Âyet Gâyet Açık İlknur Eskioğlu Sayı:
116 -
(19. Mektup, 07.01.2023)
“İlim elinde çıra
Yak da Mevlâ’yı ara
Bilmek olmak değildir
Olmaya bak olmaya!”
Yunus Emre
Duâma vesile olan babam…
Söz konusu sen olunca; cevizin kabuğundan öteye geçemediğim veya kabuğunu kırsam da, kabuğun içindeki o mânâyı idrâk edemediğim zaman dilimleri öyle çok ki… Olamadığım, olmaya baktığım o demler... Babadan derin mânâlı mesajlar silsilesi…
Yine öyle bir gündü… Köşeme çekilmiş, kitap okuyordum. Evde yoktun, kitap okurken câmiden gelmiştin. Her zamanki gibi bir şeyler mırıldanarak eve geldin. Evin merdivenlerinden çıkarken âyet veya ilâhi okuyan tiz sesini duymak ve eve geldiğini anlamak ne güzel bir nimetmiş baba…
O nimete öyle çok alışmışım ki… O kadar sıradan geliyormuş ki bana… Masanın başından kalkıp da önüne bile çıkmamıştım… Nasıl olsa hep geliyordun ve gelmeye hep devam edecektin!.. İnsan okyanusun içindeyken suya ihtiyaç duyar mı hiç? Nasıl olsa, okyanusun tam ortasında… Nasıl olsa, boğazına kadar bedenini saran berrak suyun tadını çıkarıyor… Peki ya, sular çekilince? İşte o zaman bozkırın orta yerinde, ürkek bir ceylân gibi kalakalıyor. Boşuna dememişler; “Ol mâhiler ki, deryâ içredirler, deryâyı bilmezler.” Yine duyabilsem ayak seslerini ve bir şeyler okuyan o billûr sesini… Koşa koşa gelir yanına, boynuna atılır, “hoş geldin babam” diyerek öper koklardım, gül tenini… Öldükten sonra 2-3 yıl boyunca, yatsı ezânı okunduğunda, “Babam, namazı kıldırınca gelir. Çay demleyeyim” diye içimden geçirdim ve oturduğum yerden kalkmaya hazırlandım. Sonradan kendime gelip, geri oturdum. Ahh… Kim, nereye geliyor? Öldüğünü unutuveriyordum bir ân işte. İnsan kendine acır mı baba? Ben bu hâllerime çok acıyorum. Gözümün yaşına, yüreğimin acısına mâni olamadığım öyle hazin bir ruh hâli ki, bu hâller…
O gün de; şimdilerde yana döne aradığım, o zamanlar ki düşüncemle de, rutin işlerin başköşede oturduğu herhangi bir gündü. Odaya usulca girdin, her zamanki yerine oturdun. Kitap okumaya öyle çok dalmıştım ki, seslenişinle başımı kitaptan kaldırdım. Bana bakıp bakıp gülüyordun. “Cuma sûresi 5. âyeti okusana bir kere!” dedin. “Niye? Ne yazıyor ki o âyette?” diye sorduğumda tebessüm ederek, “Oku, anlarsın! Meâl yanı başında!..” dedin… Merak etmiştim, durduk yere, “şunu okusana, bunu okusana!” diye bir şey söylemezdin. Bu huyunu bildiğim için merakım, daha da çok arttı tâbii. Hemen kalktım, kitaplıktan meâli aldım. Hızlıca sayfalarını çevirdim ve Cuma Sûresi ile karşı karşıyaydım. Sûrenin meâlini baştan sonra okuyacak kadar sabırlı olamadım o sırada. Söylediğin âyete odaklandım sadece:
“Tevratla yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu ciltlerle kitap taşıyan (taşıdığı şeyin kıymetini bilmeyen, taşıdığı şeyin kendine yüklediği sorumluluklardan gafil olan) eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Cuma Sûresi/ 5. âyet)
Aman Allah’ım… Âyeti okuyunca beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Sana dönüp, “ne demek istedin baba bana?” diye sorduğumda, bir kez daha tebessüm ettin ve “Âyet gayet açık!” dedin. Bu sözünle bir kere daha beynimden vurulmuşa döndüm. Tekrar tekrar okudum âyeti ve üstünde uzun uzun düşündüm. Okuyordum, okumayı seviyordum sevmesine de, okumakla mı kalıyordum, okuduklarımın ve öğrendiklerimin hakkını verebiliyor, bildiklerimle amel edebiliyor muydum? Bilmenin olmak için yeterli olduğunu mu düşünüyor, olmak için bildiklerimi aklıma, fikrime, zikrime, kalbime, düşüncelerime ve davranışlarıma yerleştirebiliyor muydum? Ben de, kitap yüklü bir merkepten farksız mıydım? Düşündüm, düşündüm, düşündüm…
Tartıştığımız zamanlar, fikir uyuşmazlığımızın olduğu konular da çok oluyordu, ama ölüm araya girince insan, her şeyi, her ânı özlemle yâd ediyor. O tartışmaları, ya tebessümle hatırlıyorum yahut hiç dile dâhi getirmek istemiyorum. Tartışma esnâsında bana böyle bir ikâzda bulunsan, “beni haksız, kendini de haklı görüyorsun” derdim sana. Haksız da olsam, haklı olduğumu ispât edene kadar konuşur durur, karşımda babam olduğunu unuturdum. Huysuz taraflarım var, kabul ediyorum. Her zaman, her konuda okuyup öğrendiklerimi, hayatıma tatbîk edemiyorum. Hâl böyle olunca da, kitap yükü merkepten farkım kalmıyor. Tartışırken böyle bir hatırlatmada bulunmadın. Eğer öyle olsaydı, “söylediğim herhangi bir şeye kızdığın için beni ikâz ediyorsun” derdim. Niçin dediğini tahmin ederdim en azından, lâkin öyle bir zamanda söyledin ki… Tek bir sözüme veya bir davranışıma mahsus olmakla kalmadı. Bir sözümü veya bir davranışımı düzeltmek kolay olabilirdi. Bütüne hitâp eden bir ikâzdı seninki… Bu da, en zor olanı… Tam da kitapların arasındayken… Kitaplarla muhabbet ederken… Kitap sayfalarının arasında kendimi kaybetmişken, kendimi buldurdun bana!..
Artık birazcık daha büyük ve gelişmiş bir kitaplığım var, ama asla sevinmiyorum bu duruma. Beni o âyetle tanıştırmanı hatırlıyorum ve âyet kulaklarımda çınlıyor âdeta. Elimdeki kitaplar kadar olsun, ilim sahibi olamadığıma, ilmimle amel edemediğime ve sorumluluklarımı yerine getiremediğime üzülüyorum. Kitaplığıma baktıkça ve kitap okudukça, o günden kalan bir duâ dilime dökülüyor ve seni bir kez daha özlemle yâd ediyorum babam. “Allah’ım kitap yüklü merkeplere benzemekten sana sığınıyorum.”
Senden aldığı terbiyeyle, başta Allah’ın kitabını ve O’nu ve sevgilisini hatırlatan diğer kitapları sırtına yük etmekten ziyâde; kitapların ruhuna inmek, okuduklarıyla ruhunu terbiye etmek için hayat mücâdelesi veren kızın.
|