Kardelenden haberler Kardelen Dergisi Sayı:
108 -
AFRİKA; KURUTULMUŞ İNSAN GÖLGELERİ
Kardelen yazarlarından peş peye kitaplar yayınlanmaya devam ediyor. Yazarımız Sinan Ayhan’ın ilk kitabı olan “Afrika; Kurutulmuş İnsan Gölgeleri” çıktı. Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık’tan çıkan şiir kitabına www.kitapyurdu.com sitesinden ulaşılabilir.
Yazarımızı tebrik ediyor, okuyanının bol olmasını temenni ediyoruz.
29. Kardelen Toplantısı
Kardelen’in geleneksel yazarlar toplantısının 29.su telekonferans yöntemi ile 30 Ocak 2021 günü gerçekleştirildi. Toplantı, Mustafa Büyükgüner’in takdim ve selâmlama konuşması ile başladı.
106.sayının değerlendirilmesiyle birlikte hazırlıkları tamamlanmak üzere olan 107.sayının da değerlendirilmesi yapıldı.
Daha sonra, önümüzdeki birkaç sayının konu tespitiyle ilgili değerlendirme yapılarak dergi ile ilgili projeler istişare edildi.
Bir sonraki toplantının tarihi ve idarecisi belirlenerek toplantı sona erdirildi.
29.Toplantı Başkanı Mustafa BÜYÜKGÜNER'in Konuşması
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, Sevgililer Sevgilisi Resulünün şefaati başta Kardelen camiası olmak üzere bütün meydan yerine çıkanların üzerine olsun, üzerimize olsun.
Ben bu meydan yerine çıkma durumunu çok önemsiyorum ve bu durumun ezelden ebede doğru fikir ile uğraşan veya en azından bu yolda olmaya gayret eden herkese ve her camiaya ilahî bir emir olduğunu düşünüyorum.
Fikir, sahip olduğu kalıpları yıkmak ister, has fikir ise herkese ve her şeye nüfuz eder. Hele başı ve sonu Allah’ın belirlediği hudutların içerisinde bizim idrak edemeyeceğimiz güçteki gerçek fikir -İslâm- zaten meydan yerinde bulunma emrine muhataptır.
Hz Âdem aleyhisselâmdan dinin tamamlayıcısı Peygamberler Peygamberine kadar bütün peygamberler Allah’ın dinini yaymak ile emrolundular, bu emir o kadar keskin bir şekilde uygulandı ki, -meselemizin tam olarak anlaşılması için söylüyorum- meydan yerinde olmak âdeta peygamberler için farz, ümmeti için de terk edilmesi düşünülemeyecek bir sünnet oldu. Konuyu dağıtmamak ve vereceğimiz örnek keyfiyette bütün kemmiyetleri içinde barındırdığı için sadece Sevgili Peygamberimizin hayatından her hangi bir (an)ı cımbızla çekmek yeterli olacaktır.
Rabbimiz emretti ve Resulümüz bütün akrabalarını bir araya topladı, olayı biliyorsunuz, ileride müspet anlamda dini omuzlayıp yükseltecek ve menfi olarak dine en büyük düşmanlığı edecek olan bütün akrabaları oradaydılar. Efendimiz burada İslâm’a ilk önce toplu olarak akrabalarını davet etti. Bu işi meydan yerinde yaptı. İstese evine (veya ailenin büyüklerinden birinin evine) davet eder, tebliği burada yapar ve ihtimal dairesindeki hakaret ve alaylara da kimse görmeden burada muhatap olurdu.
Ama gerçek fikir tabiatı itibariyle dört duvar arasında sınırlandırılamaz. Üstelik tebliği meydan yerinde yaptığınızda muhatap sadece davet edilenlerle sınırlı değildir. Muhatap bütün bir insanlıktır. İşte meydan yerine çıkmanın kıymeti... Allahın Resulünün bu tavrı bütün sahabelerine de elbette sirayet etti. Siyer kaynaklarından öğrendiğimize göre bir sahabenin Müslüman olduktan sonra sorduğu ilk soru, “Ben ne yapabilirim ya Resulullah?” oluyor. Bu tavır başta sahabe efendilerimiz olmak üzere halka halka yolumuzun büyüklerinin hepsinde bir karakter olarak var. Ama bana göre peygamberlerden sonra İslâm tarihinde meydan yerine çıkmanın ve meydanda olmanın vücut bulmuş hali Hz Ömer efendimizdir. Hayatının her anı bir meydan yerinde olma (meydan okuma) hali olan ve bu sebeple şeytanın bile kendisinden korkarak kaçacak delik aradığı Hz Ömer’i yaşamının tek bir (an)ı ile resmet deseler, hiç düşünmeden şu sahneyi söylerdim; Müslüman olduktan hemen sonra kaç kişiyiz diye soruyor, 40 cevabını aldıktan sonra da “40 kişilik bir topluluk meydan yerine çıkmayı hakeder” diyerek Müslümanları Kâbe’ye yani meydan yerine götürüyor.
Bu hamle öyle bir hamledir ki; muhal farz (haşa), meydan yerine çıkıldıktan sonra sahabe efendilerimizden her hangi biri bu davadan dönmek istese, hamlenin büyüklüğünden yani meydan yerine çıkmanın (meydan okumanın) büyüklüğünden bu davadan dönemez… Hattâ ve hattâ dava Kâbe’de aleni hale getirildikten sonra, davadan dönme ihtimali tamamiyle ortadan kalkmıştır denilebilir.
Allah nasip etti 107. Sayımızın konusu olarak Türk Birliğini seçtik. Taslak olarak hazırlanan ve biraz sonra sizler tarafından değerlendirilecek olan bu sayıda Türk Birliğini seçmekteki başarımız son dönemde dünya kamuoyunda yaşananlar düşünüldüğünde daha iyi anlaşılacaktır. Bu konuda bir değerlendirmeyi açılış konuşmasında yapmayacağım. Ancak şu tespiti işte tam burada yapmam da, aynı zamanda 107. Sayının editörlük görevinin de bana verildiği ve maalesef zihnimin çok yoğun olması sebebiyle hayalimden geçen ve planladığım hiçbir şeyi yapamamış olmam sebebiyle benim için bir zorunluluktur:
Türk Birliği (inşallah) bir gün gerçekten kurulabilecekse, bu birliğin temel çimentosu da mutlaka İslâm olacaktır. Bu o kadar tabii bir gerçek ki, hani İmamı Rabbanî Hazretlerinin, “zuhurunun şiddetinden gaip”dir dediği gibi herkes bunu biliyor ancak kimse bunun söylenmesi gerektiğini düşünmüyor.
Bence millet olarak içeride ve dışarıda, (fert fert içimizde ve dışımızda) yaşadığımız bütün maddi ve manevi hastalıklarımızın çözümünü arayanların İslâm’ın milletimize nasıl bu kadar yakıştığını araştırmaları; bu konuda üniversitelerin kürsüler kurması, anlı şanlı bol sıfatlı akademisyenlerimizin bu konu üzerinde çalışması gerekir. Ali Hocamın “Etle tırnak gibi…” diye ifade ettiği bu yakışma halini, bence en iyi bir prototip olarak “Türk” karakterini tahlil ederek anlayabiliriz.
Sayabileceğimiz pek çok hasletinin yanında, aynı zamanda; Türk, Meydan Yerinde Olandır…
Bunun en basit halini “One Minute!” ve “Dünya Beşten Büyüktür!” çıkışlarından, hâlâ başta İslâm coğrafyası olmak üzere dünyadaki bütün mazlumların bir “ah” nidasına devletimizin hemen cevap vermesinden ve dünya kamuoyunda bu durumun takipçisi olmakta kendisini vazifeli görmesinden anlayabiliriz.
Daha yoğun ve daha zirve hallerini ise, şanlı tarihimizin her dönemindeki ferdî ve topyekûn cemiyet çıkışlarında görmemiz mümkün. Hepsini temsilen bir örnekle yetinelim:
Yavuz Sultan Selim Han, İran seferinde iken, yol o kadar meşakkatli oluyor ki, artık asker seferin bitmesini ve geri dönmeyi arzular hale geliyor. Bunu devletin ileri gelenleri marifetiyle Sultan’a duyuruyorlar, ancak Sultanda geri dönmeye dair bir emare yoktur. Bir gün Yavuz’un otağına asker tarafından ok atılıyor… 15 Temmuzun hatıralarının bu kadar taze olduğu günümüzde devlet başkanının çadırına ok atmanın ne manaya geldiği anlaşılıyordur her halde…
Bir yönetmen olsam ve Yavuz Sultan Selim’in hayatını filme çekiyor olsam, benim filmimin başlangıç sahnesi her halde şöyle olurdu:
Yavuz, çadırına atılan oklardan sonra atının üzerinde ve yalın kılıçtır… Meydandadır… Ve askerin gönlüne, yüreğine tesir eden bir konuşma yapar. Bu konuşma orduyu tekrar harekete geçirir…
Aslında Yavuz meydana çıktıktan sonra, hiç konuşmasa ve atını İran’a doğru sürse dahi maksat hâsıl olur ve en büyük sorguçlu paşasından en küçük neferine kadar bütün ordu aynı anda peşine düşerdi. İşte meydan yerine çıkmanın (meydan okumanın) kuvveti…
Yavuz’un meydan yerine çıkmasındaki heybeti ve fikri altyapıyı, o günün Anadolu ve İran coğrafyalarını bilenler ve Yavuz’un hamlesinin ne manaya geldiğini anlayanlar idrak edecektir…
Ülkemizde dergicilik, özellikle de fikir dergiciliği de bir meydan yerine çıkma, meydanda olma durumunu gerektirir. Ülkenin dergicilik geçmişine şöyle bir bakan, türlü türlü ideolojilerin savunuculuğunu yapan dergilerin hepsinin (kendi meşreplerine ve fikirlerinin gücüne göre) gür sesli ve meydanda olduğunu görür. Bizim için bu konudaki en büyük örnek elbette Büyük Doğu’dur.
İslâm tarihinden ve kendi tarihimizden örneklerini verdiğimiz meydan yerinde olma halinin, günümüzde fikirde en ön safında olan elbette Üstad’dır. “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” diye meydanda haykıran, Büyük Doğu’nun ilk devrelerinde kendisine üniversite kürsüsü ve Büyük Doğu arasında bir tercih yapması gerektiği söylenince “Bir sınıfa hitap etmektense bütün bir cemiyete hitap edici olan Büyük Doğu’yu tercih ederim” diyerek üniversitedeki görevinden ayrılan Üstad’ın bütün hayatını tek bir cümleden tarif et deseler; “Bir meydan okuma, (meydan yerine çıkma) tavrının vücut bulmuş hali” derdim.
Bana göre Kardelen’in beslendiği ana damarlar işte bunlar…
Demek ki Kardelen; Türk toprağına atılan bir İslâm tohumu olarak Büyük Doğunun usul ve esasları ile filizlenmiş, yeşerip gürleşerek dal budak salmış ve bu günlere gelmiştir…
İnsanlık tarihinde meydan yerine çıkmanın her türlü fikirden muaf olarak neredeyse bütün toplumlarda görülen şekillenmiş bir hali var. Özellikle eski zamanlarda pek çok toplumda âdet olduğu üzere iki ordu karşı karşıya geldiklerinde savaşmadan önce içlerinden en seçkin savaşçılar seçilerek bu savaşçılar savaş meydanında birbirleri ile dövüşüyorlar. Bunu basit bir düello olarak düşünemeyiz. Zira burada seçilen askerler temsil ettikleri fikir uğruna bu mücadeleyi yapıyorlar. Buna Arapların “Mübareze” dediğini Ali Hocamın kitabı sayesinde öğrendim…
Mübareze… Ne güzel bir kelime…
İlk baskısına “Yeni Bir Diyalektik” ismi verilen -ki o isim de müthiş bir buluştur- esere daha sonraki ilavelerle birlikte yapılan baskısında “Mübareze” ismini vermek… Ne güzel bir buluş…
Tarihe bir not düşülmesi amacıyla şunu büyük bir onurla ifade ederim ki; tanışıklığımızın çeyrek asrı bulduğu Ali Hocamın da bütün hayatının bir “meydan yerinde olma” örneği olduğuna şahidim.
Kardelen’in yeşerip gürleşmesi ve bu günlere gelmesi için can suyunu veren Ali Hocam, aslında bu can suyunu Kardelenin şahsında hepimize vermiştir diyebiliriz. Bu usul gereği meydan yerine çıkmak ve “Durun Kalabalıklar” diye haykırmak hepimizin yaratılış ve yaşayış gayesi olmalıdır.
Bu duygular ile bütün gönüldaşlarımı selâmlıyor ve toplantımızın hayırlara verile olmasını temenni ediyorum.
|