Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     665 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Hem şahin, hem güvercin-1
Ali Erdal

  Sayı: 120 -

Hemen hemen herkes için insanı tanıma, şu teşhisle başlar… Sert ve haşin mi, yumuşak ve mutedil mi? Şahin mi, güvercin mi? Pratik bir başlangıç… Toplantılarda tartışmalar, ekseriyetle bu mizaçlar arasında olur. Kaleye hemen hücum mu; kuşatıp, düşmanın teslim olmasını beklemek mi? İki tarafı keskin bıçak mı, kadife kumaş mı? Sert ceza uygulamaları ile mi, eğitim ve ikna ile mi?..

Karşıdaki kişiye, ilk teşhis kondu mu –bugünkü cemiyetimizin hastalığı maalesef– gerçeği ortaya koymak yerine yafta hazırdır… Hemen etiket yapıştırılır. Şahin denmişse; kaba, katı, sert ve acımasızdır… Güvercin olduğuna hükmedilmişse; mıymıntı, beceriksiz, gevşek, tembel ve kararsızdır… Kaçış yok; hele söz konusu, toplumun önde gelenlerinden ise, iki ithamdan birini yüklenmek zorundadır. Birini, sert tedbirlerle meseleyi bir an önce kesin olarak sonuca bağlamak; diğerini yumuşak güç kullanarak, merhametle sonuca ulaşmak olarak ele almaya kimsenin vakti yoktur. Ve hele bunların dengelenebileceği kimsenin aklına gelmez.

Rahmetli Üstad Necip Fazıl’ı çoğu kişi önce şiirleriyle tanımıştır. Ben yazılarından, dolayısıyle fikirlerinden tanıdım. Cemiyetin dedikodu sivrisinekleri; dağ başında kuş uçmaz, kervan geçmez bir köydeki ilkokul öğretmeninin bile kanına girdi: “Üstad mı; çok sert… Çok katı… Çok haşin… Kimseye lâf söyletmez, hemen azarlar… Kendini beğenmiş…” Güvercin için hazırlanan yafta hiç uymayacağından, mecburen şahin için düşünülen etiket yapıştırılacak. Düştükleri tezadın farkındayım… Hem üstad, yani örnek alınacak zat… Hem yanına yöresine yaklaşılamayan, yaklaşılmaması gereken kişi… Kendisinden (konferansları dışında) bire bir duyduğum ilk cümle de, bu ithamlara cevap mahiyetinde oldu. Adapazarı’nda konferanstan sonra kalabalık içinde bir gençle konuşuyor… Ona, yüksek sesle cevap veriyor:

–Beni çok sert mi tanıttılar, size? Çok mu haşin dediler?

Gencin sırtı dönük söyledikleri duyulmuyor. Ona tekrar cevap veriyor:

–Hiç de öyle değilmişim, değil mi?

Normalde her insanda bu iki mizaç belli ölçülerde bir arada olabilir. Ama pek az insanda bu iki mizaç, ikisi de çok şiddetle bulunur. Dâvâ adamı için şart olan bu iki kapasite, pek az insanın hem hayatında, hem eserlerinde  apaçık kendini gösterir. Necip Fazıl; aşağıda, “Durun Kalabalıklar” kitabımdan aldığım iki  yazıda da görüleceği gibi,

her iki mizacı, hem ahlâk ve karakter olarak, hem söz ve fiil olarak şahsında mezcetmiş, dengelemiş nadir insanlardan biri idi…

 

 

-I-Meydan

gümbür gümbürlenir

 

“Fikir öfkesi, kıymet hükümlerimizin hamle ve irade kaynağı.”

(Çerçeve 1, 24.06.1939)

 

Dünyada hak dâvâ varsa; –hiç şüphesiz, var– onun, kendisini zorla kabul ettirmeye ihtiyacı olmaz, olamaz. Hak dâvâ varsa ona teşne insan da vardır. Hak dâvâ, kendisini açık ve net olarak dosdoğru beyan edip, hilkatinde o dâvâya inanmak olan ‘insanı’ kazanmaya bakar; o kadar! Gücünü ve üstünlüğünü kabul ettirme enaniyetiyle değil, başkalarını da “iki dünya saadeti”ne kavuşturma gayreti ve hakkı yayma şevkiyle… Merhametle… Hak dâvâ ona “dünyaları kazanmaktan üstün” bir nimet bahşeder.

“Haykırsam geçenlere kavşağında

her yolun,

Aman müslüman olun, aman

müslüman olun!” (Öfke ve Hiciv)

Sadece, kendinden emin iman manzumesi, “zorlama yoktur!” diyebilir. Kerih değil ki, zorlamaya ihtiyaç olsun. Fıtrata uygun... Fıtrata uygun olmayanlar, kendilerini kabul ettirebilmek için bir takım oyunlara başvurmak zorundadır. En büyük oyunları da kendilerinde bulunan kötülüklerle, hakka ve inananlarına iftira etmek. Çünkü bâtıl tez değil, imanın ‘VAR’ dediğine, ‘YOK’ diye inat eden –bu haliyle de hakikati ters tarafından ifade ettiğinin farkında olmayan– bir muterizdir. “Bir şeyle savaşılıyorsa, onun varlığı kabul ediliyor demektir” (W. Heistermann). İtiraz, bâtılın varoluş sebebi, tıyneti… İtiraz etmese, iman ederdi. Bu sebeple bâtıl, ne kadar kuyruğu dik tutmak isterse istesin; hakkın karşısında eziktir.

Hz. Ömer (ra), Kudüs’e fatih olarak girdiğinde, namaz kılmak ister. Şehrin anahtarını veren rahipler kiliselerini gösterirler. Fakat o, ilerde, Ömer burada namaz kıldı denilerek kiliseniz yıkılır ve yerine cami yapılır diyerek, namazını kilisede değil karşısında bir yerde kılar… Zaten hakikat güneşi altında erimeye mahkûm kardan adamı, yıkmaya ne zahmet. Nitekim daha sonra namaz kıldığı yere, adı verilen bir cami yapılır.

Doğru fikirden üstün güç olabilir mi... Güneş doğunca, mumun yanması zaten abes... Güneşin muma ta’rizde bulunması niye gereksin? Mâbedini hâkim kılmak için, başka mâbetleri yıkmaya ihtiyacı olmayan iman manzumesi; sen ne yücesin!

Gönüllere yerleşemeyeceğini hissetmenin ezikliğiyle bâtıl; şirretliğe, zora, zorbalığa, oyuna, hileye, yalana, düzene, iftiralara, komplolara başvurur. Meydan yerine, karanlıkların düzenbazları değil;

“Bir nizam ki eskimez, yıpranmaz,

sendelemez,

Mekân onu aşamaz, zaman onu

delemez.”

Diyen, diyebilen yüce iman manzumesinin yiğitleri çıkabilir. Sadece savaş meydanına değil, kalem ve kelâm meydanına da… İslâm tarihi, böyle kahramanlarla doludur.

Dost düşman herkes bilir ve kabul eder ki, Necip Fazıl, tarihte nadir görülen bir meydan adamıdır...

“Üstad otururken de ayaktaymış gibi hitabet üslûbuyla konuşurdu.”

(Rasim ÖZDENÖREN, 30 Necip Fazıl, Sakarya Val. İl Kül. ve Tur. Md., Mayıs 2013, s 19)

İslâm adına, “Ya hep, ya hiç!” ahlâkıyle meydana atılan şövalyedir o:

“1930’lu yıllarda da sebep ve tezahürü çok değişik olsa da, İslâm ve iman dâvâsı, gerek tüm dünya genelinde, gerek Türkiye’de, İslâm’ın ilk zuhur yıllarındaki sıkışıklığa benzer bir sıkışıklığı yaşıyordu. O günlerde şartların gerektirdiği hususiyet ve kabiliyetlere sahip olmayan herhangi bir kişi meydana atılıp entelektüel plânda İslâm ve iman dâvâsını vaz edecek olsa, onun, ne basında, ne üniversitede, ne aydın ve ne gençlik kesimlerinde sesini duyurup bir ayak yeri edinmesi ihtimali düşünülemeyeceği gibi, sözüm ona tüm aydın kesim, en azından ona bir meczup, bir çılgın gözü ile bakardı şüphesiz.

Benzetmek gibi olmasın, Hattaboğlu Ömer gibi biri gerekti.

Şövalye ruhlu, nefsinden emin, eğilmez ve bükülmez mizaçlı, keskin zekâya, gerçeği bir anda kavrayıcı tecrid melekesine, anlatılmazları anlatacak ifade kudretine sahip biri gerekti.

Dahası, şöhreti toplumu tutmuş olmalıydı. (…) Öyle biri vardı. Öyle birini hidayete erdirmesi için dua edecek öyle bir peygamber artık kıyamete kadar gelmeyecekti ama, kıyamete kadar Allah’ın gökkubbesinin altını boş bırakmayacak peygamber varisi, irşad kapısı ‘veli’ kullar da her zaman bulunacaktı”

(Erdem BAYAZIT, Mavera özel sayı)

Üstad, müslümanın, ürkek ve titrek ‘buğzunu’, ‘diliyle haksızlık karşısına çıkmak’ seviyesine yükselten meydan adamıdır...

“(…) Öyle bir özelliği var ki, bu, geldiği çağ gereği, yalnız ona mahsus olan bir özellik. Misyonu da bu noktada gizli Üstadın... Bu misyon, ülkemizde, entelektüel plânda, sadece bilim alanında değil, yaşama plânında ‘İslâm’ın gündeme getirilmesidir.

1930’lardan sonra, şiirde, romanda ve felsefede mistik eğilimler baş göstermişti. Bunları Peyami Sefa’da, Necip Fazıl ve o günün şairlerinde görebiliriz. Unsurlar halinde doğu-batı sentezi cinsinden düşüncelere de rastlanabilir. Yahya Kemal’in sohbetinde de bu nevi düşünceler vardır. Ancak İslâm idealini tüm bir tez olarak alıp savunan kimse yoktu. Halk, İslâm’ı yaşıyordu kendi gücünce. Din alanı bilginleri vardı. Fakat, entelektüel plânda artık gizli açık başka tezler savunuluyordu. İşte, Türkiye’de, entelektüellerin İslâm’a dönüp bakmaları gerektiğini ilk haykıran ve tezini sistemleştirmeye çalışan ilk O oldu diyebiliriz.

İslâm’ı çağımız insanı için de, gelecek zaman insanı için de yaşanacak bir hayat tarzı olarak seçmemiz gerektiğini O söyledi. O, bunu bir bilim konusu gibi değil, canlı bir savaşım şeklinde sürdürdü. Yani, İslâm onun için ekzistansiyel bir sorundu. Var olmak ve yok olmak sorunuydu. Hem kendisi, hem toplum için. Bu yüzden, hem kendi nefsiyle, hem karşı düşüncelerle savaştı. Bütün bunlar gözümüzün önünde oldu. Ve derken, bu ekzistansiyel kaygı topluma aşılandı.”

(Sezai KARAKOÇ; Diriliş, 28.05.1983)

Müslüman olarak meydana atılışı da, bir ‘ilân-ı harp’tir. Şairane bir şekilde… Düşman saflarından ‘er dileyen mücahit’ şecaatiyle... Yavaş yavaş beliriş değil!.. İlân-ı harp!.. Dosta, düşmana açıkça ilân:

“Bilhassa saf fikir ve ideologya cephesiyle zayıf olan memleketimde beklenen büyük sanatkârın, bütün bu şubeleri dolduracak mikyasta heyula gibi bir insan olması lâzım geldiğini anladım. Bu iktidarı kendimde görmemekle beraber, memlekette ‘büyük sanatkâr’ın misyonu bu olduğuna inandım. Ben de muhteris bir sanatkâr olmak itibariyla bu misyonu kahramanca kabul etmeye ve bu uğurda savaşmaya karar verdim. Bunun için her şeyden evvel yepyeni bir dünya görüşü ve cemiyet sistemi telâkkisi lâzımdı. Günü geldiği zaman mücadelem görülecektir. Bu telâkkinin ismini ‘BÜYÜK DOĞU’ koydum: Asyacı, Avrupa’ya yalnız müsbet ilimleriyle taraftar, ruh kutuplarını Asya kaynaklarında aramak ve Avrupa’ya tatbik etmek dâvâsında Allahlı, şahsiyetçi; faşizm, komünizm ve liberalizm düşmanı ve mülkiyette tahditli (fakat komünist değil) bir telâkki... Zamanında hayatımı dahi bu uğurda vererek, dâvâmı örgüleştirmeye çalışacağım. Bunu bitirdikten sonra kendimi saf şiire vereceğim. Kendi ruhumun ve kafamın iklimini kurduktan sonra, yahut onun duygularını temsil eden şiire çalışmaktan başka gayem yok.”

(Yedigün Dergisi, 21.07.1941).

Bir insan yığını… Bütün İslâm âlemi… Yılgın, bezgin, yorgun, küskün, ümitsiz, güvensiz, şaşkın, korkak, ürkek, suskun… Kalbiyle buğz ettiğini; değil kendisi gibi olanlarla dertleşmek, kendine bile itirafa cesaret edemeyenler yığını... Buğzunun belli olmasından, hattâ buğzundan bile korkuyor.

Bu yığının içinden bir adam çıkıyor… “Ben sana bendim” dediği Efendisi’nin ifadesiyle “acib bir zekâ, acib bir istidat”... Bütün pislikleri silkeliyor ve diyor ki:

“Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!

Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

Mehmedim, sevinin, başlar yüksekte!

Ölsek de sevinin eve dönsek de!

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

Gün doğmuş, gün batmış, ebed

bizimdir!”

Yanlışlıklar karşısında pervasızdır, hiç tereddüt etmez ve sonucu ne olursa olsun üzerine gider. Hakikat her şeyin üstünde, hakikat her şeyden yüce... Hakikat için ‘göz budaktan, söz dudaktan’ esirgenmez:

“Düşündüğünü, karşısındakine, nasıl bir etki yapacağını hesap etmeden, hattâ bunu aklına bile getirmeden söylerdi. Sanki sesli düşünüyormuş gibi konuşurdu. (…) Sene l965... Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda ‘Mehmet Akif’i Anma Günü’... (…) Üstad bir Türkoloji profesörü ile yan yana oturuyor... Hemen arkasında da biz... Türkoloji profesörü kalkıyor, konuşmasını yapıyor... Akif’i zorlayıcı ve saptırıcı bir yorumlamayla günümüzün değer yargıları muvacehesinde şirin ve sevimli gösterme çaba ve telâşı içinde bir konuşma... Türkoloji profesörü sandalyesine otururken Üstad elini sıkıyor ve biz derhal kafamızı uzatıyoruz ne dediğini duyabilmek için;

–Cehaletinizi tebrik ederim!..

