Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     736 kez okundu.     1 yorum bırakıldı.     Yazara Mesaj

Ben Hurca Kasabası
İlknur Eskioğlu

  Sayı: 112 -

Tık tık… Gizli kaldı bu seslerin sebebi ve mânâsı. İlelebet de ufuklarda kaybolmuş, gözden ırak kalmış bir sır olarak da kalacak.

Şafak sökmeye yüz tuttu. Güneş, bir gelin edâsıyla gülen çehresini göstermek için doğmaya, yeni güne bismillâh demeye hazırlanıyor. Kızıllığını ilk önce denizin durgun sularının koluna bırakacak. Güneşten ilk haberdar olan, uykudan yeni uyanan mavilik olacak. Şu yosun kokusu yok mu? Kimisi tiksinir, ama ben bayılıyorum.

Ve aleyküm selâm… Eyvallah, sana da aleyküm selâm…

Ooo selâmlar efendim, sabahı şerifleriniz hayırla dolsun.

Ben Nuhca kasabası. Yeni adım bu! Namıdiğer Göngörmez derlerdi bana. Gün görür olduk artık. Allah (cc) bir meczubu vesile kıldı buna. Meczup ya! Bizim marangoz meczup Sâlih… Kâinatın yegâne sahibi, zaman ve mekândan münezzeh Allah’tır (CC),  biz sessiz dillerin sesini duyan. Dağla, taşla, suyla, toprakla, havayla, ağaçlarla, börtü böceklerle; velhâsıl yaratılmışlarla gün ağarırken selâma dururuz böyle. Zikrimizi duyanın ve bizi yaratanın hürmetine! Hunharca davransa da insanlar bize, severiz insanı da yaratanın aşkına. Kasabada günün hareketi başlar birazdan. Tozu dumana katarak balya taşıyan kamyonların yüzünden, üstüm başım kirlenir yine. İnsanlar abdestsiz, niçin var olduğundan bihaber basarlar kafama gözüme.  Araçların çarptığı hayvan kanından veya kocasının hışmına uğrayarak sokak ortasında öldürülen bir kadından akan kan yüzünden bugün de tâkatim kalmayabilir. Minârelerden “haydi kurtuluşa” çağrısı, kafamın içinde ve ruhumun ta en derinlerinde yankılanırken; câmiye ve o çağrıya sırtını dönen insanın, meyhanede soluğu alması tansiyonumu çıkarabilir. Kara para hesaplarından ve kara aşk mevzularından tiksinebilirim. Evlâdının âsi oluşundan hayıflananların konuşmalarına ortak olabilirim. Bâtıl fikir ve düşüncelerini de dinlemek zorunda kalabilirim. Ve daha nicesi beni her zamanki gibi bugün de yorabilir.

Yıllanmış mekân, asırlık çınarım ben. Ne günler gördüm, ne insanlar tanıdım. Daha kederli, hazin günlere de şâhit oldum, daha günahkâr insanları da sırtımda taşıdım. Gün geldi, Hz. Nuh’un (as)  gölgesi düştü üstüme. Birazcık da olsun sükûna erdim. Ne zaman ki “tık tık” sesleri ufuklara karıştı gitti, işte ben o zaman âzâd oldum, gün yüzü görememiş günlerden!

Nuhca dediler bana. İnandığı gibi yaşayan ve yaşadığı gibi ötelere göç eden marangoz meczup Sâlih’ten miras kaldı bana bu isim. Ne yalan söyleyeyim pek hoşuma gidiyor ismim. Namıdiğer ismim gaflet doluydu. Efendim, asırlık çınarın bir serencâmı olmaz mı hiç! Ömrüm boyunca aynı ismi kullanmayışımın sebebi dillere destandır. Anamdan doğduğumda koyulan ismim yazmayacak mezar taşımda. Meczup Sâlih’in desen bir mezarı bile yok. Fakat onun mezarı benim gönlümde azizim.

50-60 yıl öncesinden beri meczup Sâlih, buralarda nâm salmış birisidir. Güngörmezdeki Sâlih denildi mi, tanımayan olmazdı onu. Denize nâzır şirin bir kasabayımdır. Öyle derler yani. Yoksa riyâdan Allah’a sığınırım. Bizim meczup, genç yaşından beri ahşap tekne marangozluğu yapardı. Deniz kenarında, balıkçı barınağının yamacında bir kulübede yaşardı. 50’li yaşlardayken hanımını ve iki evlâdını, elim bir trafik kazasında kaybedince oturdukları evi sattı. Kendi elleriyle yaptığı kulübeye yerleşti. Başka da kimi kimsesi yoktu. Zamanında dedesiyle babası da marangozluk yapardı. Âilede gelenekti yani, ahşap tekne marangozluğu. Dedesi, ona mütemâdiyen Hz. Nuh’un (as) kıssasını anlatırmış. Allah’a ve bütün peygamberlere sevgisi sonsuzdu şüphesiz; lâkin Hz. Nuh’a (as) karşı ayrı bir meyli vardı hâliyle.  Bu meslekte köklü bir geçmişleri olduğundan yaptıkları teknelerin, sandalların, kayıkların tahtaları için kestane ağacı yetiştirirlerdi. Hz. Nuh (as) misâli…

