Türkçenin serencamı Ali Erdal Sayı:
94 - Ekim / Aralık 2017
DİLDE DEVRİM OLMAZ!
Gerçeği, –acı veya tatlı– lâboratuvar kesinliği ile tespit… Zafere giden yolda ilk adım!.. Tarihi kahramanlıklarla ve kahramanlarla dolu bir millete, nefsi pohpohlayan lâfların büyüsüyle mayışmak ve tehlike karşısında devekuşu olmak değil, gerçeği cesaretle gören ve çare arayan fikirlere itibar eden aslan olmak yakışır. Hele dil hususunda… Zorbalar bile ona kuvvetle diş geçirilemeyeceğini bilir. Nitekim… Ne iktidar hırsıyle erkek çocukları katleden cani, ne peygamberi ateşe atacak kadar gözükara ahmak dili değiştirmeye kalktı. Ne bütün yolların kendisine çıktığı Roma’da, ne gurur nümunesi Pers’te böyle bir şey görüldü. Başta Fransız İhtilâli olmak üzere, hiçbir mevcut düzeni ve sistemi yıkma hareketi, dilde devrim yapmaya kalkışmadı. Dünyaya kızıl bayrağı devrimlerle dikmek isteyen Komünizm de, nefsin bencilliğini sistemleştiren Kapitalizm de dille uğraşmadı. Kısa bir süre Faşizm buna kalkıştı, ancak abesi gördü ve imkânsızlığı anlayıp vaz geçti. Başka milletleri ve dillerini tahribi iş edinen “kasap” lâkaplı Stalin; Rusça söz konusu olunca, “Dilde devrim olmaz! Çarlığa hizmet eden dil, şimdi bizim âletimiz” dedi. Dille oynanmaz; cümle yapısına, ses zevkine ve kanunlarına tâbî olunur… Tabiî bir anlaşma ve ifade sistemi olduğu için sunilik kabul etmez. Milletin fikir seviyesinin hem sebebi, hem sonucu... Hususiyetlerine uygun eserlerle dil de gelişir, geliştirilir; millet de...
İKİ BÜYÜK HATA
Müslüman olduğumuzdan bu yana, dil konusunda iki büyük hata yaptık… Dağılan saçmalar gibi bugünlere uzanan iki büyük hata… Biri kelimelerde ve dilbiliminde (gramer), diğeri alfabede… Dilimizi tanımada, vasıflarını idrakte ve ehemmiyetini anlamakta akim kaldık… Dilimizle, onun şekille ifadesi demek olan alfabenin uyumlu olması gerektiğini dikkate almadık. Bu hataların, iki devresi var: Müslüman oluşumuzdan Tanzimat’a kadar… Tanzimat’tan bu yana… Zaman zaman çeşitli kişiler, değişik maksatlarla hataları dile getirmişse de, teşhis ve çözüm yönünde hiçbir devirde devlet ve aydın aklı ve potansiyeli bütünüyle kendisini mesul addetmedi. Doğruyu söyleyenler kaale alınmadı. Dili geliştirdiğini zanneden devletlilerden bazıları yaraya tuz bastı; bazıları gülünç şeyler yaptı. Verilen zararları; Türkçe’nin kapasitesi, ses zevki, sağlam cümle yapısı ve kaideleri, düşünen kelâm ve kalem kahramanları ile halkın basireti en aza indirdi de, dilimiz bugünlere gelebildi.
NE YAPMAMIZ LÂZIMDI; NE YAPTIK?
Tarihte verdiğimiz en isabetli karar: Müslüman olmak…
İslâm’la şereflenmişiz ve yepyeni bir dünyaya adım atmışız… Hareket, hamle ve hâkimiyet kabiliyetimizi değerlendirecek iman manzumesini bulmuşuz… İki cihan saadeti… Her şeye mihenk, her şeye miyar… Adımız, onunla hemhal olmuş: Türk denince İslâm’dan başka din düşünülememiş… Türk demek, müslüman demek olmuş. O imanın gittikçe gelişen ve yayılan muhteşem medeniyetine dâhil olmuşuz… Bütün varlığımızı adayacağımız… Önümüzde engin bir ufuk… Dil, milletin ta kendisi; mizacı, aynası… Belli ki!.. Dilimizin fiil zenginliğinden, keskin ve kesin kaidelerinden, kararlı emir tavrından, net ses sisteminden belli ki… Bu yeni dünyada, söz sahibi olacağız… Zengin bir kültür ve medeniyet ummanı ile yüz yüzeyiz... Onu ifade etmek, yaymak ve her şeyde onu ölçü almak, hayat gayemiz… Bu kadarla yetinemeyiz; ona fikirle de iştirak etmeli, eserler vermeliyiz. Kılıçla beraber kalem… Eser neyle verilir; dille… Ne var ki, bu medeniyet dairesi içinde her sahayı ifadede başarılı iki muhteşem dil var. Buna karşılık, bizim elimizde, fikir dokumaktan çok; hareket ve hamle ifadeli bir dil... Ne yapmamız lâzımdı; ne yaptık?
Heceleri tek veya az sesli… Kelimeleri de öyle… Uzun hece yok… Cinslik yok… Harf-i tarif yok… Edat az… Mücerret mefhum yok denecek kadar az… Madde ve onun hareketi ön plânda… Kolay çıkartılan sesler ve sert ünsüzler ağırlıkta… Vurgular zayıf… Ünlüye, yani kolay çıkan seslere dayalı… Kelimeleri, hep kalın ünlü veya hep ince ünlü ile söyleniyor… Böyle bir dilin… Çok heceli, heceleri ve kelimeleri dolgun ve içinde uzunlu kısalı heceler bulunan, ünsüzlere dayalı, kalın ve ince ünlüler aynı kelimede olabilen, bazı seslerin telâffuzu için eğitim gerektiren, vurguları âhenk sağlayacak kadar belirli, cinslik ve harf-i tarif var, kelime haznesi geniş, mücerret mefhumca zengin, kökleri başa, ortaya ve sona ek alabilen bir dil karşısında ne kadar rekabet şansı olabilirdi? Hele bir de böyle muhteşem dil, iki taneyse?..
Fizik kuralı… Akış, çok yoğundan az yoğuna... İşin kolayını seçtik… Dilimizi yoğunlaştırmaya gayret yerine, akışa kapıldık… Ucuzculuk yaptık… Dilimizin, üzerinde durmaya değmeyecek kadar basit olduğu vehmine yenildik. Doğru bile olsa; bu bizim dilimiz! Bizim dünyamız, bizim dünyaya bakışımız, bizim tefekkür mizacımız, tefekkür imkânımız ve tefekkür malzememiz… Onu geliştirmeliydik… Onu; yani kendimizi… Bu, dil ırkçılığı değil; milliyetçiliği bile değil… Yaratılışa uygun olan... Tabiî bir vasıta olan dile uygun… Böyle düşünmek, histen çok fikir… Ve bu her dil için geçerli… Her topluluk tefekkürünü, kendi dünyaya bakışıyla, kendi ses sistemiyle, kendi düşünme ve düşünce tarzıyla; kendi zihin gücüyle; yani diliyle yapar… Ne yazık ki biz; dilimizin üzerinde durmaya ve düşünmeye, kaidelerini incelemeye ve gelişiminin nasıl olacağını araştırmaya değmez vehmine yenildik… Bizim dilimizle bir şey olmaz demek, bizden bir şey olmaz demekti… Arapça dilbilgisi okutmak yeterdi. Yanında Farsça da öğrenilmeliydi. Zira biri din ve ilim, biri edebiyat ve sanat dili… İyi öğrenilmeliler... Her aydına lâzım... Kaidelerine, ses yapılarına uygun olarak konuşan ve yazanlar allâme olur. “Çobanların dili” mi? “sert, göbüt (dar kapsamlı), yavan, soğuk, tuzsuz, lezzetsiz, özsüz, nenkli (ayıplı), tenk (dar), hacil düşürücü (utandırıcı, küçük düşürücü)”… Günlük hayatta “anadil” olarak konuşulması neyine yetmiyor… Dil bilimi yönünden Tanzimat’a kadar Arapça, Tanzimat’tan sonra Fransızca, yakın zamanlarda da İngilizce miyar… Haydi bugünün ifadesi ile de söyleyelim ki daha iyi anlaşılsın, baz alındı… Ancak bir dilin uydusu olursa bahse değer… Yemeklerin yanında olmasa da olur kabilinden salata… Hem “Nizam-ı Âlem” dâvasına hayatını vakfet, bunun için “Devlet-i ebed müddeti” gerçekleştir, hem dilini geliştirmeyi ihmal et… Ne feci bir düşünce zaafiyeti…
Ne yazık ki bu, bir seferlik hata da değil. Bir devamlılık… Yıllarca, yüzyıllarca…
●Kaşgarlı Mahmut, Araplar’a, TÜRKÇE’NİN DE zengin bir dil olduğunu ispat lüzumunu duydu: “Türk dilini öğreniniz. Çünkü Türkler’in uzun saltanatları olacaktır.” tespitini yaptığı Arapça eserini Abbasî hükümdarına sundu (Divân-ı Lügat-it Türk, 11. yy).
