Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin Ali Erdal Sayı:
121 -
(Bir ‘TÜRK MASALI’nın (masalımızın) ilhamıyle…)
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır, babamın kesesini şıngır mıngır sallar iken köyün birinde bir nine ile küçük kız torunu varmış… Köyün kıyısında bir evde kendi hallerinde yaşarlarmış. Yatmadan önce nine küçük torununa masal anlatırmış. Bir seferinde tekerlemeyi söyledikten sonra tam masala geçileceği sırada kız sormuş:
–Nine, haydi babasının kesesini şıngır mıngır sallar; annesinin beşiğini tıngır mıngır daha doğmayan çocuk nasıl sallayabilsin?
Nine torununu okşamış ve demiş ki:
–Güzel kızım, ana öyle çok ve öyle candan sevilmeli ki…
–Benim seni sevdiğim gibi…
–Aynen öyle… Aynı derecede hürmet de edilmeli anaya… En zor zamanlarda en akla gelmeyecek hizmetlerine bile can baş üzere koşmalı, asla horsunmamalı. Meselâ mümkün olsa, geçmiş zamana gidip beşiğini sallayarak ona hizmet etmeli. O kadarsına… “Cennet anaların ayakları altındadır” demiş Peygamber Efendimiz.
–Nineciğim belki şöyle olabilir. Ana ihtiyarlar, yatalak olur, ona beşikte bakmak gerekebilir. O zaman beşiğini tıngır mıngır sallar evlâdı.
–Allah’ım, güzellikle aklı birleştiren ve onu benim torunum yapan Allah’ım; sana kurban olayım.
Günler böyle mutlu mesut geçip giderken bir gün, nine torun sabah namazlarını kılmışlardı ki… Pencerenin camına tık tık tık diye vurulmuş… Bakmışlar, pencerede bir kuş… Kız pencereye koşmuş. Kuşlar ürkek hayvanlardır. Ama bu kuş kaçmamış, üstelik pencereyi aç der gibi cıvıl cıvıl ötüyormuş. Kız pencereyi açmış, kuş gelmiş eline konmuş. Bilirsiniz, kuşların gözü yandadır. Kıza bakmak için başını yana çevirmiş. Kız anlamış. Başını yana çeviriyor ama, kalbime nazar ediyor diye düşünmüş. Kuş insan gibi dile gelmiş ve kızın içine işleyen bir sesle konuşmuş:
–Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin!
Soracaklar kuşa… Kimin ölüsü? Ölü beklenir mi, hem de kırk gün? Ne zaman? Nerede? Niye ben, niye benim torumun? Sorulara fırsat vermeden kuş, pır diye uçup gitmiş.
O gün akşama kadar düşünmüşler, ertesi sabahı iple çekmişler. Ama ertesi sabah da ne gelen olmuş ne giden. Gel zaman git zaman, unutmuşlar kuşu da söylediğini de.
Aylar yılları kovalamış Akıllı ve sevimli çocuk, akıllı ve güzel bir kız olmuş.
Bir gün sabah namazlarını kılmışlar, günlük işlerine başlayacaklar. Kuş akıllarının ucundan bile geçmiyor. Ama kuş yine gelmiş. Yine camı tık tık tık, diye üç kere vurmuş… Kız gitmiş pencereyi açmış. Kuş hızla içeri girmiş, odanın içinde bir tur attıktan sonra kızın önünde dile gelmiş:
–Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin!
Bu zamana kadar bekledikten ve kendini unutturduktan sonra gelmesi hayır mı, şer mi demeye kalmadan kuş, geldiği gibi pencereden uçup gitmiş ve göklere yükselmiş.
Sorular dillerinde kalmış, elleri böğürlerinde…
Nine ve torun baş başa verip düşünmüşler ve en iyisi biz bu köyden gidelim demişler. Millete nasıl izah ederiz ölü beklemeyi. Siz lânetlendiniz diyen de olur, size mükâfaat verilecek diyen de… Dudak büküp yalan söylediğimizi düşünen de olur. En iyisi kimseye haber vermeden komşu köye gitmek. Yola çıkmışlar. Hava güzel… Akşam olmadan varabilirler.
Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler… Komşu köye yaklaştıkları bir sırada hafiften bir yağmur başlamaz mı! Bakmışlar gittikçe artacak gibi. Bir mağaraya sığınmışlar. Mağaranın bir köşesindeki kaynaktan kana kana su içmişler, abdest alıp namazlarını kılmışlar ve geceyi mağarada geçirmişler. Ertesi gün sabah namazlarını kıldıktan sonra yaklaştıkları köye gidecekler. Mağaradan çıkmak üzereyken kuş gelmiş karşıdaki ağacın dalına konmuş ve dile gelmiş:
–Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin!
Ve pır diye uçup, göklere yükselmiş. Demek ki, her yer aynı. Yapacak bir şey yok, köylerine dönseler, yol uzak. En iyisi yakındaki köye gitmek. Gitmişler. Caminin yanındaki misafir odasına konmuşlar. Odaya gelenleri, kim olursa olsun, Allah rızası için ağırlayanlardan Allah razı olsun. Köy odasına bakan aile sanki misafirlerin hizmetçisi… Gözlerinin içine bakıyorlar. Her ihtiyaçlarını istetmeden görüyorlar. Misafir bereketi ile gelir. “Misafiri sevmeyende hayır yoktur” buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Ertesi gün kuş gelmemiş… Bu hayır mı, şer mi diye konuşurken, yollarda hastalanan nine Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Kuş gelmediğine, ninesi de vefat ettiğine göre kuşun dediği gerçekleşmiş mi oluyor? Yani ninesini mi beklemiş oldu? Cenaze namazı kılınmış ve ninesi toprağa verilmiş. Kuşun ilk geldiği vakitten bu yana kırk gün değil, yıllar geçti. Kızcağız iyice bunalmış, ne yapacağını, olanları nasıl yorumlayacağını bilemiyor. Başsağlığına gelenler dağıldıktan sonra şöyle köyün dışına doğru yürümüş. Bir çeşme görmüş, oradaki ağacın altına oturmuş. Uyuyakalmış…
Dakika mı geçti, saat mı? Ortalık günlük, güneşlik. Yoksa gün mü, ay mı geçti? Uyandığı zaman şaşmış kalmış; ortada ne çeşme var ne ağaç ne de oturduğu yerden görünen mezarlık ve köy… Ormanın içinde bir başına… Önünde ince bir yol... Madem yol var, insan bulunan bir yere varacaktır. Yürümüş… Yol gittikçe genişliyor ve düzeliyor. Dereler, tepeler aşmış, in cin yok. Nihayet bir düzlüğe varmış. Geniş yeşillik bir alan. Uzakta bir bina görünüyor. Orada da iyi insanlar vardır. Ümitle koşmuş. Yaklaştıkça köy değil, sadece bir saray olduğunu anlamış. Kocaman bir saray… Merdivenlerine iki köyün insanları dizilse, hepsini alır. Öyle haşmetli… Merdivenlerden çıkmış, büyük kapısında kocaman bir kilit. Yaklaşınca sanki kilitte dönen bir anahtar sesi duyar gibi olmuş. Ve kilit çözülmüş, kapı açılmış…
İçeri girmiş… Ben diyeyim bin oda, sen de bin tane bin… Sarayı gezmeye başlamış… İn cin top oynuyor… Hangi odaya yönelse, kapı kendiliğinden açılıveriyormuş. Günlerden ne, hangi ay? Bakmış güneşe kuşluk vakti... Girdiği bir odada musluklar görmüş, su da var. Abdest almış, oradan çıkmış, nerede namaz kılabilirim diye odalara bakacak. Girdiği ilk odada bir seccade yayılı olduğunu görmüş. Kıbleyi de öğrenmiş oldu. Kuşluk namazını kılmış ve dua etmiş. Allah’ım beni doğru yola ilet… Allah’ım beni koru… Allah’ım beni şaşırtma, yanlışa düşürme…
Odalar gezmekle bitecek gibi değil. Yorulmuş, bir yerde oturayım demiş. Önüne büyük kapılı bir oda çıkmış. Daha kapıya yaklaşırken, kapılar yine ardına kadar açılmış. Büyük bir salon, ortada büyük bir masa, üzerinde bir sanduka… Kapağı camdan, galiba içinde bir insan var. Evet içinde bir genç var. Ayın on dördü gibi güzel ve yakışıklı… Upuzun yatıyor. Nur yüzlü… Ölü mü uyuyor mu?
Bakmış sandukanın kenarında bir koltuk… Az önce var mıydı… Oturmuş düşünüyor… Demek kırk gün bekleyeceğim ölü bu…
Genç kız, artık günlerini ölünün başucunda geçiriyor. Gece de oradaki yatakta yatıyor. Yemekleri bir sofra üstünde önüne geliyor.
Kırkıncı gün… Kahvaltıdan sonra bir ses duyuyor:
–İmdaat!
Bir kız sesi. O zamana kadar hiç bakmadığı pencereye koşmuş. Engin deniz... Ses oradan geliyor. Aşağıda bir tekne üzerinde bir kız. Yardım istiyor:
–Fırtına gelmek üzere beni yukarıya çek!
Yardım istemiyor, emrediyor.
–Kapıya gel!
–Kapı açılmıyor.
Kız bulduğu çarşaf ve benzer şeyleri birbirine ekleyip aşağıya sarkıtmış. Az bir mesafe kalıyor. Uzun saçlarını kesmiş, ip halinde örmüş onları da eklemiş ve kızı yukarıya çekmiş.
Yukarıya çekilen kız, gelir gelmez feryat figan ağlıyor ve her şeyden şikâyet ediyor. Gemileri batmış, annesi babası dâhil bütün yolcular denizde kaybolmuş. Kendisini, birileri bu tekneye baygın almış. Buraya gelince kayaya çarpmışlar, onlar da denize düşmüş, bir kendisi kalmış.
Kız; misafiri için havlular, elbiseler bulmuş; onun kurulanmasına ve giyinmesine yardım etmiş. Büyük mutfakta yiyecek yok. Zaten yemek saatine az bir vakit kaldı. Vakti gelince yine sofra gelmiş. Ama bir kişilik. Kız aç değilim diyerek misafirine ikram etmiş. O da âfiyetle yemiş.
Kerahet vaktine kadar kazazede kız hep başından geçenlerden dert yanmış, bir kere bile kendisini kurtarana teşekkür etmemiş; senin başından neler geçti diye sormamış. Güneş batmak üzereyken kıza demiş ki:
–Kapı tarafından sesler geldi, galiba kapı çalındı. Sen duymadın mı?
–Ben duymadım.
–Sen bir baksan. Kapılar sadece sana açılıyor ya…
Kız çıkar çıkmaz hemen kapının sürgülerin çekmiş.
Meğer bu ülkenin padişahı ölünce, düşmanları büyü yapmış ve halk dondurulmuş gibi kala kalmış. Hayat durmuş. Şehzade de uyutulmuş. Bir kız onu 40 gün beklerse büyü ancak o zaman bozulacakmış. Bekleyen olmazsa o da ölecekmiş, halkı da yok olacakmış. Bunları padişah ölmek üzereyken oğluna söylemiş.
Kızın beklemeye başladığı kırkıncı gün… Kırk günlük vakit güneş batınca doluyormuş. Güneş batar batmaz saray önceki haline, hareketine, yaşayışına, işleyişine kavuşmuş. Sanki kırk gün hiç inkıta olmamış. Nerede kalmıştık?
Vakit doldu ya… Şehzade de gözlerini açmış. Artık ona padişah demeliyiz. Şehzade olarak uyudu, padişah olarak gözlerini açtı. Başucunda gördüğü tek kıza haliyle sormuş:
–Beni sen mi bekledin kırk gün?
–Evet, zor oldu ama bekledim; sizin için ve ülke için beklemeye değerdi.
O sırada kapı çalınmış. Kız, içeri heyecanla girecek ve dışardaki hareketliliği heyecanla anlatacak. Halbuki sonradan gelen kız, büyücünün kızı imiş ve her şeyi biliyormuş. Büyücü son gün kendi kızını adamlarıyla göndermiş. Fırtına falan hikâye. Padişahla evlenince onu da öldürecekler ve ülkeyi ele geçireceklermiş. Padişah sormuş:
–Kapı mı çalındı?
–Evet, kölemdir. Hiçbir işi sağlam yapıp gelmez.
Kapıya koşmuş ve açmış, onun bir şey söylemesine meydan vermeden:
–Verdiğim işi yaptın mı?
–Ne işi?
Büyücünün kızı padişaha dönmüş:
–Demedim mi sultanım, bu köle hiçbir işi tam yapamaz, yapmaz. Verdiğim vazifeyi bile unutmuş.
Kızı azarlamış:
–Bizi rahatsız etme! Ben çağırmadan da gelme!
Ve kapıyı yüzüne kapatmış.
Sarayda artık mutat hayat yaşanıyor.
Padişah, kendisini bekleyenle evlenecek ya, düğün hazırlıkları başlamış. Bunun için komşu ülkeye gidecek, kendilerinde olmayan bazı eşyaları satın alacak. Saray ahalisini çağırmış ne istediklerini sormuş. Büyücünün kızı hemen şunu isterim, bunu isterim diye uzun bir liste vermiş. Padişah, büyücünün kızının engel olmak istemesine aldırmamış, köleyi de çağırtmış ve ne istediğini sormuş:
–Kölenin isteği olabilir mi? Ne emredilirse onu yapar ne verilirse onu yer.
Emir üzerine:
–Peki madem emrediyorsunuz, sabır taşı istiyorum.
–O nedir?
–Gittiğiniz ülkeden satılıyorsa, bilen de vardır. Satılmıyorsa, öğrenmeye de gerek yoktur.
İki kızdan birinin; mevkiye, mala mülke minnet etmemesi, diğerinin mal hırsı padişahı düşündürmüş. Hiçbir vazifeyi doğru dürüst yapamayan beceriksiz köle, böyle cevap verebilir mi?
Padişah gittiği ülkede sabır taşının mercimek büyüklüğünde bir taş olduğunu, ona derdini yananların rahatladığını öğrenmiş. Bu kızın sabır taşına yanacak kadar ne derdi var, merak etmiş. Büyücünün kızı ben veririm dese de o taşı bizzat vermek için onu huzuruna çağırtmış. Taşı verdikten sonra da onu takip etmiş. Kız bir odaya girmiş, bir yaygı sermiş, üstüne sabır taşını koymuş. Şehzade de kapı aralığından onu izliyor ve dinliyor:
–Sabır taşı, sabır taşı… Ben küçük bir kızken bir kuş geldi “Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin” dedi. Sen olsan ne yapardın?
Sabır taşı nohut büyüklüğünde olmuş.
Sonra başından geçenleri bölüm bölüm anlatmış, her bölümde sen olsan ne yapardın diye sorunca sabır taşı da büyüdükçe büyümüş.
–Kırk gün ben beklediğim halde, beni hileyle dışarı gönderdi. Benim yerime kurtardığım ettiğim kız beklemiş gibi oldu. Demek biliyordu ki, tam vaktinde beni dışarı gönderdi. Üstelik bana köle muamelesi yaptı ve köle diye tanıttı. Sen olsan ne yaparsın?
Sabır taşı kavun kadar olmuş.
–Bütün bunlara yanmıyorum… Ben onu uyur gibi yatıyor görür görmez anladım ki, sadece bir ölüyü kırk gün beklememişim, bekletilmemişim ömür boyu sevdiğimi aramışım. Onu görene kadar bilmeden, onu gördükten sonra bilerek ben hep onu aramışım. Benim hüzünlü yüzümde, kırgın gözümde, sitemli sözümde hattâ kendi gönlünde bunu görmüyor ya işte ona yanıyorum. Kötü insan sevilemez, iyiyi kötüyü gönlü birbirinden ayırt edemiyor ya işte ona yanıyorum… Hani kalp kalbe karşıydı? Sevgi, bir ömür kazanılamayacak olanı, bir anda şimşek gibi kalbe indirirdi. Bunları anlamıyor ya, ona yanarım. Ona sormuyor, sen kırk gün bekleneceğini ve beklenince ne olacağını nereden biliyorsun diye sormuyor. Sen olsan ne yaparsın ey sabır taşı?
Sabır taşı, çat diye çatlamış… Kız demiş…
–Sen sabır taşı olduğun halde çatladın, ya ben ne yapayım.
Padişah ortaya çıkmış ve demiş ki:
–Senin yapacak bir şeyin yok. Ben ne yapacağımı biliyorum. Hislerimin doğru olduğunu gösterdin bana.
Sonra büyücünün kızını çağırtmış ve ona sormuş:
–Seni niçin çağırttığımı biliyor musun?
Kız hayır deyince:
–Seni annene kavuşturacağım.
İşareti üzerine büyücü elleri, gözleri ve ağzı bağlı olarak getirilmiş.
Meğer padişahın ilk işi büyücüyü aratmak olmuş. Büyücünün de kızının da cezasını vermiş. Kötüler ve kötülük cezasız kalmaz.
Padişahla kız evlenmiş. İyiler ermiş muradına, biz çıkalım kerevete….
Gökten üç elma düşmüş. Masal anlatanların, dinleyenlerin ve iyilerin başına…
(05.06.2024)
|