Hz. Nuh’un (as) mesleğine sâhip ve tahtaları temin etmek için ağacı, kendileri dikip yetiştiren köklü bir âileden gelen meczup, O’nun (as) gibi oturduğu kulübeyi de kendisi yaptı. Anlayacağınız üzere mesleğinde usta ve işinde oldukça titizdi. Şimdi anlaşıldı herhâlde “tık tık” seslerinin nereden geldiği! Nereye gittiğini sorup da yaramı deşmeyin şimdilik olur mu? Hepsini anlatacağım!

“Bu kulübede yaşanır mı?” diyenlere, “Göçebeyiz bu dünyada, fazlasına ne lüzum var” derdi. “Dünyada göçebe olduğumuz kadar kendi özümüze de göçebeyiz” diye ilâve ederdi.  O da dedesi gibi kasabalılara, eşe-dosta, müşterilerine Hz. Nuh’u (as) anlatırdı. Onu anlatmakla kalmaz, bizzat yaşar ve yaşatırdı. Bildiği doğruları ve hakikati haykırmaktan asla geri durmazdı. Cesur mu cesurdu. Cevvaldi. Zülfiyâra dokunuşları yüzünden onun görüşünde olmayanlar tarafından pek sevilmezdi. Dünya işte! Bir insan, birileri tarafından sevilirken, birileri tarafından da sevilmeyebiliyor. Yalnızca insan için değil, bizim için de geçerli bu durum. Beni de, seven de var sevmeyen de… Biz, Sâlih ile birbirimizi severdik. Muhabbet eder, dertleşirdik. Biz birbirimizi duyardık be azizim (Hâl diliyle!..)

Gençlik zamanlarındayken, beyaz tenli yüzüne kondurduğu, onu daha da yakışıklı yapan kara sakalları artık ağarmıştı. Sırtı da kamburlaşmıştı. Kır sakalları, başındaki fesi, nur yüzü hâlâ gözümün önüne gelip duruyor. Gerek fıtratından gerekse de şemâilinden memnun olmayanlar tarafından çok hakârete uğrardı. Kimisi için ruh hastasının tekiyken kimisi için de o bir sûfiydi. Dünya yaratıldığından beri bu topraklar üstünde garpla şark, küfürle iman, şirkle tevhid, bâtıl ve hurâfe ile hakikat bir arada değil mi zaten! Ne de olsa her şey zıddıyla kâim!

Âzâde’si vardı bir de Sâlih’in. Âzâde ya! Kulübesinin sağ tarafına gelen iskelede demirlediği teknesiydi, Âzâde.  El bebesi gül bebesiydi o tekne. Her tekneyi, sandalı, kayığı itinâ ile yapardı yapmasına da Âzâde’yi, hepsinden de ayrı bir şevkle yapmıştı. Onunla hiç denize açılmazdı. “Kullanmayacaksın da niye yaptın, be adam?” diyenlere, “Zamanını bekliyor, onun için biçilen zamana demirli o” derdi. Ona karşı besledikleri kinleri yüzünden, kulübesini de teknesini de defalarca kez talan etme girişiminde bulundular. Kendisini de öldürmek için çok plânlar yaptılar. Fakat ne hikmettir ki hiçbir zaman da niyetlerinde muvaffak olamadılar. Hep engellendiler. “Beni de onları da bir koruyan var. Bir olan Allah (cc) kalplerde olanı bilendir, benim de niyetimi biliyor. Kötülük etmeyin ki kötülük bulmayın” diye her seferinde bıkmadan usanmadan onları ikâz ederdi. Bir gün, onlara mâni olmaya çalışırken kendisi zarar görmüş, ayağı takılıp düşmüştü de o pamuk sakallarına alnından kan sızıvermişti. İçim parçalanmış, gözyaşlarımı tutamamıştım. Belli ki gözyaşlarım üstüne damladı ki;  “Üzülme Güngörmez!” demişti. “Gün gelecek sen de gün göreceksin sabret! Nuh (as) varsa Nuh’un (as) oğlu Yam da vardı, karısı Vâile de… O, onlarla imtihân oldu, ben de bunlarla imtihân oluyorum” demişti.

İşini yaparken “İslâm garip olsa da gâliptir. Allah bir, bir İslâm!” diye mazlumâne haykırışı ve çivinin, keser vasıtası ile tahtayla buluşması esnâsında çıkan o “tık tık” sesi, gökyüzünde nasıl da güzel bir armoni oluştururdu. Güngörmez ahâlisi, bu ritmik seslerle uyuyup uyanmaya alışmıştı. Tahtalara çiviyi her vuruşunda çıkan o seslerle bir hakikati haykırmak ister gibiydi. Bu âhenk karşısında deniz çoşar, dalgalar âdeta birbiriyle yarışırcasına kıyıya vururdu.

Ah rikkatini elinden bir ân olsun düşürmeyen meczup! Cehâlete, zulme karşı var gücüyle mücâdele ederdi. Hak din İslâm’a, gönlünde de zihninde de prangalar vuranlara karşı her dem sebât gösterirdi. Delâlete düşmüş yüreklere dokunmaya çalışırdı. “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resulullah” inancını kalplere ilmek ilmek işlemeye çalıştığı için netâmeli görünürdü. Ama o aldırmazdı. Âşık olduğu peygamber yolundan bir sâlise bile ayrılmazdı. Yeter ki yolunu şaşıranlar, yolunu bulsunlar. Helâk olmak yerine hidâyete ersinler. Onun tek meramı buydu!

Hidâyete vesile olmak ne müstesnâ bir hediyedir! Bu hediye, Sâlih’e nasip olmuş, nicelerinin sapkın yoldan hak yola dönmesine vesile olmuştu. Alnındaki kanları temizlemeye yardımcı olanlar, onu seven ve onun dünyaya bakışını, fikrini, düşüncesini benimseyen yol arkadaşlarıydı. Fakat daha nicesi de vardı ki düştükleri inkâr bataklığındaki çamurların içinde çırpınıp duruyorlardı. Vatanına-milletine ihânet eden,  minârelerden yankılanan ezâna saygısızlık eden, bayrağımızı, Kur’ân’ı ayaklar altında çiğneyen, Müslümanlara zulmeden, Allah’a ve Peygamberlerine küfreden, İslâm düşmanı bir gürûh hâlâ vardı. Nefsini putlaştıran, kula kul-köle olan o gürûh, putlarını bir türlü yıkamıyordu. Sadece Sâlih ve yoldaşları, Allah’ın yardımı ile o putları yıkabilirler, hakla batılı karıştırıp bile bile hakkı gizleyenlerle baş edebilirlerdi.

Meczuba fiziki tâcizde bulunamayacaklarını idrâk etmişler, artık pes etmişlerdi. O kadar güçsüz ve âciz oldukları hâlde akıllanmamakta direniyorlar ve Sâlih’e karşı sözlü tâcizlerini sürdürüyorlardı. “Yobaz, geri kafalı, tutturmuş bir Nuh’tur gidiyor. Ne Nuhmuş be! Sanki ölüp gitmedi! Asırlar öncesinden yaşamış birinin yolundan bu kadar da gitmek ne oluyor? Yıl olmuş kaç, modern çağdayız. Şu gerici zihniyetler değişmedi gitti. Başındaki fesinden de, o sakallarından da, nasihatlerinden de iğrendik. Kokuşmuş, karanlık zihniyetin senin olsun. Bizim zihniyetimiz bize yeter. Hadi göster bize o zaman, Nuh dediğinin gemisini! Bir parçası bile bulunabildi mi hiç! Onun gibi marangozluk yapıyor bir de! Eskilerin masallarıyla çoluk çocuğumuzu da zehirleyecek“ diye veryansın ederlerdi.

Meczup Sâlih, benim kulağıma fısıldadığı hakikatleri, kasaba halkına da minârenin şerefesine çıkıp zaman zaman haykırırdı. (Sesi öyle gür ve keskin çıkardı ki, sanırsın ki elinde mikrofon var!)

“Ey Göngörmez ahâlisi! Zamanın, her geçen gün ömrü azalıyor. Zaman ölüyor, uyanın! Ölüm var! Dünya da ölecek! Ölüm de ölecek! Üstüne bastığınız toprağı incittiğiniz yetmedi mi? Bâri ölünüzden toprak incinmesin. Bâki olacak tek Allah’tır. Allah’ın (cc) rahmetine sığınma vakti geldi de geçiyor. Af dilemezseniz, ebediyen ateşler içinde yanacaksınız. Gün görsün bu kasaba artık! Yıkın sarıldığınız putlarınızı! Feraha erdirin o habis ruhlarınızı! Boğazınıza kadar çer çöple dolusunuz. Temizleyin, maddi manevi çöplerinizi! Arının, kalbinizdeki putlardan! Kırıp geçirin, alışık olduğunuz şu putlarınızı!

Gideceğim bu diyârlardan korkmayın! Gideceğim, ama yalnız gitmeyeceğim! Vazgeçemediğiniz putlarınızı da alıp gideceğim. Sonra da bu kasabada, bazısı selâmete erecek bazısının da âkıbeti, ibret vesikası olacak. Unutmayın; tufan, gelirken haber vermez. Ansızın geliverir.

Hz. Nuh’un (as) gemisini yapamasam da… O’nun (as) gibi kendimi Hakka teslim edemesem de... Tufanda helâk olanlar dışında inanmışları, gemiye toplayıp tufandan sonra o geminin, Cudi dağına oturup selâmete eriştiğini göremesem de… O’nun (as) kadar ferâsetli, salâhiyetli olamasam da yolunu, kendime yol bilirim. Yapabildiğim tekne de olsa gönlüm ve duâm, Hz. Nuh’un (as) gemisindekiler gibi kurtuluşa erenler arasında olmanızdır.” (Sâlih’in son konuşmalarından, zihnimde kalanlardan sadece bir kısmı…)

Tufan mı demişti Sâlih? Tufan mı olacaktı yani? O zaman ben de kaybolur giderdim. Selâmete erenlerden mi, yoksa ibretlik olanlardan mı olurdum ki? Hay Allah! Sâlih’in teknesi bunca insanı da almazdı ki! Merâk etmiş, “Hey meczup! Ne demek istedin, söyle hele!” demiştim. ”Bundan sonrasına ‘susma orucu’ yakışır Güngörmez!” demişti. Beynimden vurulmuşa döndüm. Düşünmekten günlerce gözüme uyku girmedi. Artık dayanamadım da bir gece erkenden uyuya kaldım. Sabaha karşı üstümden geçen o koca kamyonları bile duymamışım. Daha da uyuyordum da birdenbire çalkalanmaya başladım. Yok yok, tufan olmuyordu. Ben de birden öyle zannettim. Uyku sersemi olduğum için canhıraş çığlıkların sesinden irkilmiştim. Gözlerimi bir açtım, sağanak yağmur yağıyordu.  Yağmuru görünce gayriihtiyâri; eyvah dedim, tufan başladı!

Sesler sahilden geliyordu. Meczup… Meczubu arıyorlardı. Sadece meczubu da değil, kulübesini ve Âzâde’sini de… Sâlih yoktu! Hadi Âzâde ile denize açıldı diyelim! Peki ya kulübesi? O neredeydi? Neler olduğunu anlamaya çalışırken dört yoldan da sesler gelmeye başladı. Kurumuş insan cesedleri diye çığlık atıyorlardı. Tövbeler olsun! Neler oluyordu böyle? Arama kurtarma ekipleri günlerce karada ve denizde Sâlih’ten bir iz bulabilmek için çalıştılar. Heyhât, bulmak ne mümkün!..

Cesetler mi ne oldu? İbret vesikası oldular!!! Sâlih’in dediği olmuştu. Kendisi bu diyârlardan gitmiş, helâke uğrayanların sonu işte böyle ibretlik olmuştu. Onun böyle ansızın ortadan kaybolmasından ders alanlar da yaptıklarından pişman olup af dilemişler, Allah’a secde etmişlerdi. Hakikaten putlar temizlenmiş, ben de gün görmüştüm. Nuhca yaşayan bir meczubun hâtırasına da ismim, Nuhca oldu. Oldu olmasına da âhir zaman be azizim! Üstümdeki bâtılın, câhilliğin o soluk lekesi, belirginleşmeye başladı. Duâ edin bana da fazlalaşmasın! O günlerdeki gibi olmasın.

Asırlardır, gözü ufuklara dalıp giden, ufuklarda meczup Sâlih’i arayan biçâre Nuhca’yım. İşte benim hayat hikâyem böyle kardeşim. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Peki ya sen?

 


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Ekleyen : Fatma Pekşen    26.06.2022
Yorum : Çok güzel bir hikâye kaleme almışsınız İlknur hanım. Kaleminiz var olsun. İbret alabilir isek ne mutlu bize. Allah yâr ve yardımcımız olsun.





 
Şehitlik oyunu... - Sayı 119
Hazır mıyız?... - Sayı 118
O Da Yetimdi... - Sayı 117
Âyet Gâyet Açık... - Sayı 116
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun


Sanatımızın, özellikle şiirimizin şu andaki seviyesini güneş ışığının yokluğuna mı, yoksa ondan gelen ışığın yansımasını engelleyip, bizi suni bir güneş tutulmasıyla karşı karşıya bırakanlara mı bağlamalı?..
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Tevhid yoksa huzur da yok
Kaleme yemin
Kardelenden Haberler


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14592708
 Bugün : 3249
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 631039
 Bugün : 685
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 88
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim