Zamanın kısa tarihi Yavuz Sert Sayı:
100 -
Bir düğün sonrası düğün sahibinin teknede verdiği yemekteyiz. Boğaz turu yapacağız. Damat bey yakın arkadaşım, beni iyi tanıyor, huyumu, suyumu, ilgilerimi iyi biliyor. İkram sırasında beni davetlilerden biri ile tanıştırmak istediğini söylüyor. Bizden yaş olarak hayli kıdemli bir büyüğümüzün yanına gidiyoruz. Damat beyle sürekli yapmak istediklerimizden, heveslerimizden konuşuruz, ağabeyimize bunlardan bahsediyor. Ağabeyimiz aklımda kaldığına göre şöyle yanıt veriyor: “Böyle istekler ortaya çıkar, olgunlaşır, olgunlaşır, kırk yaşında meyve vermeye başlar.” O günlerde kırkımıza on yıldan fazla var.
Ve yıllar geçiyor. Yazması kolay ama şu on beş karakterlik cümle ile geçiştirdiğimiz sürede kaç insan evladı ilk nefes nasibini aldı, kaçı sayılı nefeslerini bitirdi, güneş kaç kez doğdu, ağaçlar kaç kez çiçek açıp meyveye durdu, buğdaylar kaç kez başak verdi, kaç kara karınca kara gecede kara taşın üzerinde rızkını buldu, Allah bilir.
Evet, yıllar geçiyor ve kırk oluyoruz. Kırklar kulübüne girince büyüğümüzün dediği gibi oldu mu derseniz; Bilmem. Belki biraz. Ama atalarımızın şu veciz sözünü de unutmamak lazım: “yedisinde ne isen yetmişinde de osun”.
Kardelen’in yüzüncü sayısı vesilesi ile derginin muhasebesini yapmak ilk akla gelen yazı konusu olsa da düşündüm de Kardelen yerine onunla ortak noktaların üzerinde durarak kendi muhasebemi yapayım. Kırk yılın muhasebesi yani...
Okumaya meraklı bir çocuk değildim. Etrafımda çok kitap gördüğümü de söyleyemem. Yakınlarda babama “küçükken neden kitap okumaya zorlamadın” diye serzenişte bulunduğumda artık ailemizde efsane olan cevabını vermişti: “Oğlum, içinde olacak…” Hatırıma gelen tek kitap Arı Maya. Arı Maya kitabı, üzerinde arı maya resmi bulunan, doksanlarda öğrenci olup bu satırları okuyanların hasretle hatırlayacağı muhteşem kokulu arı maya silgisi ile birlikte zihnimin bir köşesinde duruyor. Bunun yanında sararmış sayfaları, eski moda fontları ile (helvatica mıydı acaba) başka kitapların da kokusu geliyor burnuma ancak isimlerini hatırlamıyorum. Koku maziyi hatırlamada en önemli unsur diye boşuna dememişler. Bir dakika, sanki bir tanesi kara bir simitçi oğlanın hikayesiydi, hatta köyde tiyatrosunu yapmıştık. Ne günlerdi ama… Bir köy düşünün, voleybol takımı var, üstelik takımın koçu babam. Köy okulunun bahçesinde balık havuzu var. Bahar ve yaz akşamları gençler tümüyle dışarıda, bisiklete binenler, çelik çomak oynayanlar… İşte bu köyde okurken köylülere sunmak üzere bir tiyatro çalışması yaptırmıştı öğretmenlerimiz. Başrolde üst sınıftan biri var, simitçi kara çocuğu oynuyor. Yanlış hatırlamıyorsam benim de küçük bir rolüm vardı. Tiyatroyu gündüz kadınlara, gece kahvede okul sıraları üzerine kurulan sahnede erkeklere oynuyoruz. Çok güzel olduğu aklımda kalmış.
Geçmişi kurcalayınca hatırladım da, Ömer Seyfettin’in en azından bir hikâye kitabını okumuş olmalıyım. Şöyle ki, ortaokulda Türkçe dersindeyiz. Öğretmenimiz bir cümle yazdırıyor: “Oysa bomba sandıkları o şey…” Talebelerinin cümlenin baş tarafını yazmalarını beklerken öğretmenden önce ben tamamlıyorum: “sadece bir kütüktü.” Öğretmenimizin çok hoşuna giden cümlenin kalanını bilmemden anlaşılıyor ki Ömer Seyfettin’in Kütük hikâyesini okumuşum.
Çizimle ilgili bir iki çalışma da hatırlıyorum. İlkokul dört olabilir. Bir yarışma için miydi yoksa ders için mi, merhum Mehmet Akif ile ilgili bir resim çizmiştim. Ancak köydeki evde özenle çizdiğim o resmi nereye baksam bulamıyorum. Evde annem komşusu ile oturuyor, ben odadayım. Resmi bulamayınca anneme çıkışıyorum, yanlışlıkla atmış mı, kaldırmış mı acaba? Ve hayatımın ilk (tek de olabilir) isyan hareketi olarak odanın penceresinden dışarı kaçıyorum.
Yazı ile ilgili ilk hatıram yıllar sonra bu notları alırken aklıma geldi. Bizim nesil ve üzeri hatırlayacaktır, Show TV’de haber öncesi miydi, sonrası mı, Plastip Show diye bir program vardı. Merhum Erbakan, Özal, Ecevit, Demirel gibi dönem siyasetçilerini plastik kuklalar ile taklit eden skeçlerin yayınlandığı bir program... Nereden aklıma esti ise ortaokulun ilk yıllarında bu skeç için kendi kendime senaryo yazmıştım. Mavi kareli matematik defterinden kopardığım yapraklara, konuşan karakterin ismi kırmızı, sözleri kurşun kalemle olacak şekilde komik diyaloglar... Sene 91 olabilir.
Ve Anadolu Lisesi. Eskişehir’de dedemin evindeyiz, annemle… Akşam yedi sekiz suları. Netaş’ın gök grisi renginde telefonu çalıyor. Acı acı değil, gayet güzel çalıyor. Arayan babam. Anadolu Lisesi sınav sonucunu bildirmek için aramış, kazanmışım. Hayatımda bu kadar mutlu ve heyecanlı olduğum kaç an daha yaşadım bilemiyorum. Üzerimde Sümerbank pijamaları, o heyecanla ne yapacağımı şaşırıyor ve o saatte yatıyorum.
89 yılında Bilecik hayatı başlıyor benim için, Anadolu Lisesi’ne başlıyorum. Babamın köydeki görevi nedeni ile ilk yıl bir süre teyzemde kalıyorum. 89 yılı Bilecik için önemli. Hayır, ben şehre geldiğim için değil, şehrin ikinci gazetesi yayın hayatına başlıyor: Sakarya. Sakarya Gazetesinin ilk günlerini hatırlıyorum. Yakın zamanda yıkılan Seven çarşısında birinci katta, 5.25’lik disketlerle kurulan programlar, günler süren ilk sayı hazırlıkları benim de on bir on iki yaşlarımda bilgisayarla, aydıngerle, baskı ile tanışmamı sağlıyor.
Okul yıllarım boyunca uğradığım bir yerdi gazete. Gazetenin basılmasına, tashih edilmesine kendimce destek oluyordum. O yıllarda yaptığım tashihlerin bugün Türkçe’ye karşı sevgimde ve hassasiyetimde büyük etkisi var. Halen okuduğum kitaplarda, dergilerde bulunan hataları hemen yakalarım, bazılarını yayınevlerine bildiririm. Örneğin yıllardır baskısı yapılan klasiklerden Anna Karenina’da bu şekilde bir iki hata bulup yazmıştım, editörleri teşekkür etmişti.
Kardelen’in ilk kadrosu ile tanışmam da bu gazete uğramalarında oldu. Ben ortaokulun ilk yıllarında okurken lisede olan ilk dergi kadrosu bazen gazeteye uğrar orada dergi ile ilgili Ali Hocam ile sohbet ederlerdi. Bu sohbetler sırasında ben de ufaktan o kadro ile tanışmaya başladım. İl içi dergi dağıtımları, tashihe destek derken elbette Ali Hocamızın teşviki ile bir şeyler karalama çalışmaları başladı. Gazetedeki bu sohbetlerden biri aklımda kalmış, kadroyu tam olarak hatırlamıyorum, aklımda olan iki isim var biri Veysel ağabey, diğeri Rahime Hanım. Veysel ağabey ve diğer yazarlar felsefi bir sohbete dalmışlardı, ben ve Rahime Hanım da hayretle onları dinliyorduk. Konu da şuydu sanırım, bir doğrunun, doğru olmadığının ispat edilmesine kadar doğru olarak kalması… Söz gelimi su yüz derecede kaynar bir zamana kadar doğru olarak kabul edildi, daha sonra bunun doğru olmadığı ancak deniz seviyesinde suyun yüz derecede kaynayacağı söylendi, sonra bu da doğru değil dendi, şu kadar atm basınç olacak vs… Bu minvalde bir sohbetti.
Diğer bir hatıra… İlk kadroda yer alan Veysel ağabey ile Bilecik içinde dergi dağıtımına çıkıyoruz. Emniyeti, kütüphanesi derken dergi satmak için de birkaç adrese uğruyoruz. Bilecik’in en bilinen eczanelerinden birine giriyoruz, Veysel ağabey dünyadaki en kıymetli hazineyi satacakmış gibi kendinden emin, eczacı ise aynı fikirde değil, bize tencere satıcısı muamelesi yapıyor. Veysel abi hiç bozulmamıştı. Aynı gündü sanırım, konu bir şekilde gelmiş olmalı, çantasını işaret etti “bu çantadaki kitaplar ile (Necip Fazıl kitapları) beni kimse fikir olarak yenemez” minvalinde sözler söylemişti. Hem kitaplara hâkimiyeti hem kendinden emin olmasına hayran olmuştum.
“Yazı yaz” teşvikleri sonucu ilk denemem çok gariptir ki hayat boyu hiç anlamadığım şiir türünden olmuştu. Türünden dediysem o denemeye şiir denmez, belki son hecelerin kafiyeli olmasını bir başarı sayabiliriz. Daha sonra Nüktedan ismi ile mizah alanında bir şeyler yapmaya çalıştım. Ardından Kitap Kurdu bölümü geldi. Okuduğum kitaplarla ilgili yorumlarımı içeren yazılar yazmaya başladım. Bu türden yazılara arada halen devam ediyorum.
Dergimiz ve benim için önemli bir adım derginin internet sitesini açmamız oldu. Üniversite’den birkaç arkadaşımızı Bilecik’e davet etmiştim, arkadaşlarımızla Ali Hocamız’ı ziyaret ettiğimizde hocamız her zaman olduğu gibi konuyu Kardelen’e getirdi ve “bu gençler Kardelen’e nasıl faydalı olabilir” diye sordu. Bilgisayar ve internet ile çok yakın olan arkadaşlarımız “dergiye bir site yapılabilir” fikrini ortaya attılar. Döndüğümüzde çalışmalara başladık ve 2001 yılında sitemizi yayına aldık. Sitenin yayına girmesi ile birlikte yeni bir köşe daha eklendi dergiye, Site Editörü köşesi… İlk site editörü yazısı otuz birinci sayıda yayınlandı.
Hem kendi adımla hem müstear isimle farklı konularda yazılar yazmaya çalıştım, çalışıyorum. İçinde bulunduğum ruh haline ve takip ettiğim konulara göre bu yazıların konusu bazen komplo teorileri bazen tasavvuf veya farklı konular oldu. Bu yazılara son zamanlarda röportajlar da eklendi, inşallah devam eder. Denemediğim türler arasında şiir ve hikâye var, şiirle çok aram yok ama itiraf edeyim ki hikâye yazmayı çok istiyorum.
İşte böyle kıymetli okurlar, dergiden bahsetmek yerine daha çok kendimizden yazdık ama hepsi bizim hikayemiz. İslami Dergiler Projesi kapsamında arşivlenen eski sayılara baktığımda bir sürprizle karşılaştım, evliliğimizin ilanı yayınlanmış dergide, o zamandan bu günlere ailemizin büyümesi gibi Kardelen ailesi de büyüdü, kadroya genç isimler katıldı, yenilikler yapıldı. Hepsinden Allah razı olsun, niyetlerini kabul etsin. Bu vesile ile özellikle derginin “olmasında” en büyük pay ve emek sahibi başta Ali Hocamız’ı ve dergi ile ilgili tüm işlere koşturan editörümüz Kadir Ağabey’i burada anmak isterim, Allah başta onlardan ve tüm diğer emeği geçen kardeşlerimizden razı olsun. Nice sayılara inşallah.
|