●Fahreddin Mübarek Şah’a göre Türkçe; ARAPÇA’DAN SONRA en mükemmel dil (12. yy sonu - 13. yy başı)...
●15. yüzyılda Ali Şîr Nevâî, Türkçe’nin fiil zenginliğine, kafiye ve hele cinas kabiliyetine dikkat çekti: “Türkçe bahar gülü… Dikenlerini göze almak gerekir. Demek bizim Türk şairleri, bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçe’yi bırakıp gitmişler.” (Muhâkemetü'l-Lügateyn).
●Karamanoğlu Mehmet Bey, fermanla Türkçe’yi mecbur ettiğine göre, günlük konuşma dili olarak bile dilimizin varlığı tehlikeye girmiş: “Bugünden geru divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.” (13. yy)
●Arapça, Farsça, İbranice ve Ermenice bildiği halde, azim ve şevkle Türkçe eser veren Âşık Paşa’nın tespitine bakın: “Türk diline kimesne bakmaz idi.”(14. yy).
●Aynı yüzyılda Arapça’dan tercüme eserinde Mesud bin Ahmed, ifade kabiliyeti geniş olmaması, Türkçe eser vermemeye mazerettir, diyor:
“Bu arada özrüm hemin nenkdürür
Ki Türk’ün dili gen değil tenkdürür”
●15. yüzyılda Devletoğlu Yusuf, tercüme eserinde, Türkçe eser verenin kınandığını belirtiyor:
“Dinle imdi Türkî bir manzum Kitab
İtdiğümçün siz bana itmen itâb.”
●Aynı yüzyılda Sarıca Kemâl; Türkçe sert; onunla eser vermek isteyen, maksadını ifade edemez ve mahcup olur, diyor (Selâtinnâme):
“Bu Türkî dil begaayet sert dildür
Söz ehli işbu dilden key hacildür.”
●15. yüzyılda Mustafa Şeyhoğlu, Türkçe’yi göbüt “kötü, fena” ve yavan, tatsız, tuzsuz, soğuk” olarak niteliyor ama Türkçe eser vermek kahramanlığını da gösteriyor.
●Ama Fuzûlî, zorluğu göze almıştır:
“Ol sebepten Farisi lâfzıyle çoktur nazmı kim,
Nazmı nazik Türk Lâfzıyle iğen düşvâr olur,
Bende tevfik olsa bu düşvârı asan eylerim,
Nevbahar olgıç dikenden bergi gül izhar olur.”
(Farsça çokça şiir denmesinin sebebi, / Türkçe ile ince şiir söylemenin güçlüğü... / Ben Allah'ın inayetiyle bu güçlüğü yenerim; / İlkbahar gelince dikenlerin arasında gül zahir olur!) (16. yy)
Milletine uzun vâdede büyük fayda getirecek gayreti göze almak yerine, o an kendine fayda sağlayacak aza tamah… Şu an eserimi vermek için ne lâzımsa onu yaparım. Gelsin, Arapça ve Farsça’dan kelimeler… Hattâ tamlamalar ve kaideler... Öyle ki, süte karıştırılan suyun, gittikçe sütü yok ettiği gibi Türkçe yok olayazdı. Süte su katar gibi kelime almak yerine, Türkçe’nin maya olması gerektiğini anlamalıydık. Öyle bir iklim ki, Karahanlı Devleti'nden sonra, Osmanlı Devleti’ne kadar, resmî dil Türkçe olamadı. Neden Türkçe resmî dil değil demek, kimsenin aklına bile gelmedi… Edebî dil olabileceğini de pek az kişi düşünebildi. Devlet kurma kapasitesi, “iki Türk bir araya gelse devlet kurar” diye dünyada darbımesel olan bir millet; kendi devlet başkanı unvanlarını bırakıp, Arapça “hüküm” ve Farsça “sahip” anlamındaki “dâr” birleşimi “hükümdâr”ı kullanıyor, hale bakın... Şehzade, prens, prenses…
“Cedlerimizin İslâmı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesi yüklendikleri ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, âhenksiz, sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihliğinden, onunla beraber mâna fâtihliğine geçmiştir, bunun için de maddî kılıcına eş bir mânâ kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, mânevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur? Ne yapsın? Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devşirmecilik...” (Necip Fazıl; İdeolocya Örgüsü, 386)
NE YAPILMALIYDI?
Ne yapılmalıydı?
Dil, milletin dünyası… Tefekkür malzemesi. Önce kavramın Türkçe’de karşılığı aranmalı; yani kendi depomuzdan malzeme aranmalı… Bulunmazsa dilimizin türetme, birleştirme, birkaç kelime ile ifade etme yolları ile yeni kelimeler kazanma imkânı, –yani düşünce dünyamızı geliştirme imkânı– sonuna kadar kullanılmalı… Dışardan kelime, “vatandaş sen de gel” çığırtkanlığı ile ve anadilini ehemmiyetsiz görerek değil, karşılığı olmayan kavramın kelimesi son çare olarak, üzüntüyle alınmalı. Her kelime milletin yüzlerce yıllık tecrübesi; bilgi, ilgi ve zevkinin mahsulü… Her kelime bir hazine… Kendi dilinden kelime türetmek, bu mahsulün üzerine yeni ve daha değerli bir kazanç. Bir sayının karesi gibi bir zenginlik… Dışardan aldığınız, onların mahsulünü getirmez, sadece kelimenin mânâsını kazandırır. Kendi imkânlarınızı kullanmamakla, mânâ dünyanıza ait bir hazineden milletinizi mahrum ediyorsunuz. Bu tespit, her dil için geçerli… Öyleyse, dışardan kelime almama gayreti, dil ırkçılığı değil; hattâ dil milliyetçiliği bile değil; bir düşünce ve kültür faaliyeti. Dilin mimarîsini, ses sistemini, kaidelerini korumak bile, dil sevgisinden çok edebiyat, sanat ve kültür faaliyeti. Bize her sahada düşman biri Türkçe yazacağı birkaç cümlede bile buna uyar. Dinî terimler, (farz, sünnet, günah, sevap…) tabiî ki alınacak, ama bunun dışındakiler dinî bir davranış gibi görülmemeli. Sizde olmayan kavramın kelimesi tabiî ki alınacak. Alınanlar da, dilimizin ses hüviyetine büründürülmeli idi. Alındığı kaynaktaki hüviyetini ve ses yapısını korumanın ne kadar gülünç olduğu bir avuç âlim ve edip tarafından anlaşılabildi ancak... Kelimenin, alındığı kaynaktaki hüviyetini korumak, âlimlik sanıldı. Ama halk, bunu işin başında sezdi.
En mühimi, eser verilmeliydi… Her şeye rağmen… Israrla, azimle… Vatanı korur gibi… Üstad Necip Fazıl, bizde büyük tefekkür adamı yetişmediğinden, yetişenlerin büyük ve usta kopyacılık seviyesini aşamamış olmasından yakınır. Bunda dil konusundaki hatalarımızın payı, hattâ büyük payı olduğunu bilmek lâzım. Başka dillerden faydalanmak titiz bir fikir idrakiyle yapılsaydı, aynı idrakle eserler verilseydi… Devlet, dilini resmî dil yapacak anlayışı yerleştirseydi, büyük tefekkür adamı iklimi doğardı.
Dil hususunda emir ve yasak olmaz; teşvik edilir, itibar kazandırılır, eser verilir. Beyleri, hakanları, sultanları, hükümdarları, devletlileri, eli kalem tutan ve dili kelâm edenleri resmî dil mesuliyetleri ile birlikte bu yönlerden de değerlendirmek lâzım… Bu sahada gayret gösterenler, burçlara bayrak diken, kelle koltuğunda savaşan yiğitlerden aşağı kahraman değil… Tarihi, bunu düşünerek de yazmak lâzım.
Diller arasına Çin seddi çekilemez. Diller arasında gümrük olmaz, olamaz. Aynı kültür dairesi içinde olanlar, komşular, irtibatta olanlar birbirlerinden kelime alır. Batı dillerindeki Yunanca ve Lâtince kelimeleri çıkarırsanız, Batı’nın zengin dillerinden eser kalmaz. Hele birbirlerinden aldıklarını da çıkarırsanız, ortada dil kalmaz. Afrika dillerinin birbirinden kelime almadığı, Asya dillerinin birbirini etkilemediği düşünülebilir mi? İngilizler, aşağı yukarı dünyanın her dilinden İngilizce’ye kelime girmiş olması ile övünürler ve “imparatorluk dili olduk” derler. Türkçe’den de başka diller kelime almıştı. Felâket; dışardan kelime almak değil, hattâ tamlama ve kaide almak bile değil; alınanların, millî hançereye uygun hale getirilememesi... Normal şartlarda her topluluk bunu az veya çok yapar. Geçen zaman içinde, Amerika’daki İngilizce, “Amerikan İngilizcesi” haline bu sayede geldi. Meseleyi, kelime alıp almamaya indirip dil konusunu basitleştirmemeli… Hedef saptırmamalı. Böyle yapanlar, hain değilseler cahildirler.
Dilimiz, aynı kültür dairesinden aldıkları ile zenginleşti. Başta mücerretler olmak üzere pek çok kavram ve kelime kazanıldı. Bunlar Türkçe’nin mimarîsi ve ses sistemi içinde bir daha atılamayacak şekilde dilimizle kaynaştılar. Cinslik ifadesi (müdire, memure), nispet ifadesi (askerî, insanî) ihtiyacı anlaşıldı. Yeni sesler kazanıldı (İnce a: â, şedde). Uzun heceler kabul gördü (kasım, Kasım). Hatalar, zaman içinde telâfi edildi hattâ faydaya dönüştü. Kazanılanlar; maniden şiire, atasözünden masala, mezar taşından kitaba kadar her sahada eserlerde yer aldı. Şairler, yazarlar, konuşmacılar yetişti. Karahanlı’dan sonra resmî dil olarak, edebî dil olarak, ilim dili olarak esamesi okunmayan Türkçe; hayata yerleşti. Osmanlı devletinde Türkçe’den başka dilin resmî dil olması akla bile gelmedi. Bir zamanlar Türkçe akla gelmezken, Türkçe’den başkasının düşünülemeyeceği bir iklim nasibetti Allah. Her biri ayrı ayrı ele alınması gereken hatalara rağmen dünyanın en mühim bölgesinde, üç kıtada konuşulan dil oldu. Türkçe kendi gücüyle ve sevenlerinin faaliyetleri ile ayakta kaldı… Bugün bakıyoruz; eser verme hırsıyle Türkçe’yi terkedenlerin değil, azimle Türkçe’yi kullananların üstün eserler verdiklerini görüyoruz.
Asıl hata… Kaide ve tamlama almaktan büyük hata… Hattâ Türkçe eser verilmemesinden büyük hata desem mi?.. Türkçe’nin kaideleri üzerinde durulmaması... Eğitim müesseselerinde ders konusu yapılmaması… Kendi haline terkedilmiş kır çiçeği…
Dil bilimi, objektif olarak ele alınması gereken ilim dallarının başında… Bir kaide seveni için de, sevmeyeni için de aynı, değişmez. Seven de sevmeyen de, meselâ ses uyumunu, ele alacak. Öyleyse küçük yorum farkları ve ele alış tarzları dışında dilbilimi kitaplarının aynı olması lâzım Ama bugün her kesime göre dilbilgisi kitapları olan Türkçe’den başka dil gösteremezsiniz. Yani hâlâ ittifak ettiğimiz ve her sahada eğitimi yapılan bir dilbilimi kitabımız yok. Bunun lüzumunu idrak bile yok.
Ya bir de, Türkçe eser veren kahramanlar, şair devletliler, Köroğlu ve Karacaoğlan başta olmak üzere ozanlar, destanları ve masalları anlatanlar, Nasrettin Hoca gibi, hattâ İncili Çavuş ve Bekri Mustafa gibi nüktedanlar, destan ve masaldan türkü ve ninniye kadar bilumum sözlü edebiyat verimleri, onları anlatan, söyleyen ve nakledenler olmasaydı, ne olurdu Türkçe’nin hali, bir düşünelim…
“SÖYLENECEK SÖZLERİN...”
Şimdi söz buraya gelince sahanın en mühim kahramanını unuttuğumu, ihmal ettiğimi düşünüyor olabilirsiniz; düşünmelisiniz de…
Bir derse girdiğimde öğrenci listesine baktım ve dedim ki:
–Ne çok Yunus var!..
Bir öğrenci kalktı:
–Ben de Emre’yim…
Bir başkası:
–Ben de Yunus Emre’yim…
Her halde milleti ile bu kadar hemhal olmuş, onun gönlünde bu kadar taht kurmuş bir başka şair az bulunur. İnsanımız, en çok sevdiğine, evlâdına; en çok sevdiği şairin ismini boşuna vermez…
Yunus, tek bir cümleyle bile Türkçe’yi övmedi... ‘Türkçe konuş!’ demedi. Ama, eserleri ile eser verilemez denilen Türkçe’nin, halka terkedilmiş Türkçe’nin, ayağa kalkıp güçlenmesinde ve üç kıtaya yayılmasında bir numaralı ‘KAHRAMAN’ oldu... Aynı yolun, her alandaki diğer yolcuları ile Orta Asya’dan Balkanlar’a, Kırım’dan Orta Doğu’ya geniş coğrafyada muhteşem bir halı dokundu... Bu muhteşem halının, ana desenini çizen şair, Yunus!.. Derviş Yunus, ‘Bizim Yunus’...
‘Bizim Yunus’ olmasaydı, ne olurdu, Türkçe’nin hali!.. Ölüm kalım noktasındaydı… Basit konuşma dili olarak kalabilse bile eser verilecek seviyeye yükselemeyecekti, eğitim dili ve edebî dil olamayacaktı. Gazneliler ve Selçuklular’da olduğu gibi Osmanlı devletinde de resmî dil olamayacaktı… Karahanlılar’dan sonra şartların tabiî sonucu Gazneliler ve Selçuklular’da saraydan uzaklaştırılan, kalem ve kelâmdan mahrum edilen, halka terk edilen, bir kır çiçeği gibi kendi haline terkedilen, yani gelişmesi durdurulmuş Türkçe; her sahada daha gelişmiş Osmanlı’da; aynı kültür dairesindeki iki muhteşem dil varken, haydi haydi kullanılamazdı. Değil resmî dil olmak, Türkçe eser, hayal dahi edilemezdi. Hızla aydınları saran gidişata göre görünen köy buydu…
Ne olmuştu da Türkçe’nin bahtı açılmıştı? Hangi esrarlı ve şifalı el(ler) ve dil(ler) değmişti de öncesi ile sonrası arasında bu fark meydana gelmişti? Türkçe’yi, Lût gölünden Everest tepesine yükselten hangi kahraman(lar)dır? “Eğer âşık isem, ölmezem ayruk.” diyen Yunus… Ve onun açtığı yoldan gidenler…
O KAHRAMAN(lar) sayesinde Türkçe işlek hale geldi, eserler verileceği görüldü. Osmanlı Devleti sarayına yerleşti. Resmî dil açısından başka bir dil akla bile gelmedi. “Sert, göbüt, yavan, soğuk, tuzsuz, lezzetsiz, özsüz, nenkli (ayıplı), tenk (dar), hacil düşürücü (utandırıcı, küçük düşürücü)” bir dil; kullanışlı, lezzetli, katıklı, özlü, sıcak, hoşnut edici, eser vermeye değecek bir dil seviyesine yükseldi…
Gazneli ve Selçuklu devlet erkânının; ilim, fikir, sanat erbabının devlet imkânlarıyla yapamadığını o şiirleri ile başardı. Kimsenin göze alamadığı bir zamanda, sağına ve soluna başka kim var diye bakmadan, iddiasız, sakin ve aşkla, bir ömür Türkçe şiirler söyledi. Anadilinizi nasıl küçümsersiniz, anadilinizle niçin eser vermezsiniz diye kimseye sitem etmeden... Yanlış yapıyorsunuz, demeden… Siz de böyle yapın tavsiyesinde bulunmadan… Karşısında kamaştığımız dillere çatmadan… O dillerin karşısında ezilmeden… Onlarla yarışa girmeden… Devlete, devletlilere, güçlülere dayanmadan… Sessizce açılan bir çığır... Bir çığır açıyorum, demeden… Türkçe burcuna bayrağı dikmek, İstanbul surlarına bayrağı dikmekten üstün kahramanlık değil mi? Türkçe bayrağı fikir burçlarına dikilmeseydi, İstanbul surlarına devlet bayrağı dikilemezdi.
Bizim Yunus da akıma uysaydı, akıntıya kapılsaydı, akıntıya karşı durmasaydı ne olurdu halimiz? Dili kullanılmayan millet; devlet olabilecek miydi; hattâ yaşayabilecek miydi?
Eğer Kürtçe’nin bir Yunus’u olsaydı... Yolu, ‘açıl susam açıl!’ açılırdı. Hattâ Köroğlu’su, Karacaoğlan’ı olsaydı...
Savaş meydanlarının rakipsiz kahramanı Türk; Yunus’u olmasaydı, kalem ve kelâm sahasında yenik düşecekti. Bugün, geçen sekiz asra rağmen ve dilimizin uğradığı ve uğratıldığı değişikliklere, hattâ dilimizi yıkmaya matuf ihanetlere rağmen; devletteki sistem, anlayış, hayata bakış tezatlarına rağmen ve devlet imkânları aleyh-te işlediği halde, Türkçe’yle eğitim yapılamaz diye bangır bangır bağırmaktan beter, ‘yabancı dille eğitim’ gafletine rağmen eserleri ayakta, eserleri ile hayatta... Eserleri (ve onun gibiler) sayesinde Türkçe ayakta…
Can vermeye değecek, temsil kabiliyeti üstün, mânâ derinliği engin bir bayrağa sahip millet; bayrak sevgisini, bütün dünyaya örnek olacak şekilde gösteren millet; bayrağın uğrunda can vermeye değeceğine inanan ve onu canı pahasına koruyan, onu dalgalandırmayı canından aziz bilen millet; ne yazık ki, ses bayrağına gereken ihtimamı –aydınları yönünden– gösteremedi. Müslüman olduğumuzdan itibaren yapılan hatalara, Tanzimat’tan sonra gösterilen tepkiler daha vahim hatalara sebep oldu, yersiz çıkışlara ve müdahalelere vesile edildi… Çare, bu acı teşhisi kabulle başlayacaktır. (Alfabe hususu ve Tanzimat’tan bugüne yapılan hatalar, bu yazının devamı olarak ayrı yazıların konusu)
|