De?i?imin Ardyndaki Yzler Ayşe Sena Ünsal Sayı:
51 - Ocak / Mart 2006
Yıllardır müdavimi olduğum otobüs durağında yine tek başıma bekliyordum. Yalnız olduğum zamanlar ilgim çevreye dağılır ister istemez gözlem yapmaya başlardım. O gün de diğer günlerden farksızdı.
Aradan 20 dakika geçmesine rağmen üniversite istikametinde yol alacak olan otobüsümüz hâlâ gelmemişti. Yanıma 19-20 yaşlarında genç bir kız sokuldu. Beklediğim otobüsün gelip gelmediğini soruyordu. Gelmek üzere olduğunu söyledim. Bir önceki otobüsü kaçırmış olmalıydım. Gözlerim soru soran kıza doğru kaydı. Fosforlu yeşil ve siyah çizgili tayt, kırmızı mini etek, sarı babet ayakkabılar, fosforlu yeşil kısa kollu tişört, kollarında rengarenk bilezikler, etekten daha uzun; diz kapağına sarkan kot bir çanta, kazınmış bir kafa, burnunda hızma, kulağında bir sürü küpe… Ürpertici bakışlar kaplamıştı yüzümü. Tüylerim diken diken olmuştu. Neydi bu?.. Bu genç kızın psikolojik sorunları olmalıydı. Yoksa bu kadar bir birinden alâkasız aksesuarı öz güvenle bir insan nasıl taşırdı?..
O sırada beklemiş olduğumuz otobüs geldi. İçinde tek tük kişiler vardı. Bu sefer daha büyük bir dikkatle giyimlerini inceledim. Kültürümüzden, değerlerimizden, benliğimizden bir eser göremedim. Ben yıllardır bu otobüse binerdim. Ben fark etmeyeli gençlik ne kadar dejenere edilmişti… Bundan on yıl önce gençler ellerinde ders notları sessizce aralarında tartışırlar veya okumaya çalışırlardı. Hepsi birbirinden hanımefendi, beyefendi genç nesil nereye kayıp olmuştu? O sırada örtülü bir kız daha bindi. Bu da diğerlerinden farksızdı. Ekoseli bol paça pantolon, üzerinde kısa kot etek, belde bir ceket, topuzlarının dolgu yapıldığı her halinden belli bir örtü, (v) yakalı bir tişört, boynu açık, kolları üç kat kıvrılmış bir ceket, alâkasız takılar, spor ayakkabılar, bir karış makyaj, ağzında sakız ve yine o dizde çantalar. Bu kızımıza örtülü demeye dilim varmıyor. Çünkü o da genç kardeşimizin üzerinde bir aksesuardan farksız. Bir başkasında ise file çoraplar… Eskiden genç kızlarımızın boynunu süsleyen kolyeler yerini kalem şeklindeki volkmanlere devretmiş. Gözlerim doldu. Atalarımız bu topraklarda canlarını bu günleri görmek için mi feda etmişti? Eşimin dedesinin yedi kardeşi birden Kurtuluş Savaşımızda şehit olmuştu. Bu günleri görseler; dökülen kanlarımız heba mı olmuş derlerdi…
Hangi kültüre bağlı olduğu belli olmayan saygısız bir nesil gelmekteydi. Popüler kültür diye ifade ettikleri, aslında ne olduğunu kendileri de bilmediği bir kültür karmaşası… Mutlular mıydı? Elbette ki hayır. Bir boşluğun içinde boğulmak üzere olduklarından habersiz yüzüyorlardı.
Daha önce de bu tarz olaylar yaşamıştım. Fakat bu kadar ciddi bir durum olduğunu düşünemediğim için kişiselleştirmiştim. İki yaşındaki kızım (11 kg) Mehlika İkbal ile kalabalık bir otobüse binmiştim. Geneli öğrenci dolu otobüste arkaya doğru ilerlediğimde bana o gençlerden biri değil de 50 yaşlarında bir amca yer vermişti ve etraftaki gençler hiç umursamadan sohbete devam ediyorlardı. Ben o gençlerin adına utanmış ve oturmak istememiştim. Ama nafile vurdumduymazlık had safhadaydı. Biz farklı bir nesildik, yardım etmek ve yer vermek için yarışırdık. Bize geçen zaman zarfında ne olmuştu? Bizler; “Küçüklerini sevmeyen, büyüklerini saymayan bizden değildir,” diyen bir peygamberin ümmeti değil miydik? Hep bu düsturlarla yetişmedik mi? Eğitim düzeyi her geçen gün artan ülkemizi bu günlere getiren sebepler neler olabilirdi? İnsanları bencilliğe iten, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen zihniyet içimize nasıl girebilmişti?
Şehrimizdeki önemli liselerden birinde öğretmenlik yapan bir arkadaşım; artık öğrencilerin, öğretmenlerini okulda dahi saymadığından, çata çat cevap verdiğinden bu mesleği gereği gibi yapamamaktan yakındı. Aklıma ABD’de lise mezunu öğrencilerin %60’ının okuma yazma bilmediği; öğretmenlerin ise “Biz sınıfta kimse kimseyi tabanca ile vurmazsa kendimizi başarılı sayıyoruz” deyişi geldi. Türkiye de böyle bir kaosa doğru mu gidiyordu? Teknolojik imkânlar doğrultusunda eğitim seviyesi arttıkça niçin insanlarımız evlâtlarını yetiştirmekte aciz kalıyordu? Bu düşünceler beynimi kemirirken otobüsün hastaneye geldiğini fark etmedim bile. Başhekimlikte onaylatmam gereken evraklar vardı. Sıra beklerken 7-8 kişilik bir öğrenci grubunun konuşmaları bütün koridoru çınlatmaktaydı. Üzerlerinde askılı pantalonlar, kalın zincirler, dövmeler, ilginç yüzükler, argo sözcükleri ile farklı güruhları anımsatsalar da bunlar Türk’tü. Konuştukları dil ise neceydi bilinmez. Kimisi boş koltuklar olmasına rağmen yerlere oturmuştu. Yaşlı bir amca büyük bir samimiyetle iletişim kurmak adına yanlarına yaklaştı ve sordu:
“Çocuklar hangi fakültedensiniz?”
“Eğitim fakültesi amca.”
“Aaa öyle mi? Ne kadar güzel evlâdım. Demek öğretmen olacaksınız. Ben de emekli öğretmenim. Yeni nesilleri yetiştirmek çok önemli bir görevdir, herkese nasip olmaz.”
“Boş ver bunları amca. Bizler aslında tiyatrocuyuz. En basit eğitim fakültesi geldi de ondan girdik. Öğretmen olup napçaz? Sürüncez mi?”
Ardından ise büyük bir kahkaha koptu. Amca şaşkın ve üzgün, başı öne düşmüş bir halde yerine oturdu. Birden on yıl sonrasını düşündüm. 9 yaşındaki oğlum Alperen Mirza’yı o gençlerin arasında... Çıldıracak gibi oluyordum. Benim çocuğum bunlardan biri asla olmamalıydı. Öğle ezanı okunduğunda kaçırmamak için okula gitmeden anneannesinde kılan, eve geldiğinde önce okulda kaçırdığı ikindi namazının kazasını kılan bir çocuk böyle bir duruma gelebilir miydi? İşte o zaman bu neslin neden yozlaştığını anladım. Tohumlar güzel atılmamış, güneş görmeyen yerler seçilmiş, çapa yapılmamış, su vermek yerine tarlalar kurak bırakılmıştı. Hasat mevsimi geldiğinde ihmal edilmiş, bozulmuştu bütün mahsuller. Demek ki her şey yetiştirmekte saklıydı.
Eğitimli ve diplomalı anneler eşitlik uğruna kendilerini dışarıya atmış ve çocuklarını eğitimsiz, bilgisiz, vasıfsız, hatta sevgiden yoksun ellere emanet etmişler. Yani bir anlamda feda etmişlerdi. Böylece anne sevgisinden ve ilgisinden yoksun çocuklar güneş görmeden yetişen meyveler gibi acı ve bozuk yetişmişlerdi. O gençleri alsanız ve bire bir konuşsanız kim bilir içlerinde ne cevherler gizlidir. Belki kendileri ne kadar özel ailelerin çocuklarıdır ve eminim ki şu anda bulundukları durumdan onlar da memnun değildir. Gerçek anne sevgisi ve şefkati ile yetişseydi eminim ki çok farklı yerlerde ve konumlarda olurlardı. Kaliteli zaman geçiriyoruz diye kendilerini aldatan; çalışan anneler bilmelidir ki; her çocuk eve gelince kapıyı mutlaka annesinin açmasını ister. Hangi çocuk cahil de olsa annesine sarılıp bir tabak çorbayı annesinin elinden yemek istemez? Önemli olan elbette ki kaliteli zaman geçirmektir. Fakat yarım saat kaliteli zamanla 24 saat asla birbirine eş değildir. Evde olup çocuklarıyla bire bir ilgilenen her dakikasını kaliteli geçirmek için didinen annelerle dolu çevremiz. Mutlaka ikisinin arasında bir fark olacaktır.
İkiye bölünmüş durumda olan genç neslin bir bölümü edebiyat, bilim ve sanatla uğraşırken diğer bölümü ise ne olduğunu ifade edemedikleri bir popülaritenin ardında gidiyorlar. Bundan 30-40 sene evvel büyük annelerimiz belki yüksek okul mezunu değildi fakat çocuklarını yetiştirmeyi bir değer addediyordu. O nedenledir ki onların yetiştirdiği nesiller şu anda saygın bir kitle haline gelmiş durumda.
Çocuklarınıza ne verirseniz onu alırsınız. Sevgi ve saygı ile beslerseniz, sevgi saygı; kin, nefret, bencillik ve aşağılık duygusuyla besler veya hiç ilgilenmezseniz de karşınızda kendi kendini yetiştiren dejenere edilmiş bir nesil bulursunuz.
Böylesine kötü bir çizelgeden sonra kendi yakın çevremdeki gençlerde gördüğüm güzellikler ise beni umutlandırmakta. Bire bir ilgi ve büyük bir titizlikle yetiştirilen bu çocuklar son derece akıllı, saygılı, sevgi dolu ve mükemmel bir bilgi dağarcığına sahip. Çünkü kendilerine sevgi, saygı ve en önemlisi değer verilmiş. Ne istedikleri sorulmuş, eğer uygun değilse alternatifler sunulmuş. Başkaları tarafından doldurulacak boş bir nokta bırakılmamış. Bu çocukların bazılarının annesi ilkokul mezunu bayanlar. Ama kendilerini evlâtlarına adamış, bu uğurda kendilerini yetiştirmiş kimseler. Buradan da anlaşılacağı üzere yozlaşmış genliğimizin en büyük sorumlusu ailelerdir. Diğer kötü etkenleri yok saymıyorum. Onları tamamıyla saf dışı edemesek de; ilgi, sevgi ve saygıyla bertaraf edebileceğimize inanıyorum.
Bilin ki kainatta asla boşluk yoktur. Eğer siz boşluk bırakırsanız doldurulur. Kendi kültür ve değer yargılarını bilmeyen bir çocuk diğer ortamların göz alıcı yanlarına aldanabilir. Şiddet, uyuşturucu batağı ve diğer bir çok negatif duruma ancak çocuklarımızı gerçekten tanımaya çalışarak ve onlarla arkadaş olarak karşı koyabiliriz. Düşmanımız öylesine kuvvetli ki dört bir yandan bize saldırmakta. El ele verdiğimiz takdirde güçleniriz ve çocuklarımızı kötü niyetli üçüncü grupların esiri olmaktan kurtararak; değerlerine bağlı dürüst bir nesil yetiştirebiliriz. Çocuklarınızı alın ve özel yerleri ziyaret edin. Yaşına uygun kültürel faaliyetleri takip edin. Gelmek istemiyorsa sevdiği arkadaşlarının aileleri ile bağlantı kurun. Biz çocuklarımızı grup olarak gezdirip eğitmeye çalışıyoruz. Bunun için çaba sarf ediyoruz. Oğlumla yaptığımız son aktiviteyi size aktarmak istiyorum. “Mevlâna Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Derneği”nin Karabaşi Tekkesinde düzenlediği sohbet ve “Sema Gösterilerine” katıldık. Belki bu bizi etkilemekten uzaktı. Fakat oğlumun hayatında bir perde daha açıldı. Arkadaşlarına anlatacağı bir konusu daha oldu. Binanın el işlemeciliği, görkemi dahi onun hayal âlemine bir pencere daha açtı. Pazar günleri babasıyla Ulu camiye sabah namazına gitmesi, dedesi ve babası ile yaptığı dağcılık ve sohbetlerde bunlardan bir kaçı.
Gençlerimizi yetiştirmek için hedeflerimiz ve bu hedeflere ulaştıracak metotlarımız olmalı. Bunun yanı sıra Hz. Nuh(as)’ın oğlu Kenan’ı kurtaramadığını da unutmamak gerekir. Her şey nasip kısmet işidir. Biz elimizden geleni yapalım gerisini Allah’ın takdirine bırakalım. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi;
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
…
Onu sürdürmeyen çırak utansın.
|