İrfan işinde plân Necip Fazıl Kısakürek Sayı:
106 -
En anlayamadığımız, kabuğunu bir türlü kıramadığımız, duvağını aslâ kaldıramadığımız mefhumlardan birisi de (irfan)... Şu (kültür) diye anlatmaya çalıştığımız nesne...
İrfan, arşın veya okka hesabıyla, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil; sahibinde fikir ve ruh bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıdanın, döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi... Kimse bize, kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de kamûs ezberlemekle irfan sahibi olamaz.
Evet, evet; irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade, bilinen şeyler vasıtasıyla bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki sayılır. Demek ki, şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek kıymet vâhidi olan manevî paraya, yâni ruh ve akıl kıvamına irfan demek lâzım...
Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve gerçek bir dünya görüşüne varmış her insan irfanlıdır. Bunun içindir ki, (üniversite)lerde ve bilhassa mücerred ilim şubelerinde, talebe, bir şey öğrenmekten ziyade, nasıl öğrenileceğini öğrenir. (Üniversite), öğrenme usûlleri öğreten ocak olmak gerek... Bir de bizimkini düşün!
- Bir şey bilmek hüneriyle elmas takma san’atı arasında ince bir yakınlık var. Elmas, mahfazasını zengin etmez. Onunla, çizgilerindeki asaleti ifade eden bir vücudu kıymetlendirir. Bu yüzden, Karamanlı bakkalın pırlantaya boğulmuş parmakları gibi, irfana sadece ve kabaca mahfazalık etmek, üstelik servet cakası yapmak, hakikî irfansızlıktır. İrfandan gaye, en sade ve en zarif kılık içinde bizzat mücevher olmaktır.
İrfan dâvalarımızın, kemiyet çerçevesinde, sürüsüne bereket!.. İlk mektep, son mektep, talebe, inzibat, ahlâk, terbiye, bilgi, kitab, tercüme, lûgat, usûl, (program), yabancı (profesör), yerli muallim, filân, falan...
Bu karmakarışık kesret ifadesi bence tam bir vahdet mânâsı belirtiyor. Mes’ele birçok değil, biricik:
İrfan cihazımızda kol kol şubelendirdiğimiz bütün mes’elelerin bağlı olduğu ve mihrak noktasında toplandığı kök telâkki ve bu telâkkiden doğma ana plân!!!
Bize bu plândan haber versinler!
Tanzimattan beri böyle bir kök telâkki ve ana plân ıstırabıyla başı ağrıyan tek bir maarif büyüğü görmedik!
Herhangi bir dalın yaprağında küçük bir baygınlık alâmeti sezilir sezilmez, hatıra derhâl kök gelmeli... Bir ağacın köküyle en uzak yaprağı arasındaki sıkı münasebet kadar, binlerce irfan mes’elesinin, onlara can veren ana görüş manzumesiyle alâkası var.
Yapılmış, yapılan, yapılacak her şeyin kıymet hükmünü, aşağıdaki kıyasların terazisinde tartarak elde etmeliyiz:
1-Dünya ilim ve fikir cereyanları karşısında durumumuz nedir?
2-Ruhumuz, iktibascı mı, telifci mi?
3-Ahlâk ölçümüz nerede ve nasıl?
4-Hangi ruhî vasıflarda bir gençlik istiyoruz?
5-Bu gençliği ne vasıflarda muallimler yetiştirir ve onlar nasıl yetişir?
6-Milletlerarası bir müessese olan ilim, bu hassasına rağmen, millî bir damgayla mühürlü değil midir?
7-İlim tevzi işinde, onu en yukarıda dağıtan en üst elden, en aşağıda toplayan en küçük avuca kadar hâkim esaslar ve usûller?
Gönül isterdi ki; bu sualleri siyah tahta üzerine tebeşirle yazalım; ve maarif cihazının başında bulunmuş bugün hayatta kaç kişi varsa onlara imtihan suâli hâlinde verelim. Mühlet, imtihan odasından çıkmamak şartıyla 100 senedir; bakalım hangisi cevap verebilecek?
Kök telâkkiyi ve bu telâkkiden doğma ana plânı, bütün çizgilerin merkezde toplandığı bir mimarî (motif)i hâlinde örgüleştirmedikçe, irfan tatbik sahalarında zaaf, daima göze çarpacaktır.
(Amik fakrüddem)e uğramış bir hastanın suratına bir okka pembe ve kırmızı badana çalması gibi sahte ve mukallit nümayişler, gerçek iş ve iş fikrini telâfi edecek değil, onu büsbütün elde edilmez hâle getirecektir. (Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 2. Basım, sayfa 116-118)
|