Siz söyleyin! Çağımızda böyle bir insan sevilir mi? Bunun için de adı geçen Profesör, Üstad’dan bahsetme konusunda elinden geldiği kadar muktesit davranmaya çalışmış, kanaatimize göre de bu konuda oldukça başarılı olmuştur.”

(Ali BİRADEROĞLU; Necip Fazıl ve Büyük Doğu, Kayseri Eğ. ve Kül. Vk Yy. Ağustos 2012, s 12)

Ustaca ve pervasızca arızaları gösterir… Malatya dâvâsında kendisine karşı 4 savcının görevlendirilmesi üzerine:

“Âmme avukatı olarak tek fikir etrafında tek kişinin temsil etmesi gereken iddia makamında bu 4 kişi de nedir? Ben hiçbir operada 4 tenor görmedim!” (Müdafaalarım, bd yy 1985, s 185)

Ve mahkemeye müdahaleye kalkışan savcının yerini belirtir ve mevkiini gösterir:

“…Memleketimizde bazı hukukçuların bile tam mânâsıyle kestiremediği bir hüviyet olarak savcı, taraflardan biridir ve Batı dünyasında olduğu gibi, mahkeme huzurunda yeri sanıkların yanı başıdır. Bu makamda da, sanıkların her türlü hücum ve taarruzuna açık bir hedeftir. Bu bakımdan, yüksek adalet temsilcilerinin huzurunda, tıpkı sanıklar gibi, dâvâlı, dâvâcı ve âmme müdafiliğinden ibaret üç unsurdan biri olarak, parmağını kaldırıp izinle konuşması ve mahkemenin cereyan şekli üzerinde asla müessir rol oynamaması icab eder. Halbuki hâkimlerle aynı sırada ve seviyede oturan bizim ‘müddeyum’lar, sanıkları susturmakta, hâkimlerin kulağına eğilip lâflar fısıldamakta, mübaşire emirler vermekte, âdeta duruşmayı idare rolüne bürünmektedirler.” (Müdafaalarım, bd yy 1985, s 186)

Devamında söylediği ‘doğramacılık hatası’ tesbiti ilerde meşhur olacak ve haklılığı görülecektir:

“Yağma yok efendim; bundan böyle yanımıza gelip mevki almasalar da, oturdukları yerden hüviyet ve salâhiyetlerini bilerek hareket etmeleri ve her tezahürlerini yüksek heyetinizden müsaade alarak meydana getirmeleri lâzımdır. Ve iyice kavramak gerekir ki, eğer hâkimlerle aynı sırada oturuyorlarsa, bu bir hukuk anlayışsızlığının doğramacılık hatası şeklinde tecelli etmiş ifadesidir.”

Meydan yerinde dimdik, hakkı haykırır!.. Hesap sorar:

“Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes

emaneti?”

Nefsi için değil, “Mukaddes emanet” için:

“Rahminde cemiyetin, ben doğum

sancısıyım!

Mukaddes emanetin, dönmez

dâvâcısıyım!”

Şahidimiz yine uzun yıllar yanında bulunmuş olan Ali BİRADEROĞLU. Aynı kaynaktan:

“Sene l964... Üstad Üsküdar’da kalabalık bir üniversiteli gençlik grubuyla sohbet ediyor. Gençlerden biri Üstad’a günlük bir gazeteden kesilmiş kupür uzatıyor. Kupüre göz atan Üstad’ın renginin kül gibi olduğunu, ilk ve son defa şahit olduğum gibi, konuşmaktan aciz kaldığını görüyorum. O anda Üstad’da da, kavramların; insanda bir yaşantı olan duygusal oluşumu dile getirmedeki aczine ilk kez şahit oluyorum.

Yanılmıyorsam bu hal bir dakika veya biraz daha fazla sürüyor. Mesele şu: Örtülü ödenek parası ile kurulduğu rivayet edilen bir dönmenin gazetesinde, sözüm ona bir romancının sözüm ona bir romanının ilânı var. ‘Cüce M......’  Peygamber Efendimiz’in has ismi... O andaki duygusal yaşantısında meydana gelen fırtınayı ve çalkantıyı hiç bir fani kelimeye emanet etmeye gönlü razı olmayan Üstad; sonunda insanlığın aczini ciğerlerine kadar tadarak, bir kere daha, sanırım Allah’ı içinde hissetmenin huzuruyla, kendisini toparlamaya çalışarak, gayet basit gündelik kelimelerle ‘Biz buna şu cevabı vereceğiz, onlar da bizi mahkemeye verecekler’ dedi. Ve dediğini yaptı, dediği şekilde de mahkemeye verildi.

Haliyle bitmeyen çile... Gerçekten Üstad Allah ve Resulüne iliklerine kadar bağlı bir insandı Üstad özelliği olan bazı yazılarını okuduktan sonra bana sorardı: ‘Nasıl, tehlikeli bir şey var mı?’ Ben de kendime göre yasal sakıncası olabileceğini sandığım kısımlarını değiştirmesi için kendisini iknaya çalışırdım. Her seferinde de şu cevapla karşılaştım:

–Allah hıfzetsin, Allah Rezzak’tır!..”

Söz Sultanı (sav), “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” buyuruyor. Hakikati onikiden, en tehlikeli ve söylenmesi zor zamanlarda haykırarak Üstad, hakkı ifade edecek nesiller çığırını, bizzat örnek olarak, açıyor:

“Hakikate iki kaşı ortasından bakmayı bize öğreten, Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’i ise, yukardaki izahımız ve tesbitlerimiz içinde; ana yolda şanla yürüyen rakipsiz bir timsal olarak görürüz. Söz sanatını en kıvamlısıyla başarmış; inancını onunla kafalara, gönüllere ulaştırmış, eylemlere dönüştürmüş son asrın en büyük aksiyoneri, inkılâpçısı… Gelecek günlerde tepelere tırmanan bağlıları elinde onun eseri, dalga dalga bayrak olacak…”

(Ali NAR, Necip Fazıl Armağanı, Konak yy. 2005, s 130).

Taşı gediğine oturtmakta çok mahirdir… Her şart altında, söylenecek en etkili sözü bulur ve cuk oturtur. İslâm’ın izzet ve haysiyeti, her şeyin üstündedir; ve o her tehlikeyi göze almaya değer:

Falih Rıfkı Atay, evinde, misafirine zevcesinin yanında sorar:

“Yahu Necip Fazıl, senin tarzında ve çapında bir adam nasıl müslüman olur?”

Cevap İslâm adına yüz akıdır:

“Benim çapımı geç ya; fakat insanın çapı yükseldikçe Müslümanlığa bağlanmak ve ondan başka hiçbir şey tanımamak şansı artar.”

(Müdafaalarım, b.d. yy 1985, s 91)

Sadi Irmak’ın “…Bu devirde insanların secdeye varıp başlarını yerden 250 gram tozla kaldırmalarını nasıl savunabilirsiniz?” istihkârına cevap da aynı şekilde müslümanlar adına, Müslümanlık adına yine yüz akıdır; İşte, küçümseyene ve hakarete yeltenene haddini bildirmek ve ‘dille cihad’ budur:

“–Siz bir ilim ve fikir adamısınız. Bir ‘Müşahhas’ı bir ‘mücerret’ten ayırmayı en iyi bilecek vasıfta olmanız gerekir. İslâm’da namaz tıp tabiriyle (aseptik) ve (anti septik), sanki bulutlar üzerinde kılınırcasına temiz bir zemin üzerinde yerine getirilir. Bu işin mücerret hakikati… Eğer namazı kendi nefslerinin kirine bulayarak kılanlar ve öylece modelleştirenler varsa, bu da müşahhas bir tatbikat hatâsı ve mücerret hakikate aykırı… Ders verdiğiniz fakültenin hademesi tarafından bile kestirilecek bu inceliği, siz, koca profesör nasıl kavramazsınız?” (Müdafaalarım, b.d. yy 1985, s 92)

“Konferans verdiği kalabalıkları coştururken nasıl vakarını korursa elleri kelepçeli, polislerin arasında yürürken başını dik tutmasını bilirdi. Mevki, ikbal sahiplerine şirin görünmek için söz etmezdi; inandığını söylerdi. İnsanları makamlarına göre de tasnif etmezdi. Onun için en değerli insan inanmış insandı. Kendisini de onlara emanet etti.” (Dr. Mehmed Niyazi ÖZDEMİR)

“Egemen anlayışın nefret edilmesini istediği insanları kitaplarında objektif olarak değerlendirdi ve bunları utanarak yapmadı. Biz haklı olsak bile utanarak, ezilerek savunan bir toplumuz. Necip Fazıl’da bu ezikliğin zerresi yoktu. Her inandığını yüksek sesle savunurdu.” (Prof. Dr. Hüseyin AKAN, haberexpres.com.tr/necip-fazili-anlar-gibi-olmak-etkinligi-13785h.htm).

Çektiği çileleri anlatırken de, sızlanıcı değil, hizmetin aksamasına üzgündür. Başkalarına; “kim var?” diye sorulunca “ben varım” demek sorumluluğunu hatırlatırken, kendisi kim var denmeden sorumluluk yüklenir. Bunun için de, haysiyetinden olmak dâhil, her fedakârlığı kendisine vazife bilir ve her imkânı kullanarak en yüksek sesle haykırır…

“Batıcı ve solcu düşüncelerden kopan bütün aydınlar, bugün Necip Fazıl’ın kırk yıl önce söylemek için hapse atılmayı göze aldığı şeyleri tartışıyorlar. (…) Necip Fazıl’ın herkesten farkı, büyük ölçüde mağlupların safında yer almayı göze alabilecek yiğitliğindedir. Bunu da kahramanlık olsun diye, şov amacıyla yapmaz, ama ortaya çıkan müthiş bir şeydir ve herkes parmağını ısırır.” (Mustafa MİYASOĞLU, Necip Fazıl Armağanı, 2005. s 13)

“Batı ihaneti ile tek başına hesaplaşmayı göze alan bir kahramandır Necip Fazıl!..” (İsmet BOZDAĞ, Millî Gazete, 26.05.1984).

Çoğu ilk defa kendisi tarafından meydan yerine konmuş, herkesin söylemeye cesaret edemediği ve edemeyeceği tespit ve teşhisleri, fikirleri ve tezleri; kandırılmış, şaşırtılmış, şartlandırılmış aydın güruhuna karşı, dergi, kitap, gazete, konferans ve sohbetlerinden başka; mahkeme salonlarında cesaretle haykırır ve tutanaklara geçirtir:

●“Tanzimat’tan beri gelen inkılâpları mânen Batı köleliği telâkki edişimiz ve şahsiyetli bir nefs muhasebesi ve dünya görüşüne dayalı saymayışımız iddiası doğrudur. Bu teşhisten ötürü Savcı’yı tebrik etmeğe değmez. Açık hakikat… Şu var ki, böyle bir görüş kanunen suç değildir. (…) Cumhuriyet inkılâbını tahlil ve bir dünya görüşüne bağlı saymamak da suç olmaz.” (Müdafaalarım, bd yy 1985, s 230)

●“Tanzimat’tan beri millî kahramanlarımız, bizi Kanunî devrinin, haşmet ve şevketine ters taraftan denk hale getirmek isteyen Avrupalının yonttuğu ve biçtiği kuklalardan ibarettir. O devirden beri, kozmopolitlik ve Allahsızlık ajanlarıyla millî kahramanlarımızı hep Avrupa tayin ve tespit eder, biz de buna inanırız.” (Çerçeve 3, İst, 1991, s. 35)

●“Dünyanın her yerinde gazete, o yerin malıdır. Fransız gazetesi Fransız, İngiliz gazetesi İngiliz, İspanyol gazetesi İspanyol… Hattâ Türkiye’de çıkan Ermeni gazetesi Ermeni… Fakat Türkçe çıkan gazeteler, galip ve hâkim örnekleriyle Türk değildir.” (Müdafaalarım, bd yy 1985, s 87)

Onu, dünya gizli açık servislerinin rahat bırakacağını sanıyor musunuz...

“Konsolos Donald B. Carter’ın (Amerikan) 15 Temmuz 1952 tarihli raporunda ‘Yeni Büyük Doğu’ ve Necip Fazıl’ı değerlendirdiği bölümde şöyle ifadeler var: ‘Muhafazakâr ve fanatik Müslüman çizgideki bu gazete önceleri aylık ve haftalık olarak da yayınlanmıştı. Son 6 haftadır dikkat çekici şekilde Demokrat Parti’ye olmasa da lideri Adnan Menderes’e yönelik övgüler vardır. (Ekteki Necip Fazıl makalesinden) anlaşılıyor ki yazar, Başbakan’a yönelik bu direkt övgüler sayesinde daha önce olduğu gibi gazetesinin kapatılmasına engel olabileceğini düşünüyor’.”  (Mustafa YÜREKLİ; Yeni Şafak, 06.01.2013).

Buna rağmen mıymıntı, çekingen, pısırık, yılgın, ezik ve mahcup bir eda ile değil, en üst perdeden yazar ve söyler. Kalem ve kelâm hamlelerinin adını da koyar: “İman öfkesi”... O konuşurken, hakkında şiir yazmaya değer gördüğü “kahramanlar”dan Köroğlu’nun dediği gibi “Meydan gümbür gümbürlenir!”

“(Temel Değer) önşartını edebiyatın mihenk taşı yaparken, ‘derviş’ edasıyla çıkıp ‘tebliğ’ dememiş, ‘kumandan’ otoritesiyle meydanlara ‘telkin’ üslûbunu getirmiştir.”  (Muhsin İlyas SUBAŞI, Necip Fazıl Armağanı, 2005. s 133)

Mazlumları, yakınlarından daha fazla müdafaa eder… İskilipli Atıf Hoca, Süleyman Efendi, Said-i Nursî, Dersim’de zulüm görenler, Menderes… Hattâ Fransız ihtilâli mazlumları başta olmak üzere, başka âlemlerdeki mazlumların bile yanındadır…

“(…)  5-Dersim isimli vatan parçasında cereyan eden bazı münferit şekavet ve isyan halleri, (…) binlerce sâf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu yolunur gibi doğranması işinde sebep (!) rolüne çıkarılmıştır. (…)

–Celâl Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, her tavsifin üstündedir.” (Büyük Doğu; 3 Şubat 1950, Altıncı yıl, sayı: 17)

Resmî görüşe ve tarihçi geçinenlere rağmen; II. Abdühamit, “Ulu Hakan”; Vahdettin, “vatan dostudur”…

“Bugün ise bu iki hükümdar –hakikati kabul edelim– bizzat aziz Üstad’ın eserleri sayesinde beraat etmişler ve o kadar ki biri ‘Ulu Hakan’ diğeri ise ‘Vatan dostu’ sıfatlarıyla anılmayla başlanmıştır. (…) Necip Fazıl’ın bu sahadaki çalışmaları, yanlış ve temelsiz değerlendirmeleri alt üst etti. Tarihî hakikatleri yerine oturttu. (…) Tarık Mümtaz Göztepe’nin ‘Vahdettin’i anlatan hatıratı, rahmetli N. Nafiz Tepedelenlioğlu’nun ‘Abdülhamit’i Kadir Mısırlıoğlu, Mustafa Müftüoğlu’nun A. Vehbi Vakkasoğlu’nun çalışmaları, Üstad’ın hakiki Türk tarihi yolundaki buz dağını üfleye üfleye eritip yok etmesinden sonraki atılımlardır.” (Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR, Kültür ve Sanat, Özel Sayı).

Bizim ondan örnek olarak nakletmeye cesaret edemediğimiz sahte kahramanları, yazılarında ve konuşmalarında, yüksek sesle ve başıma bir şey gelir diye endişe etmeden, ilân eder…

“Bize kalan aziz borç, asırlık

zamanlardan;

Tarihi temizlemek sahte

kahramanlardan...”

Sevilmesi gerekenleri, aşkla ve şevkle haykırır…

“En iyi müdafaa taarruzdur”

“Bu acemi nişancılar memleketinde en emin yer, hedef tahtasıdır”…

Yolsuzlukları, kanunsuzlukları, ihanetleri, “vali olmayan valileri” belgelerle ifşa eder. Devletliler, bürokratlar, kodamanlar, egemenler, kuvvetliler vesaire hakkında belgeler yayınlar… Masonlar, dönmeler ve basın mensupları başta, küfrün bütün şubeleri hakkında ifşalar yapar… Büyük Doğu’lar bunlarla doludur.

Farkındasınızdır; baştan sona örneklerimiz, Nasrettin Hoca’nın ‘hepsi böyle’ nüktesi gibi birer tane, yoksa sayfalar doldurulabilir:

“Bayan İnönü’ye karşı, bütün sefir karılarının (Avrupa’daki Türk sefirlerini kastediyoruz) memlekete her gelişlerinde en ağır hediyeleri hâmil olmak, bunları atebe-i ulyaya takdim etmek, aksi halde kocalarının sefaret payesini kaybedeceklerini bilmek gibi bir mükellefiyet yaşadıkları herkesçe malûm mudur? Türk siyasetini idarede bir sefirin bütün inceliği, karısı vasıtasiyle Bayan Hazretlerine takdim edilecek hediyenin değeriyle mebsuten mütenasip olmuştur. Dilerlerse 10 yılın listesini çıkarabiliriz!”  (Büyük Doğu; 16 Şubat 1951, 7. yıl, sayı 48)

Meydana atılmıştır ve “canların canı için can vermeyi, cana minnet bilir”… Ali BİRADEROĞLU naklediyor:

“Eğer ben birilerini silâhlı mücadeleye dâvet eder ve kendi çocuklarımı ellerinde tabanca ile en önde göndermezsem, benden de şüphe ediniz!”.

“Emir subayı”, İslâm’ı cemiyet meydanından kazıma girişimlerine karşı, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diyerek meydana atılmıştır… Fertleri, cemiyeti, kurumları, kuruluşları, devletlileri, bürokratları, kalem erbabını sarsmış ve her sahada ezberleri bozmuştur.

Dünün bugünün ve yarının muhasebesini yapmış… Yol göstermiş, çözümler, çareler söylemiş… “Şiirimin iklimini kurmak” diye şiir gibi bir ifadeyle, dâvânın gerçekleşmesi için; aslâ içinde yer almadığı ve menfaatlenmediği siyasete ve siyasetçilere bile tesir etmeye gayret etmiş, onlar vasıtasıyla dâvâsını yürütmeye çalışmış, tehlikelere göğüs germiş, evinin eşyasını satmaktan, para istemeye kadar katlanmış; ama düşmanlarının gıcır gıcır banknotlarını reddetmiş

Öyle bir meydan adamı ki!.. Vefatından sonra yapılacak iftiralara, yalanlara ithamlara peşin peşin cevap vermiştir. Bunu da etkileyici bir sembolle ve şiir gibi ifade etmiştir: “Biz sussak, mezarımız konuşacaktır!..”

“Konuşacak olan mezarı”, sadece iftiralara, yalanlara, ithamlara cevap vermeyecek, dâvâyı da, üstlenecektir. Ne zamana kadar? “Özlediği gençlik gelene kadar”:

“●Beşyüz yıldır beklediğimiz büyük Türk mütefekkiri ve aksiyoncusu yetişinceye kadar… Bu mütefekkir ve aksiyoncu, son dört, hele son bir, hele hele son yarım asırlık gelişimizi menfi hükümlerin en ağıriyle yaftalayıncaya kadar…

●Topyekûn insanlık ve Türk tarihini muhasebe ve murakabe edinceye kadar…

●Doğu ve Batı dünyalarının en ince mahsup sırlarına erinceye kadar…

●Bu kökün tek lifini incitmeksizin, Türk’ü yeni zaman meyvelerine kan ve can verecek büyük hamleye kavuşturuncaya kadar…

●Vecd, aşk, iman ve ahlâka, apoletleri sökülmüş eski rütbelerini iade edinceye kadar…

●Ruh imarı yerine gelmeden madde süsü diye bir şey olamayacağını anlatıncaya kadar…

●Makineyi yapan makine yapılmadıkça makinenin ülkeleri esir ettiğini öğretinceye kadar…

●Hakikat için hakikat ölçüsünün muhteşem heykeli önünde maskara korkuluklara yer olmadığını gösterinceye kadar…

●İlim ve tarihi doğru belletinceye kadar..

●Sahtekârlıklara, maymunluklara, küstahlıklara, maddî ve manevî yol kesiciliklere paydos deyinceye kadar...

●Bu gerçeklere bağlı, elmas gibi nesilleri teknesinde yoğuruncaya kadar…

●Bu nesiller sokak başlarını tutup kollarını makas gibi açmaya ve “Durun kalabalıklar!” diye haykırmaya başlayıncaya kadar

Biz sussak mezarımız konuşacaktır!” (b. d. Yy. Der, Mayıs 1986, s 2)

Savaşının dehşetini; edebiyatımızda isyanın, yiğitliğin sembolü, sözcüsü “kahraman” Köroğlu tasvir etsin:

“Bu meydana yalın kılıç inmeli!

Nâramızdan düşmanımız sinmeli!

Kötü ağlamalı dost sevinmeli!

Vurun yiğitlerim hoy günü bugün!” (meydana atılma günü)

Hiç bir şey onun nazarında sıradan değildir... Hiç bir ifadesi de sıradan değildir. Meselâ, şiire nasıl baktığını ifade ederken, ‘Benim nazarımda şiir iman içindir’ gibi bir haber cümlesi değil; “Biz şiiri iman için bilmişiz!” diye ünlem cümlesi kullanıyor. “İman için biliyorum” gibi durgun ve kuru değil… “İman için bilmişiz!”… Var mı itirazı olan ve var mı başka böyle gören?.. Çıkmışız, şiir kılıcımızla meydan yerine!.. Hodri meydan!

Öyle meydan adamı ki… Vefatından sonra, her şeyi açıkça yazmaya değil, bir takım yorumlarla ve imalarla, işlerine gelen parçalar yayınlayarak, Menderes’e yazdığı mektupları ve Menderes’ten aldığı paraları, yeni bulunmuş belgeler gibi haber yapanlara sağlığında peşin peşin cevap vermişti, Benim Gözümde Menderes’te… Yassıada mahkemesinde, kibirli, müteazzım ve tehditkâr hâkimlerin karşısında, sanık sandalyesindeki boynu bükük Menderes’ten sitayişle bahsederek izah ediyor:

“Evet, örtülü ödenekten para aldım. Alırken de bir rejim ve hükümet meddahlığı vazifesini üzerime almadım. İşte Adnan Bey’de Tanzimat’tan bu yana gelmiş sadrazamlar ve başvekiller arasında bu dâvâyı tutmaya müstaid biricik insanı buldum. Yardımını dâvâmın hakkı olarak kabul ettim. Bütün aldıklarımı, mücadelesini ettiğim yolda harcadım. Evimdeki halılara kadar da bu uğurda satmaya mecbur oldum. Zira Adnan Bey’in ‘Bir kere başla da sonu gelir’ diye ettiği her yardım, Demokrat Parti iktidarının menfî kutbu tarafından engellenince, kendisine bir ev yaptırılmaya başlanıp, birinci katı çıkmadan yüzüstü bırakılan bîçare gibi, elimdekini avucumdakini sarf etmeye, üstelik büyük bir borç altına girmeye mahkûm oldum.

Örtülü ödenekten bana verilen paralar, şahsıma bir şey getirmek yerine, benim bütün imkânlarımı yedi bitirdi ve neyim varsa götürdü. Böylece Adnan Menderes, örtülü ödeneğiyle beni kullanmış değil, asıl ben onu idealim uğrunda kullanmaya teşebbüs etmiş, fakat iradesiz ve sebatsız karakteri yüzünden muvaffak bulunmuş olamıyorum. Benim, bir dâvâ uğrunda bir nevi vergi hakkıyle alabildiğim, reklâm parasına bile yetmez, gülünç meblağlara karşılık, kendisinden milyonlar devşirip şimdi gözünü oymaya bakan, ‘Büyük Doğu’yu’ örtülü ödenek beslemesi olmakla suçlayan ve hesap vermeğe dâvet edilmeyen bazı gazetelerin hali, masumluk ve ulvîliğimizin ters tarafından mükemmel bir ifadesidir.

Örtülü ödenekten bana verilenleri 147 bin lira olarak tespit etmişlerdi. Bu 147 bin liranın üzerine oturup ‘tamamlanmadıkça bir şey yapamam!’ diye onu tasarrufuma geçirmiş olsam ve kendimi pahalıya satmayı bilseydim, o zamanlar oturduğum köşkü bana 100 bin liraya satmaya kalkan ev sahibime ‘Evet!’ demekle bugün yine dâvâ ve gayeme mahsus olmak üzere birkaç milyonluk servet sahibiydim. Bugün, Feneryolu’nda, Bağdat Caddesi üzerinde beş bin mertekarelik bahçesiyle bu mülk 5 milyon lira değerindedir. Yani mahut 147 bin, sırf İslâmî gayeye yol bulabilmek için, olduğu gibi pişirdiğim yemeğe gitti, üstelik cebimde ve kilerimdekileri de silip süpürdü.

İşte, dâvâmın baç hakkı olarak aldığım ve bunu iftiharla ilân ettiğim, fakat başta Adnan Bey’den milyonlar çimlenip de sonradan onu vatan haini diye teşhir eden namus yoksunu gazetelere nispetle, işimi bilemediğim, örtülü ödenek hikâyesi bütün içyüzü ve mahrem karakteriyle bundan ibarettir ve bu hikâyeyi ve iç yüzünü bütün ‘Büyük Doğu’cuların kavraması lâzımdır.”

Yolunda bir milimlik mesafe kazandırma ihtimali olanları safına alabilmek için çırpınmış; kazanma ihtimali olanlara “kölelik” taahhüt etmiştir:

“Adnan Menderes! İzmir’de din mevzuunda söylediğiniz ve geçen sayımızda neşrettiğimiz sözler, bizi sadece bahtiyar kılmadı, şaşırttı, hayretten hayrete düşürdü ve âdeta perçinlenmiş bazı istikamet telâkkilerimizi sarstı. Zira bizim ağzımızdan ve kalemimizden çıksaydı Savcılığın belki âmme dâvâsı açmaya kalkışacak olduğu bu sözler sizin Partinizden ve siyasî muhitinizden bir insan için, bir Eskimoya göre hurma ve muz kadar yabancı olmak iktiza ederdi. Türk tarihinin, kökünün, varlığının, özünün, ruhunun mücadelecileri, böyle bir sözü, hem de bugünkü şartlar içinde söyleyebilecek Başbakanın kölesi olduğumuzu ilân etmekle şeref duyarız.

Eğer şu iki sözü gerçekten söyledinizse:

1.‘–İnkılâp softalarının yaygaralarına rağmen…’

2.‘–Türkiye Müslüman bir devlettir ve Müslüman kalacaktır!’

Tekrar ediyoruz; Partinize, siyasî muhitinize, kabinenizde, tezatlarınıza ve hatıra gelen ve gelmeyen her şeyinize rağmen, en sâf ve hâlis tarafından, azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz! Zira anlıyorsunuz ki, dâvâ, sizin veya her hangi bir şahsın değil, mukaddes gayenin kölesi olmaktır. (…) Allah’ın önünüze çıkardığı bu imtihanda Demokrat Partiyi kendinize kalbedebildiğiniz ân, belki en küçük kazancınız, 21 milyon Anadolu Türkünün, yine bizim gibi azat kabul etmez köleliğiyle, ayrıca bizim, belki bütün memleket gençliğine şamil ve bütün gerçek münevverleri havi, topyekûn maddî ve manevî kütlemiz ve bütün varlığımız olacaktır. Bu dâvânın, ister ön, ister arka safında bulunalım, sadece tahakkukuna şahit olmaktan başka gaye beslemeyen biz, sizi, bu harikulâde va’din istikbaline doğru hızla yol almaya dâvet eder; ve safınızı bütün vatan ve bütün tarihin en ön mevkii olarak, Allahın bugünden işaret ettiğini, vecd ve aşk içinde haykırırız. Allahın ve tarihin dâvetini icabet buyurunuz, muhterem Adnan Menderes!” (Büyük Doğu; 16 Şubat 1961. 7. yıl Sayı: 48).

Savaş meydanına çıkan, eline hangi silâh geçerse onu kullanır. Aynı dâvânın adamı olduğunu söylediği ve imkânı olduğu halde, yardım etmeyip dâvâ dışı kişilerden, ufacık ve minnacık bir istidat gördüğü devletlilerden para istemeye mecbur bırakanlar utansın!

Dâvâ için bir küçücük ümide, çocuklar gibi sevinmek, ümit verene cemiyet önünde hem de, kölelik vadinde bulunmak ve onu hakka dâvet etmek, “Biz sussak, mezarımız konuşacak!” diyebilmek ve bunun eserlerinde, vakti gelince uyandırması için kurulan saat alârmı gibi tedbirini almak, ancak samimi dâvâ adamının harcıdır.

Siyasîlerle ve siyasetle ilgisinin bu minval üzere olduğu, kendisinin belirttiği gibi, bir o partiye bir bu partiye meyletmediği, merkezde duran kendisinin yanına, partilerin yaklaşıp uzaklaştığını, desteklediği topluluğun iklimine girmediğini onların yanlış değerlendirmelerini yüzlerine söylediğini, onları merkeze, hakka hakikate çekmek için didindiğini yarının araştırmacıları misallerle gözler önüne serecektir.

“1977’de seçim kampanyalarında, en önemlisi İstanbul Bayezit’teki olmak üzere bazı MHP mitinglerine katılmış ve meydanlarda binlerce kişiye hitap etmiştir. Bu konuşmalar dikkatle incelenirse, Necip Fazıl’ın, fikir çizgisinde bir değişikliğin söz konusu olmadığı görülür; değişiklik, sadece muhatap kitlededir.” (D. Mehmet DOĞAN, 30 Necip Fazıl, Sakarya Valiliği İl Kül. Ve Tur. Md.lüğü, Mayıs 2013, s 88).

Bu derece samimi, harbî, hasbî meydan adamının düşmanları da onun gibi samimi, harbî ve hasbî mi olur; olabilirler mi, bir takım oyunlara mı başvururlar?

Bir müslüman meydan yerine çıktıysa, diğerlerine düşen borç; eliyle, diliyle ve hiç olmazsa kalbiyle onun yanında yer almak mıdır, onu görmemiş gibi yapıp ademe mahkûm edenlerin safında yer almak mıdır?

Herkes kendisiyle hesaplaşsın!

 

-II- Sefer var!..

 

“Ey gönül mâdenin ne kadar yufka!

Yeter ağlamana bir kuş ötüşü.”

Halit Fahri Ozansoy: “Necip Fazıl, her şiirinde bir sefere hazırlanmış hissini veriyor”… (Edebiyatçılar Çevremde 1970)

Bu sefer; şiirde alışık olmadığımız bir çeşit giriş bölümü olan ilk birimde (kelime, tamlama, mısra, beyit, kıta) başlar, gelişmeyle devam eder ve şiir; şairimizin “mortole” dediği insanı derinden etkileyen, saran, sarsan, düşündüren, kendini kabul ettiren, beklenmedik ama yadırganmayan, hattâ tatmin edici bir sonla biter.

“Ölüm güzel şey, budur perde

ardından haber,

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü

Peygamber.”

Herkesin korkunç bir son olarak gördüğü ölümün, “güzel” olduğunu ifade ile başlayan ‘sefer’; daha şaşırtıcı ve esrarlı bir ifadeyle devam eder… Ölüm, korkunç son olmaktan öte, “güzeldir”... Ne olduğu bilinmese, “şey” diye ifade edilse de, güzel olduğunun haberi gelmiştir… Hem de bu haber, ölümün de geldiği ötelerden; “perde ardından”dır… Bu iki şokla sarsılırken... Ölümün güzel olup olmadığını düşünürken... Beklenmedik sona; ölümün güzel olduğuna ikna eden bir ‘buluş’la gelinir. Perde ardından gelen haberin, perde önünde, bizim dünyamızda, göz önünde, bütün zamanların ve bütün insanlığın ayan beyan bildiği kesin –hele müslüman için– itiraz edilemez belgesi vardır: Bu, herkesin bilip de düşünemediği, alâkasını akıl edemediği, Peygamber’in (sav) bile öldüğüdür… Peygamber bile ölmüşse, ölüm güzeldir!.. Ve siz, başınızı eğer, onunla beraber, “güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber” diyerek tasdik edersiniz… “Güzel” diye başlayan sefer “evet” diye biter. Sanki şiiri beraber yazdınız. Masalların mutlu sonla bitmesi gibi, sefer mutlu sonla bitmiştir.

Hele uzun şiirlerde bu ‘sefere çıkma, esrarlı yolculuk ve mutmain eden son’ daha çok bellidir. Kaldırımlar 1, 2 ve 3 bunun en kolay görülebilecek örneği... “Çile” şiiri de, şiir kitabının tamamı için bir giriş… Bütün şiirleri için, şiir kitabı için sefer başlangıcı, “Çile” isimli şiir… Veya “Çile” isimli “dâvetiye”… “Gaiplerden bir ses geldi” diye başlıyor “

Bu “haber” üzerine sanki tunç ürpertiler duyuyorsunuz…

Sefer başlamıştır…

Gaiplerden hangi ses gelmiştir ve ne demiştir? Gaiplerden ses gelmek ne demektir?.. O nasıl bir sestir… Niçin gaiplerden ses gelir? Onu, bildiğimiz kavramlardan hangisi olarak anlamalı? Ense kökünde boşluğu gezdirmek ne demektir? Gökler, ne oldu da devrilmiştir? Meraklı soruların izahını biliyormuş gibi olursunuz… Munis bir şekilde verilenlere razı, devam edersiniz. Ve şiirin size, rızanızla yaptırdığı yolculuğunuz; bir makamdan alıp, başka bir makama yavaşça götüren müziğimizdeki ‘taksim’ gibi nefsin diz çökmesi gerektiği kanaatine, hayat dolu heybedeki deste ve yumağın bütün dalların birleştiği bir kök hakikatine ve biricik meselenin “sonsuza varmak” olduğu teslimiyetine, getirip bırakır.

Çetin bir nefs muhasebesi anlatılmıştır gelişmede… “Yollar bir yumaktır, uzun dolaşık”… Ve hak verirsiniz: “Ateşte cımbızda yokmuş, fikir çilesinden büyük işkence”… Artık bu yeni anlayışla, sermest halde kendinizi, bir başkası gibi seyrediyorsunuz… Yalnız… Kendinizle ve şiirle… Baş başasınız… Şiirden gönüle, esrarlı bir mesaj... Nasibiniz kadar… Şiirin hikmet ve şifa olduğu, şiirin iman bilindiği âlemlerden… Mânâ âleminden; kafanıza ve kalbinize “hikmet” ve “şifa” serumu verildi: “Biricik meselem, Sonsuza varmak!..” Siz de ‘evet’ dersiniz… ‘Biricik meselem, Sonsuza varmak!’…

Bu, daha çok nesirde görülen bölümler; Necip Fazıl’ın şiirinde bir parçalanmışlığa düşürmez. Sizi öyle sarar ki şiir; dikkatinizi teksif etmedikçe, bir şekil incelemesine girişmedikçe, ne bölümleri ve şekli görürsünüz, ne vezni ve kafiyeyi… Nizama sokulmuş bir eser değil, sanki tabiî olarak akan bir ses şelâlesi… Su gibi tabiî... Akışında giden şiiriyet... Hisle fikrin kaynaşması… Sadece şiir vardır elinizde; daha doğrusu gözünüzde ve gönlünüzde… Fikir, şiirin içinde erimiştir. Çaydaki şeker gibi... Veya fikre his üflenmiştir. Belki her ikisi de… Olması gereken şekil içinde, ifade edilmesi gereken his ve fikir... Şiiri; okumuyorsunuz, gönlünüzde (telepati) ile meydana getirilen bir dünyada yaşıyorsunuz.

Rahmetli kayınvalidem, evimizde çerçeve içindeki, Üstad’ın “Aç Kapıyı” başlıklı şiirini gördü:

“Aç kapıyı, haber var,

Ötenin ötesinden!

Dudaklarda şarkılar,

Kurtuluş bestesinden.

Biz geldik, bilen bilsin!

Gönül gönül girilsin,

İnsanlar devşirilsin,

Sonsuzluk destesinden...”

Dedi ki “Ali, ben bunu çok sevdim. Ne anladın desen, bir şey söyleyemem. Ama sanki ben söylemişim... O kadar sevdim.”.

“O, şiirinin ne şeklinde, ne de muhtevasında hiçbir yabancı modaya kapılmadan, bir geleneği kendi içinde derinleştirip yenileme ve devam ettirmenin en güzel örneklerini vererek eskilerin büyük köklerine bağlanmıştır. Bu bağlanış onun ‘Poetika’sında hem estetik, hem de trajik ve metafizik bir mânâ taşır. Tabiatta içindeki kadar iniş ve çıkış bulunmadığını söyleyen, fikir çilesinden büyük işkence olmadığına inanan Necip Fazıl’ın ‘zorlu nefs’ine galebe çalmak, bu ‘cihad-ı ekber’de muzaffer çıkmak için eskiler gibi dışarıda bir çile hücresine kapanmaya ihtiyacı yoktu. O, kendi iç varlığını, trajik benliğini çilehâne yapmıştı.” (Prof. Dr. Birol EMİL, Türk Edebiyatı, Ağustos 1983).

Bu “çilehaneden” çıkan eserlerin ithafları ve takdimleri; eser hakkında kıymet hükmü belirtmekle kalmaz, ayrıca bir sanat değeri de taşır. Ve “sefer hazırlığı” ithafla başlar. Meselâ İman ve İslâm Atlası: “Bugünün ve yarının derin ve gerçek müminleri! Eserimi size ithaf ediyorum!”… Bir nesir cümlesi değil, âdetâ şiir... Daha başlangıçta, okuyucuya yerini seçtiren bir ‘dâvet’... İfade; tebliğ ve telkin; iç içe: “Sizi, derin ve gerçek mümin olmaya dâvet ediyorum!” Daha doğrusu, bu “mesuliyetinizi hatırlatıyorum”…

Bazan ilk kelimede başlayan seferle, uçağın yavaşça göklere süzülüşü gibi birden kendinizi bir masal âleminde bulursunuz… Artık yere inmeniz, kuleden gelecek talimata göre... Ve şiir sizi, kendi iklimine, nasıl olduğunu anlayamadan, bir bakmışsınız, dâhil edivermiştir… Üzerinizde, bütün şuurunuz yerinde olarak, sanki lokal bir ameliye yapılıyor; siz ne yapıldığını görüyor; acıdan tatlıdan, maddeden mânâdan, neden bahsederse bahsetsin, hiçbir itiraz aklınıza gelmeden, şiire teslim oluvermişsiniz… Ve sonuçta siz başka bir hâle getirilmiş olarak, fikir ve sanatın evlenmesinden doğan bambaşka ve yepyeni duygular, kanaatler ve inanışlarla, yumuşak bir inişle, dünyanıza iade ediliverirsiniz. Sefer bitmiştir… Seferiniz, seferimiz bitmiştir. Yani şiir…

İslâm’a “Gâyemiz sensin!” diyen ve ona teslim olan, bu teslimiyet sebebiyle “şiiri iman için bilen” ve…

“Mayın tarlasına düşmüş bir deliyim, hudutta;

Gözüm, sekizinci renk ve dördüncü buutta…”

Arayışındaki dehâ… Aradığı yetiştiriciyi, kurtarıcıyı, erdiriciyi, bulduysa… Küçük hesapları elinin tersiyle iter:

“Sen cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos!”

O’ndan aldıklarının yanında sanatkârlık cüce kalmıştır. Sanatkârlık cüce değildir… Kıyaslayınca cüce kalmıştır. Büyüğün yanında, gerçek büyüklüğün yanında cüce kalmıştır. Yoksa şiir, “Poetika”sı yazılacak kadar değerlidir. Yunus’un; “Cennet cennet dedikleri” diye başlayıp, “Bana seni gerek seni” diye bitirmekle, cennet nimetlerini küçümsemediği, Allah’ın rızasını her şeyin üstünde tuttuğunu ifade etmesi gibi... Haşmetli arayış önünde sanatkârlık cüce kalmıştır. Cüce sanatkârlığa paydos diyen, inandığı iklime çekebilir muhatabını… Allah’a davet, Allah’ı aramak, sanatın üstündedir…

(Devamı, "Hem şahin, hem güvercin-2" yazısında...)

https://kardelendergisi.com/yazi.php?yazi=3716

 


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
İranın neye ihtiyacı var?... - Sayı 122
Kırk... - Sayı 121
Kırk gün bir ölüyü bekley... - Sayı 121
Sıradan bir filme bu alâk... - Sayı 121
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (122):
Tarih boyunca izlediği politikalar, güncel meselelerde takındığı tavır çerçevesinde, doğu medeniyetinin aslî unsurlarından İran'a bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 sağlık dileklerimizle, hürmetle...... naci eroğlu

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu


Batı’nın Pompei’sinin günlerini andırmasının sebepleri Osmanlı Devleti’ni çökerten “metal yorgunluğu”nun ilk safhası değil midir?
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Anlam peşinde
Bizim olmayan gemide kaptan olmak
Parlamenter sistem ve mağdurları
Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin
Niye döktün gözyaşımı


Ali Erdal - Anonim eserlerin kıy...
Ali Erdal - Sıradan bir filme bu...
Ali Erdal - Kırk gün bir ölüyü b...
Ali Erdal - Kırk
Necip Fazıl Kısakürek - Kıraat kitabı
Ekrem Yılmaz - Derinlik
Ekrem Yılmaz - Yapamıyorsan hayal e...
Ekrem Yılmaz - Kürtlerin PKK ile im...
Dergi Editörü - Çare
Site Editörü - Anlam peşinde
Necdet Uçak - Niye döktün gözyaşım...
Necdet Uçak - Olacak
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Malazgirtin aslanlar...
M. Nihat Malkoç - Anadolu Türk masalla...
Ayhan Aslan - Yamyam
Mehmet Balcı - Şimdi
Mehmet Balcı - Dönemem
Ahmet Çelebi - Gazzeli çocuğa
Halis Arlıoğlu - Parlamenter sistem v...
Halis Arlıoğlu - İçimde bir yara var
Murat Yaramaz - Artık yeter
Murat Yaramaz - Masal
Mevlüt Yavuz - Sanma ha!
Cemal Karsavan - Seni düşünürüm
Heybet Akdoğan - Gülsema
Emine Öztürk - Hapis
Zekeriya Yılmaz - Bıraktın
Mehmet Ali Metin - Doğu ve Batı’nın hik...
Yaşar Akyay - Bizim olmayan gemide...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14443497
 Bugün : 2358
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 627370
 Bugün : 90
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 72
 121. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim