Hazır mıyız? İlknur Eskioğlu Sayı:
118 -
Canımın canı babam…
“Ağustos böceği” derdin bana bazen, Ağustos’ta doğduğum için. Sırf sen söylediğin için hoşuma giderdi bunu duymak… Bu hitâbını hatırladığımda, şâirin mısraları dökülüyor dilime mütemâdiyen: “Ağustos böceği düşünce derde/İçine kuşların sevdası dolar.” Senin ağustos böceğin de, dermânı içinde gizli olan dert yumağının üstüne düşüyor. Ömrümün 33. Ağustos ayı… Ve ben her Ağustos ayında, yılsonu muhasebesi yapıyorum. Mîzandan önce mîzan… Bazen borçlu çıkıyorum, bazen alacaklı… Kasayı bir çırpıda kapatamıyorum hiçbir zaman.
Pergel misâli bir ayağımı belli bir noktada sabit tutarak çizdiğim dâirenin merkezinden, mâziye doğru bir yolculuk yapıyorum. O zamanları gözüme virâne görünen saray yavrusu evimizde kalan huzurun rayihasını ciğerlerime çekiyorum. Ardından toprak rayihasını… Sac tavana pıt pıt damlayan yağmur katreleriyle, eve damla aktığı için sağa sola koyduğumuz leğenlere şıp şıp damlayan yağmur katreleri aynı olmasına rağmen “pıt pıt” ve “şıp şıp” sesleri, hayâlhânemi ayrı renklendirirlerdi. Yağmurun habercisi o keskin rüzgârın uğultusu, evin kulaklarını çınlatırdı. Dut, üzüm ve erik yapraklarının hışırtısını ve dallarının evin duvarlarına işveli bir edâyla değmesini utangaç yâre benzetirdim. Çayın demine, kahvenin telvesine eşlik eden en kadim dostumdu yağmur katreleri. Her bir katre, gönülde biriken bir kiri pası alır götürürdü bâkir topraklara. Dışarıda olduğumda yağmur başlamışsa eğer, koştura koştura eve kaçardım. Rahmetten kaçtığım için değil de, rahmeti incitmemek adına… “Rahmet yağıyor rahmettt!” derdin. Bazen de, “Bereket yağıyor berekettt!” der, sac tavana damlayan mûsikîyi dinleyerek tütününe efkârını doladığın bir sigara içerdin.
Gönlün kıvrımlarına neşe veren, ruhu dinlendiren ve toprağı yeşerttiği kadar kalpleri yeşerten yağmur, artık içimizi ürpertiyor baba. Gündüzü katran karası geceye çeviren gün aklımıza geliyor. Her yağmur, acımızı bir kez daha hatırlatıyor. Hiç unutmadık, unutamadık ki 11 Ağustos 2021’i… Yağmurun güzelliği süslerdi hayâllerimizi… Gök ve yer ferahladı mı, bizim de ruhumuz ferahlardı. Balçık karasına hapsolmuş diyârımız geliyor gözümüzün önüne artık. O günlerde, ne çok duâ etmiştik Nuh’un gemisinde tûfanın bitmesini bekleyenler gibi… “Ey toprak suyunu yut! Ey gök suyunu tut!” Bir katre ile başladı her şey. Bir katrenin birikmesiyle tûfana gark oldu Batı Karadeniz. Rahmetten de ürker miymiş insan baba? Çâresiz kalmanın ne demek olduğunu, sicim gibi yağan yağmuru pencereden seyrederken mi öğrenirmiş? Nimetin her zaman yağdığından fazla yağmasının nelere sebep olduğuna şâhit olduk. Güneş bir elvedâ çekip bulutlar hizâya geçtiği an, küt küt eder miymiş insanın kalbi? Şâhit oldukları aklına gelince kalbi yerinden çıkacakmış gibi olurmuş âdeta!.. 11 Ağustos 2021 ve 27 Haziran 2022… Üst üste 2 sene boyunca sel âfetiyle imtihan oldu, yeşille mavinin ihtişâmına hayrân olduğumuz diyârımız… Ağustos böceğin, Ağustosları, bir hüznün eşiğine baş koymuş bir hâlde karşılıyor artık. Yağmur bir başka yağıyor. Kederli, mahzun… Denizin mavimsi görkemi, birden bire koyu gri oluveriyor düşüncemde… Yağmur ve o gün… O gün ve yağmur… Mıh gibi saplandı kaldı göğsüme…
1963’te… Doğduğun yıl... Büyüklerinden duyduğun kadarıyla anlatırdın, o zamanları olan seli. Daha büyük bir selin olduğunu, maddî hasar çok olsa da can kaybının olmadığını… Masal dinliyor gibi dinlerdim. Ahh… 11 Ağustos 2021’de canlar gitti baba. Virâneye döndü her yer. Târumar oldu yüreğimiz. Canhıraş çığlıklar yaktı kavurdu sinemizi. Cansipârâne koşuşturmalar dağladı kalbimizi. Sel sularına kapılmış yakınlarının bedenlerini olsun bulabilmek için seferber oldu her bir yürek. Onulmaz yaraların girdabında, gündüzlerin üstüne, katran karası geceler yağdı. Fiziken ne çok kusur bulurdum kendimde ve sen de her seferinde ne çok kızardın bana!.. “Başka derdin yok mu senin?” derdin. Anladım baba… Bedenler sel sularında kaybolup gittiğinde, bulunsa bile ibret alınacak bir hâlde bulunduğunda daha iyi anladım, bedenden ibâret olmadığımızı ve asıl mesul olduğumuz şeyin sadece bedeni güzelleştirmek olmadığını… Toprak altında çürüyüp gidecek bedene ne kadar çok ehemmiyet verdiğimizi çok daha iyi anladım. Allayıp pulladığımız, kozmetik ürünlerin kölesi yaptığımız bedenimizin, ölümle karşı karşıya kaldığında pek bir kıymetinin kalmadığını… Ah kapitalist sistemin düşürdüğü tuzaklar!..
Bulutlar ölümü hatırlatıyor baba. Şimşek çakması, gök gürlemesi ölümü hatırlatıyor. Yağmur, ölümü hatırlatıyor. Ölenleri hatırlatıyor. Bulunamayanları, yitip gidenleri… Yakın bir zamanda, gök gürlemesinden o kadar çok irkildim ki… Nasıl bir irkilmeydi Allah’ım… “Allah-u Ekberrr” diyerek oturduğum yerden fırladım. O an, son nefes alıp verişim olabilirdi. Ömrümün son ânı olabilirdi. Azrail bana elini uzatmış olabilirdi. “Bu kadar işte!” dedim. Dünya dedikleri bu kadar… Stresler, sıkıntılar, dertler, kederler, elemler yok. Tebessümler, sevinçler, heyecanlar, hayâller yok. Uğruna divâne olduğumuz hiçbir şey yok!.. Yalnızca amellerimiz bizimle… Bir gök gürültüsündeki tefekküre mest oldum. Bir pencereden diğerine mekik dokuyorum yağmur yağarken. Ya yine sel olursa? Ya odun yığınları gibi sel sularında savrulan benim bedenim olursa? Kabirde yanıma alacağım azığım var mı? Hazır mıyım? Ölüme… Hesaba… İnsan ne kadar da âciz! Âciz olduğunu bildiği hâlde ne kadar da nefsini putlaştırarak yaşıyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyanın debdebesine dalıyor. Sonra ilâhî bir ihtâr geliyor, hatırlıyor hakikati… Bir taraf Ad kavminin, bir taraf Semud kavminin, bir taraf da Nuh kavminin sınandığı hâdiselerle sınanıyor. Akıllanıyor muyuz peki? Nasip meselesi…
Kaldığımız câmii lojmanı da yıkıldı baba. “Viran oldu evim yurdum…” Orası da yıkılınca ben bir kere daha yıkıldım ve sen bir kere daha öldün sanki. Her şey gibi hâtıralar da, bırakıp gidiyor insanı fütursuzca… Ve insan, ısrarla dünyaya tamah etmeye devam ediyor. Bir pencereden diğerine koşturabildiğim bir çatım olduğuna şükreder, sana duâ eder ve susarım… Susar ve tevekkül dilimi konuştururum. Yapılar inşâ ediliyor. Şehirler neşvünemâ buluyor. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor elbette. Bir burukluk, kalbe batan bir sızı hep var oluyor, ama selin oluşturduğu hasarı telâfi etmek için bir şeyler yapılabiliyor. Kalbimizi çamurlu sel sularından arındırmak ve o sel sularının, bize hiç uğramamış gibi ruhumuzun neşvünemâ bulabilmesi adına bir şeyler yapmalı değil mi baba? İmtihanlardan payımıza düşeni alıp, nefsi terbiye edebilmek için ruhumuzun, birazcık can suyuna ihtiyacı var sanırım. İnsan, en çok kendini ihmal ediyor ve ihmalkâr insan, ruhunun sel sularıyla boğuştuğunu bile fark edemiyor. Mânevî sel yataklarımız, hep vurgun yiyor. Üstüne İslâm’ın gölgesinin düşmediği taşkınlıklar, berrak gökyüzünü görmemize mâni oluyor. Güneşin doğuşunda da, batışında da mahrum yaşıyoruz. Katran karası geceleri aydınlatacak tek meşale İslâm iken, biz İslâm dışı her yolu mubah görüyoruz. Maddî-mânevî yıkımları onarmaya, harâbeye dönmüş ruh köklerimizi bataklıktan çıkarmaya, içtimâî, ferdî, ruhî, kalbî ve nefsî sellerin esâreti altında kalmadan, yaşanmaya değer bir hayat için yaşamaya hazır mıyız sâhiden? Sellere karşı tedbir alacak donanıma sahip miyiz? Sel sularında boğulduktan sonra alınan tedbirden ziyâde; maddî ve mânevî yönden içinde kaldığımız bulanık suların peşi sıra getirdiği sellere karşı… Ahlâk çekildi göğe, gayriahlâkî hâl ve hareketlerin, akımların, sistemlerin ve ideolojilerin oluşturduğu, suları bir türlü çekilemeyen sellere mâruz kaldı yeryüzü!.. Billûrdan bir inci şimdi aradığımız… Bir bozgun yemişiz ki bulanık sularda boğulmaktan kurtaramıyoruz kendimizi…
Elbet bir gün, bu sel suları çekilecek değil mi baba? Toprak yeşerecek, bu zamana kadar böylesi görülmemiş İslâm çiçeği açacak!.. Birbirinden güzel, rengârenk, baktıkça insanın gönlünü bir hoş eden… Huşû duymanın mânâsına eriştiren cinsten… Yerden göğe kadar uzanacak şanlı çiçekler… Sirâyet etmediği tek bir nokta kalmayacak!.. Buna hazır mıyız acaba? Hazır olmak için hazırlanıyor muyuz?..
Sel sularından âzâde olmanın gâyesiyle, bulanık sularda kulaç atmak için çırpınan kızın.
(Selde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına sabırlar diliyorum.)
|