Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     6456 kez okundu.     1 yorum bırakıldı.     Yazara Mesaj

?ef Ne Y?e Yarar?
Ali Erdal

  Sayı: 57 - Temmuz / Eylül 2007

Nereden nereye!.. Peygamber emrini yerine getirip, “dünyanın kilidini” İslâm dünyasına açtığı için “Fatih” unvanlı; krallar, valisi mesabesinde kaldığı için “Muhteşem” lâkaplı devlet başkanlarından; “Avrupa ne der?” korkusuyla titreyen sadrazamlara; ve “Avrupa kriterleri” peşinde ömür ve haysiyet tüketen politikacılara… Bugünkü devlet adamlarının konuşmalarına tahammül edin, göreceksiniz dünyaları, günübirlik basit tartışmalardan  ibarettir… Tarih idrakleri, yaşadıkları zaman; mekân görüşleri, seçime katıldıkları yer… Fikirleri, seçime katıldıkları yerin sevdalısı (?) olmaktan; dünya görüşleri, yurt dışından aldıkları telkin ve tesirlerden ibarettir. Tarzları, rakibi kabul ettikleri kişiye çatar gibi bağırıp çağırmak… Vaadleri, sigara paketinin üstünde, sözleri dünde kalır... Sayfalar dolusu programlarının özeti, günü kurtarmaktan ibaret. Şahsiyetlerinin esas maddesi Ziya Gökalp, Tevfik Fikret halitası… Diğer tesirler, yemeğe eklenen tuz, karabiber vesaire gibi  Bir beyitleri, sözleri, kararları, azimleri bugünlere kadar gelmiş, darbımesel olmuş devlet adamlarını düşünün.. Bir de bugünküleri… Nereden nereye!..  Everest tepesinden, Lût gölüne!..


Kılavuzlarından biri Gökalp, “Osmanlı Musikisi, Bizans’tan tercüme ve iktibas olunmuştur!” diyor. Hem Türk sanat müziğine iftira ediyor; hem Osmanlı’yı, yani Türk’ün en büyük zuhurunu; Türklüğün dışında sayıyor… Memleketimizde iki musiki varmış; biri ilhamla bizden doğmuş, diğeri taklitle dışardan alınmış… Halk müziği yerli, sanat müziği yabancı imiş… Farabî oturmuş, satranç taşı gibi Bizans’tan almııış, Osmanlı sarayına koyuvermiş… Köklerimize yabancılaşan saray ve çevresi de, ilhamla kendimizden doğmuş halk müziği varken, “tercüme ve iktibas”la aparılan Bizans müziğini, hay sen çok yaşa Farabî deyip, baş tacı edivermiş: ‘’Memleketimizde yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk Musikisi, diğeri Farabî tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı Musikisi’dir. Türk Musikisi ilham ile vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisi ise taklit vasıtasıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam ettirilmiştir.” (Türkçülüğün Esasları) Hayatın her sahasına tesir eden ve her sahasından tesir alan ekolleşme ürünü bir sanat dalından söz ettiğinin farkında değil ki, bir kitapla “tercüme ve iktibas” edildiğini söyleyebiliyor. Tezada bakın… Milletin bir kısmı kendi müziğini doğurabilirken, diğer kısmı müziğini dışardan alıyor… Biri dünyada diğeri ayda mı; birbirlerinden etkilenmiyorlar? Yabancıdan aldı diye kendinden sayma, kendin yabancı usule kucak aç… Halk müziğini, “kendimizden doğmuş” diyerek takdir ediyor ama ona yakıştırdığı, sanat müziğine iftiradan beter... Nazarında halk müziğimiz; ıslah edilmezse yüzüne bakılmayacak ekşi dağ eriği… Tedavisi gereken sakat çocuk… Belli ameliyelerden geçmeden yenmeyen acı zeytin… Neyse ki Batı var… Bu sahada da imdadımıza yetişiyor… “Millî mûsikîmiz,  memleketimizdeki  halk mûsikîsiyle Batı mûsikîsinin kaynaşmasından doğacaktır. Halk mûsikîsi melodilerimizi toplar ve bunları Batı mûsikîsi usulüne göre armonize edersek, hem millî hem de Avrupalı bir mûsikîye mâlik oluruz (Türkçülüğün Esasları). Deveyle kuşu birleştirecek ve devekuşuna sahip olacak… “Kendimizden doğduğu” halde millî olamayan, yabancı usulle nasıl millî olacak? Kendimizden doğar da, usulü olmaz mı?..


Halk Fırkası tüzüğünü de hazırlamış olan “büyük mütefekkir”in, en büyük iftirası, “yol haritası” çizmeğe çalıştığı Türk milletine… Edebiyat, sanat ve kültürde, dolayisiyle de müzikte dünyanın ilk sıralarında yer alan, şu kadar bin yıllık millete… Dünyanın en büyük devletini, cihan hâkimiyetini kurmuş bir millete… “Millî mûsikîmiz, halk mûsikîsiyle Batı mûsikîsinin kaynaşmasından doğacaktır.” iddiası; bu millete “millî müziğini meydana getirememiş ilkel topluluk” demek değil midir Allah aşkına?.. Esaret altındaki toplulukların, burnu halkalı kabilelerin bile kendine has müziği olduğunu bilmekten bile gafil... Haydi, Mehterân’ı bilmiyor (veya yok farzediyor), Batı’yı rehber edinenin, “Türk Marşı”ndan mı haberi yok? “Büyük mütefekkir”in haline güler misin, ağlar mısın?.. Kendi başını bağlayamayan, gelin başı bağlıyacak ve “Türkçülüğün esaslarını” belirleyecek… Bir insan, mensubu olduğunu söylediği milletin değerlerini bu kadar hor görür ancak…


Onun yüzünden müziğimiz (ve bütün değerlerimiz) hor görülüp evlâtlıktan redde- dilmeseydi; çocuklarımızın başlarında kaval ve bağlama parçalanıp, flüt ve mandolin ellerine -şeker gibi mi desem, sopa gibi mi desem- tutuşturulmasaydı; şahsiyetsizliğe ve değerlerimizi inkâra müşahhas örnek ve zemin olmasaydı söz konusu etmeye, hattâ saçmalamış demeye bile değmezdi… Ne yazık ki, “Halk mûsikîsi melodilerimizi toplar ve bunları Batı mûsikîsi usulüne göre armonize edersek, hem millî hem de Avrupalı bir mûsikîye mâlik oluruz” sözü, diğer sahalardaki benzerleri gibi, taklitçi maymunların nabızlarına uygun şerbet oldu. Öyle bir mütefekkir ihtiyacı içinde idik ki, sahtesi bile bir matah sanıldı. “Millî musikiye sahip olmak” adına, öyle bir sam yeli estirildi ki, nesiller, kendinden şüphe ve aşağılık duygusu ateşleri içinde kavruldu. Hele öğretmen okullarında… Batılı müzik dehalarının hayatlarını ezberletmekten tutun, Batı melodilerini çift sesli çaldırmaya, hattâ zorla konserler dinletmeye kadar… Bütün kapıların millî değerlere kapatılmasına, Batı değerleri için bütün imkânların seferber edilmesine kadar… Açıkça söylediler: “Halka rağmen, halk için!”… Görüyorsunuz, “Yerine göre demokrasi rafa kaldırılabilir” ve “Türkiye’nin özel şartları var” sözlerinin kaynağını…
Batılı olmayı sağlayacak, etkili araçlardan biriydi müzik eğitimi… Bizans’tan alınmış veya alınmamış, millî veya değil, hiç mühim değildi… O bir bahaneydi… Halk, vazgeçirilmesi gereken bir hayat yaşıyordu… Onu bu yaşayışından, -istemese de- kurtarmak, “asrî olmasını” sağlamak aydınların göreviydi… Asrî, asra uygun; şimdi ‘çağdaş yaşam’ diyorlar… Müzik sahasında yapılanlar, hayatın her sahasına şamil bir eskiyi çöpe atma, Batı’dan yerine (akıllarınca) iyisini, doğrusunu, güzelini alma hareketinin bir parçası…


Değerlerimizi inkâr ve Batı’ya hayranlık Gökalp’tan ibaret değil… Tevfik Fikret, bu yönden ondan daha ileri… Avrupa’ya tahsile gönderdiği oğluna “ziya kervanı” bulmasını ve orada “ne varsa” alıp gelmesini söylüyor:


“Bir ziyâ kervanı bul ve katıl.
Dâima önde, dâima yukarı;
Gez, dolaş, kâinat-ı efkârı;
Pür- tehâlük hayât ü kuvvetten
Ne bulursan bırakma: San’at, fen
İtimat, itinâ, cesaret, ümîd;
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd
Bize bol bol ziyâ kucakla getir”


Oğlunu gönderdiği yer de İskoçya… Avrupa’nın bir fikir ve sanat merkezi bile değil… Oradan bile “ne bulursa” getirecek… Elektrik mühendisi olması için gönderdiği oğlu “fen” getirecek; haydi kabul diyelim… Ama “san’at” da getirmesi isteniyor... Hattâ “itimat, itinâ, cesaret ve ümit” gibi her yerde kazanılması mümkün, fert ahlâkını ve psikolojik değerler bile oradan getirilecek… “Ne bulursan bırakma!”.. Zira oradan alınacak her şey iyi… “Hepsi lâzım bu yurda, hepsi faydalı”… O günün aydının yakalandığı bir hastalık, bir psikoz bu hal… Bize bol bol “ziya” getirecek… Bizim dışımızdaki her yerden…


Okuma kitaplarında;
“Eskiyi unut,
Yeni yolu tut,
Türklüğe umut
Sen ol çocuğum!”
Deniyordu… Bizde bir değer olmadığı için Batı’ya kucak açmak gerektiği; şöyle böyle bir değer varsa, onun da Batı’dan takviye ile işe yarar hale getirilebileceği; devlet, okul, öğretmen ve kanun tarafından resmen ve en yüksek perdeden söylenmesinin; hem de aksini en alt perdeden bile iddia etmenin mümkün olmadığı bir tarzda söylenmesinin, nasıl bir ruhî boşluk meydana getirdiğini herkesten çok o baskı altında kalanlar bilir. Millî Eğitim Bakanlığı da yapmış olan Hasan Ali Yücel’e göre, Türklüğe umut olmak isteyen, eskiyi unutmalıdır. Hiçbir şey düşünme, sebep sorma, bunun sonucu kötü olur deme, bu milletçe bir hafıza kaybıdır diye tasalanma; yoksa “gerici” olursun (o zaman ‘mürteci’ diyorlardı); sadece unut!.. Bütün öğrencilere ezberletilen ve her vesile ile okutulan bu manzumeyi, o zaman ne kadar anladım bilemem ama, “eskiyi unut!” tavsiyesi, (ne tavsiyesi; emir, emir!..) bedenimde kalmış bir kurşun gibi hafızama çakılı kaldı. Düşünün… Millî Eğitim Bakanı; milletine ait değerleri reddet, yani hafızanı kaybet diyor…


Bir müzik hocamız vardı… 1950’li yılların sonları… “Şef” dedi mi, bir şef daha çıkardı ağzından… “Şef, Batı’nın insanlığa bir hediyesi” imiş… Müziği tek sesli olan toplum ilkel, çok sesli olan ileri olurmuş… Çok sesli müziği olan medeniyet, demokrasiyi icat etmiş… Orkestra ve şef uyumunu sağlayan medeniyet ancak başta demokrasi olmak üzere, bütün evrensel değerlere (o zaman cihanşümul deniyordu) sahip olurmuş. Bizde şef de yokmuş... Batı usulleri ile işe yarar hale getirilebilecek olan müziğimiz de tek sesli imiş… Orkestra da yokmuş… Felâket üstüne felâket... Tabiî ki demokrasiyi anlayamazmışız… Bunun için Batılı usullere göre müzik eğitimi şartmış. Bu eğitimi alacak nesillerle zaman içinde cemiyetimiz orkestra ve şef uyumuna, yani demokrasiye, insan haklarına, kısaca Batılı medeniyet seviyesine kavuşurmuş… Gelecek nesli yetiştirecek öğretmenler olarak, bize düşüyormuş bu kutlu görev… Türkçe hocamıza göre Tevfik Fikret’in, tanrılardan ateşi çalıp insanlığa kazandıran (Promete)si gibiymişiz. Milletteki meskeneti giderecek; ruhu, benliği ve idraki besleyecek şeyleri, milletimize kazandırmalıymışız. Zira oğlunun şahsında bize sesleniyormuş:
“Yüklen getir -ne varsa- biraz meskenet -fiken,
Bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen…”


Dava ahlâkını bile Fikret’ten öğrenmeliymişiz. Ateşi insanlığa kazandıran kahraman gibi, Batı’dan milletimize değerler kazandırma görevini yaparken, (Promete)yi örnek almalıymışız… İsmimizin duyulması ve para kazanmak için yapmamalıymışız… Biz bu davanın ‘meçhul askerleri’iymişiz…


“Gökten dehâ-yi narı çalan kahramânını...
Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını!..”
Uzun lâfın kısası… Şapkadan, demokrasiyi özümsemiş bir cemiyet çıkarılacak…


Bu kendi değerlerini inkâr psikozuna karşı, müdafaa refleksiyle öğrenciler ders dışında, alaycı bir tavır takınırdı… Notada herşey belli, her saz notaya göre çalacak, şefin sopasını eşek kuyruğu gibi sallamasına ne lüzum var diyenden; lokantada garsonu şef diye çağırıp, nasıl şef işe yaramaz dersiniz, bak yemeğimizi getiriyor demeye kadar… Hiçbir öğrenci okul korosunun şefi olmak istemiyordu. Sınıfta bırakma tehdidiyle, kabul etmeme şansı olmayan kabiliyetli öğrencilerden birine yıkılırdı...


Peki, geçen şu kadar zaman içinde, bunca emeğe ve paraya karşılık sonuç ne olmuştur? “Dehâ-yi nar” her tarafı aydınlatmış mıdır? Yeni nesiller yetiştirilebilmiş ve ona uygun cemiyet meydana getirilebilmiş midir? Orkestra hüviyetinde bir toplum, yani devlet başkanı etrafında kenetlenmiş bir millet olduk mu; yoksa devletin bütün kurumları, birbiri ile sürtüşme, didişme, itişme, kakışma, takışma, tartışma halinde mi? İki sene önce bir mafya dizisindeki bir kahramana söylettikleri gibi, devlet arabası “patinaj” mı yapıyor?.. Şimdi desek ki, işte kılavuzlarınıza dayanmanın akıbeti!.. Kim, ne cevap verebilir? Sorulardan vazgeçtim; şeften meften de vazgeçtim… Eğitiminize uygun şöyle bir melodicik olsun mırıldanan, kendisini o melodicikle ifade eden bir tek genç olsun yetiştirebildiniz mi?


Kime ne soracaksın? Karşımızda evet veya hayır diyecek muhatap bile yok… Gençlik, kapanın elinde kaldı ama bunun acısını duymuyor. Çanakkale’de pek çok gencin şehit olması, yarınımız ne olacak endişesini doğurdu, onun için türkünün nakaratında “Gençliğim eyvah!” deniyor. Bugün biz; terörden uyuşturucuya, eğitimden politikacıya, televizyondan internete, mafya kahramanlarından komplo teorilerine (ve gerçeklerine) her türlü tesirin altında heba edilen gençliğimiz için söyleyebiliriz: “Gençliğim eyvah!” Nereden, nereye!.. Everest tepesinden Lût gölüne…
Önce “eser” lâzımdı… Gerçek eser… Korodan, solistten ve virtüözden önce… Cemiyet isimli koronun, solistinin, virtüözünün ve şefinin eline verilecek eser… Birilerinin dayatması değil, herkesin rıza ile uyacağı, uygulayacağı, aşkla ve şevkle icra edeceği eser… Eser diye cemiyet önüne konulan tezatlarla dolu saçmalıklara dayanmanın akıbeti; krizler, ihtilâller, terör, uyuşturucu ve kaostan başka ne olabilirdi… Bunca yıl sonra, bunu olsun anladık mı?

 


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Ekleyen : h.ali solak    29.07.2007
Yorum : s.a hocam, yazınızda tespit ettiğiniz düşüncelerde haklısınız.Ama normal değilmi dir bu. Her inişin bir çıkışı ,her çıkışın bir de inişi vardır derler.Bizler ecdadımız gibi olabilmeyi başarabilen bir toplum olabilseydik o zamanda ecdadın kıymeti bilinmezdi.Ama bir yönüyle de bizler ecdattan çok ileride bir hayat yaşıyoruz.çokta geride kaldığımz söylenemez.Teknolojide geldiğimiz noktta saymakla bitmez. Müzikte hakeza öyle.Yani Türk milleti olarak kanımca sadece ecdadın ahlakından gerideyiz bunun dışında inanılmaz bir yüksseliş içerisindeyiz diye düşünüyorum. her zamanki gibi selamlarımı sunar rabbim yardımıcınız olsun.





 
İranın neye ihtiyacı var?... - Sayı 122
Kırk... - Sayı 121
Kırk gün bir ölüyü bekley... - Sayı 121
Sıradan bir filme bu alâk... - Sayı 121
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (122):
Tarih boyunca izlediği politikalar, güncel meselelerde takındığı tavır çerçevesinde, doğu medeniyetinin aslî unsurlarından İran'a bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 sağlık dileklerimizle, hürmetle...... naci eroğlu

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu


Günümüzde kitaba nazaran paraya rağbeti; mide gurultusunu beyin sancısı zannederek, Tanzimat’tan bu yana, hiçbir şeyin çilesini çekmeden, her şeyi, Avrupa’dan monte eden(alan) yazarlarımıza borçluyuz.
Borcumuzu ödemesek de olur.
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1993
Anlam peşinde
Bizim olmayan gemide kaptan olmak
Parlamenter sistem ve mağdurları
Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin
Niye döktün gözyaşımı


Ali Erdal - Anonim eserlerin kıy...
Ali Erdal - Sıradan bir filme bu...
Ali Erdal - Kırk gün bir ölüyü b...
Ali Erdal - Kırk
Necip Fazıl Kısakürek - Kıraat kitabı
Ekrem Yılmaz - Derinlik
Ekrem Yılmaz - Yapamıyorsan hayal e...
Ekrem Yılmaz - Kürtlerin PKK ile im...
Dergi Editörü - Çare
Site Editörü - Anlam peşinde
Necdet Uçak - Niye döktün gözyaşım...
Necdet Uçak - Olacak
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Malazgirtin aslanlar...
M. Nihat Malkoç - Anadolu Türk masalla...
Ayhan Aslan - Yamyam
Mehmet Balcı - Şimdi
Mehmet Balcı - Dönemem
Ahmet Çelebi - Gazzeli çocuğa
Halis Arlıoğlu - Parlamenter sistem v...
Halis Arlıoğlu - İçimde bir yara var
Murat Yaramaz - Artık yeter
Murat Yaramaz - Masal
Mevlüt Yavuz - Sanma ha!
Cemal Karsavan - Seni düşünürüm
Heybet Akdoğan - Gülsema
Emine Öztürk - Hapis
Zekeriya Yılmaz - Bıraktın
Mehmet Ali Metin - Doğu ve Batı’nın hik...
Yaşar Akyay - Bizim olmayan gemide...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14443953
 Bugün : 2814
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 627653
 Bugün : 373
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 72
 121. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim