışmalar devam ederken galiba komisyon başkanının kapısı zorlanmış, bu hususta şahsınıza veya komisyonun diğer üyelerine karşı baskı, tehdit oldu mu?
-Basına da yansıdı, daire başkan yardımcısı Şerafettin Bural geldi –vurgun operasyonunun başındaki emniyetteki görevli arkadaşımız- Konuşurken lafın arasında, bu komisyonu 5 tane uluslar arası istihbarat örgütü izliyor dedi.
Burada şunu söylemek lazım aslında biz bilinmeyenleri araştırmıyoruz. Onların kaygısı da, bunlar bizim bildiklerimizin ne kadarına ulaşacaklar, ne kadarına ulaşamayacaklar. Hayati tehlikemiz var mı? Buna bir tepki gösterdi, yok, zaten bize güvenlik birimleri gerekli güvenliği sağlıyorlar dedi. Emniyette biliyorsunuz bir yakın takip, bir uzak takip nazariyesi var. o zaman bizim sayın başkan, Gülben Ergen’in bir şarkısı var “herkes kendi kaderini yaşar” dedi. Bir milletvekili Nimet Çubukçu Hanım da sayın başkan öyle diyorsunuz ama o şarkıcının başka bir şarkısı dava var “Arka sokaklarda neler oluyor” diyor dedi. Başkan Sayın Çubukçu dedi biliyorsunuz bizde bir söz vardır “Kadere iman eden kaderden emin olur”. Netice itibarıyla biz açıkçası bu noktada gerçekten öyle bir kaygı duymadık. Yani belki birileri haberimiz olmadan bir şeyler yapmaya çalışmış haberimiz olmadan o çalışmaları boşa da çıkarmış olabilir. Ama bizim kaygımız olmadı. O kapı zorlama hikayesinde de bilemiyorum, şimdi çeşitli iddialar var. belki zorlanmış da olabilir bir netlik ortaya çıkmadı.
Kardelen: Neticede pek bir şey çıkmayacak gibi mi görünüyor? Yani bu komisyonun sonunda müşahhas politik bir fayda ortaya çıkacak mı? Yoksa bir takım yuvarlak sözlerden ibaret bir sonuç mu ortaya çıkacak?
Susurluk Komisyonundan sonra ismi sıkça zikredilen Sedat Bucak beraat etti. Mehmet Ağar bir siyasi partinin genel başkanı. Tabi bizim isteğimiz arzumuz değil ama bu komisyonun çalışmaları da böyle bir akıbete uğrar mı?
-Biz geçmişten ders almayı bilemeyen milletiz. Burada ders aldığımızı düşünüyorum. Biz bilgiyle değil, belgeyle konuşuyoruz. Mesela Hüsamettin Özkan’ın veya Cumhur Ersümer’in belli noktalardaki belli sorulara verdiği cevapların tümü yansımış olsaydı, bazısı yansımadı, biz bilgiyle değil belgeyle soruyoruz. İlgili bakana diyoruz ki, siz falanca tarih, falanca sayılı şu olurla şunu şunu yapmışsınız. Biliyor ama diyeceği şey hatırlayamıyorum. Her şeyin bir ilki vardır. Biz ilkten de ötesini yapacağız. Çok iddialı konuşuyoruz.
Kardelen: Müşahhas başarı derken soyguncu falan kişidir şeklinde bir sonuç değil, soygunun bir sistematiği var bir sistemi var, bunu sağlayan bir atmosfer var, bir iklim var memlekette. Asıl bunun üzerine gidilebilecek mi?
-Üstad, sistemi bana sorarsan ben çözdüm. Arkadaşlar da çözdüler büyük bir çoğunluğu yani az buçuk ekonomik olarak. Yani şu anda geçen hafta arkadaşlarla bir esprisi oldu. Bizim teşkilatta. Oturup rahat bir şekilde Türkiye’de nasıl yolsuzluk yapılır, nasıl zengin olunur noktasında bir kitap yazabilirim dedim. O zaman da arkadaşlar “Bunu yazarsan, kitap en çok satanlar listesinde yer alır” dediler. Önümüzde bir takım yasal engeller de var. Yolsuzluğu suistimalleri önlesin diye oluşturduğumuz birimler yetersiz kalıyorlar. Bu komisyon öncesinde hiç Bankacılık Düzenleme Kurulu batık bankalardan para tahsil edemediği noktasında bir şikayette bulunmamıştı. Biz BDDK’ya bunun hesabını sorduğumuz zaman adamlar kendi kendilerine bunun sorgulamasını yapmaya başladılar. Şimdi sizin BDDK diye ortaya koyduğunuz güya mali sistemi, bankacılık sistemini denetlemekle yükümlü olan bir kurum bu güne kadar 22’ye yakın bankaya el koydu ama, inanır mısınız en doğru kanuna göre el koyduğu banka İmar Bankası. Yani kanunun maddeleri var ve İmar Bankası’nın hemen tasfiyesini istedi. Şu anlama gelir, siz bankanın sahiplerinin tüm malvarlığına haciz koyma yetkisine sahip oluyorsunuz. Bundan öncekilerde bunu yapmak, işte ne bileyim İnterbank gitti. 1 Milyar doların üzerinde para gitti. Ama banka sahibi ilgili kişinin bütün fabrikaları duruyor. Hiç birine icra yürütemediniz. Niye, şirketler kanununun getirdiği bir takım şeyler vardı. Burada sorun, şirketler kanunundan kaynaklanmıyordu. Bu kanunun uygulayıcılarından kaynaklanıyor. BDDK’dan kaynaklanmıyor. Biz bütün bunları hepsini en ayrıntısına kadar o raporda ortaya koymaya çalışıyoruz. Yani o raporda sistemin aksayan yönleri zafiyetleri, alınması gereken tedbirler tek tek yazdık oraya.
Kardelen: 28 Şubat sürecinden sonra bazı kurumlar tartışılmayacak kurumlar haline geldi, MGK gibi… Oysa şimdi 7. uyum paketiyle MGK’nın bünyesi bile değiştirilmek üzere. Ak Parti bunu kendi iç dinamikleriyle mi gerçekleştiriyor AB’ye üye olma çalışmalarımız mı sağlıyor?
-AB ile bağlantı kurmak veya Türkiye’nin iç dinamikleri olarak tek başına bu sebebe bağlanmak yanlış, yani karşılıklı bir etkileşim.
Türkiye’de sorgulanamaz kurum diye bir şey yok. Anayasa Mahkemesinin varlığını bile sorgulayabilirsiniz. Nitekim bazı ülkelerde Anayasa Mahkemesi falan da yoktur. Meclis bu denetimi yapar. Hiç kimse milletin üzerinde değildir. Herkes milletin menfaati için vardır. Siyasetçi de aynı şekilde… Sadece Ak Partinin projesi değil, Tanzimat döneminden beri başlayan bir batılılaşma çalışmasının bir sonucudur.
Askerlerin de zaten karşı duruşları yok. Avrupa Birliği Ak Parti’nin değil 200 ıllık bir devlet politikasıdır.
Kardelen: Dünyayı kendine göre şekillendirmeye çalışan ülkeler var. Amerika, özellikle İsrail. Bunların Afganistan’dan başlayarak Irak’la Suriye ve İran’da devam eden bazı oyunları var. Türkiye’nin ne gibi önlemleri var, bu planların neresinde, içinde, dışında…
-Şimdi tabi zor bir soru. Biz bağımsız bir devletiz. Anayasamızda var. Egemenliğini milletten alan… Anlaşmalarla belirli yükümlülüklerimiz olabilir ama kendi kendine yeterli, kendi kendine karar alabilen bağımsız bir devletiz. Tezkere oylamasında bunu gösterdik. Avrupa’nın veya Amerika’nın veya bir başka ülkenin çıkarları doğrultusunda hareket eden bir ülke olsaydık ittifakla tezkerenin geçmesi gerekiyordu. Ama böyle olmadı. Bu bir anlamda sizin sorunuza güzel bir yanıt. Sonuçta karar verecek olan yine biziz. Başkası değil. Uluslar arası ilişkilerde biliyorsunuz ebedi dostluklar diye bir şey yok. Ülke çıkarları var. Siz ekonomik, askeri gücünüze göre belli ittifaklara girebilirsiniz. Ülke çıkarının gereği. Bu ittifaklara girmek de kendi çıkarımızı düşünmüyoruz devamlı o ülkelerin çıkarlarına hizmet ediyoruz anlamına gelmez yani bunlar belli dönem, kısa dönem, orta dönem ve uzun dönemli en azından bu ülke yöneticilerinin bu ülkenin çıkarını bu şekilde gördüklerinden ürettikleri politikalardır. Bunlar tabi eleştirilebilir, tartışılabilir. Ama “filancayla işbirliğimiz o ülkenin çıkarına hizmet ediyor” anlamı çıkarmamak lazım. Bazı şeyleri de bu anlamda tarihe bırakmalı. Bu günden yanlış görünenler birkaç yıl sonra veya birkaç on yıl sonra doğruluğu anlaşılabilir veya doğru görünenlerin de yanlışlığı anlaşılabilir. Peşin hükümlü olmamalı.
Kardelen: Aslında sohbeti magazinvari bir soruyla bitirmek isterdik ama, biz bu hususta biraz zayıfız, siz meclis takımının kalecisisiniz… Bu konuda soru icat edemedik. Niçin kalecilik mi desek?
-Ben lisedeyken kalecilik yapıyordum. Aslında kaleci filan değilim.
Geçen Cihangazi Beldesi’ne gittik. Orada bir amca “seni biz meclise top oynamaya seçmedik” dedi. Ondan sonra ben de “Amca, biz top oynuyoruz ama biz sabahın 6.5-7’sinde, diğer milletvekilleri uyurken, kendimize zaman ayırıp gidiyoruz ve en geç 9’da dönüyoruz” dedim. “Burada senin işini engelleyen bir husus yok” sosyal faaliyet açısından güzel bir şey, diğer milletvekili arkadaşlarla kaynaşma açısından, orada muhalefet partisinden de var, çekişmeli bir oturum da geçmiyor. Bir diğer tarafı Bilecik için tanıtım… Bir olay anlatayım. Bizim bacanak rahatsızlanmış gecenin bir yarısı Ankara’da Numune hastanesine götürüyorlar. Ben de telefon açtım, saat üç. Gittim acil servise durumunu soracağım. Doktor şöyle kafasını kaldırdı baktı “sizi bir yerden tanıyorum, siz bugün kaledeydiniz” dedi. Hem tanınmışlık noktasında hem de Bilecik’in adının duyulma noktasında, çünkü orada Bilecik milletvekili diye diye, kaldı ki bir kaleci olarak yedeğimiz bile yok, onu da söyleyeyim. Önümüzdeki dönemde Macaristan’la maç yapmayı düşünüyoruz. Polonya var, Romanya var. Romanya’yla inşallah sayın Başbakan da oynayacak.
|