Düşünüyorum, öyleyse Var! Mustafa Kınıkoğlu Sayı:
60 - Nisan / Haziran 2008
İnsanımızın dinî anlayışını özetleyen bir söz vardır: "Kıl beşini, bil işini".. Muhtemeldir ki, bu söz ile şu kastedilmektedir: "Namazını kıl, farzlara riayet et ama, fazla da dinî meselelerle uğraşma. Maazallah, yanlış düşüncelere dalarsın..."
Peki, sadece vazifelerle yetinmek istemeyen, işin illet ve hikmet yönünü merak eden, en doğru ifade ile, taklidî bir imandan tahkikî bir imana geçme arzusunda olan bir müslüman ne yapacak?
"Kıl beşini, bil işini" taktiğinin işe yaramaz olduğunu söyleyemem elbette, bu söz belki de Anadolu'daki saf imanın bir neticesi de olabilir. Kafasının içine hiçbir zararlı düşüncenin girmediği bir kişinin taklidî imanı, çok geceler tefekkür edip tahkik peşinde buhranlar yaşayan ama yine de kafasına şüphenin girmesine engel olamayan birinin imanından katbekat fazla da olabilir.
Ancak günümüzde, özellikle biraz eğitim almış beyinlerimiz, dışardan gelecek etkilere karşı daha savunmasız. Ninelerimizin yüzlerine yansıyan imanı yakalamak için belki dağlara çekilip bir daha geri dönmememiz gerekir.
* * *
Eğer insan rehbersiz olsaydı işi ne zor olurdu. Âlemlerin Rabbi'nin Resûl göndermesi başlı başına bir şükür vesilesi. Üstelik de bizimle aynı şartlarda olan birini seçiyor, iki kolu iki bacağı olan, yiyen, içen, ailesi ile ilgilenen biri.
Efendimiz bizim rehberimiz olduğuna göre, yukarıda sorduğumuz "günümüz müslümanı ne yapmalı" sorununa onun hayatı ile cevap bulmaya çalışabiliriz. Efendimize ilk vahiy kırk yaşında gelmiş. Yani, o hale gelmeden önce kırk yıllık bir tekâmül süreci yaşamış. Allah isteseydi böyle bir sürece ihtiyaç olmadan da vahyedemez miydi? Ama dünyada "sünnetullah" denilen bir sistem işliyor ve Efendimiz de dahil herkes bu sistemin kuralları içinde yaşamış, yaşıyor.
Efendimizin geçirdiği tekâmül sürecinin en bilinen faktörü, belli süreliğine Nur dağındaki Hirâ mağarasına çıkması ve tefekkür etmesiydi. İlk vahiy de bu tefekkürler esnasında gelmemiş miydi? Tabi bunun yanında, O'nun "emin" olması, herkes tarafından güvenilir bilinmesi, kabilesinin taptığı putlara yüz çevirmesi de bu sürecin diğer faktörleri arasında sayılabilir.
Öyleyse "tefekkür" çok çok önemli. Zaten tefekkür etmeyen birisi için bu tür sorunlar ve cevapları önem teşkil etmez. Ancak bir müslüman için etmeli. İslâm'ın tefekküre verdiği önemi görmek için Kur’ân’a bakmak yeterlidir. Bir çok ayette "akletmezler mi, düşünmezler mi" şeklinde uyarılar vardır. Tefekkürün nafile ibadetten olan üstünlüğünü belirten hadis ve bir mezhebe göre elçi olmadan sadece tefekkür ile Allah'ın varlığının bulunabileceği görüşü de bu önemi ortaya koyan diğer deliller arasında sayılabilir.
Tefekkür çoğu zaman yangına körükle gitmek gibi ateşi harlar. Ancak ateş olmadan da cevapların bulunması çok kolay değildir. Tasavvuf ehilleri bunu "Aramakla bulunmaz, bulanlar arayanlardır" sözü ile ortaya koymuşlar.
*
Günümüz Türkiyesi’nde klâsik cami vaaz ve sohbetlerinin insanların manevî ihtiyacını karşıladığı pek iddia edilemez. İstisnalar muhakkak var-dır, bu istisnaların olması da ancak özel olarak beslenilen bir kaynağın olduğu veya kişinin kendisini çok iyi yetiştirdiği durumlardır. Ne zaman böyle bir imam ile karşılaşsam, aklıma gelen ilk soru şu olur: "Acaba beslendiği kaynak neresi?"
Beslenilen kaynakla kastım, dinî anlama, anlatma, yaşama, yaşatma konularında örnek alınan yol veya kişidir. Elbette her müslümanın beslendiği tek kaynak Allah ve O'nun inzal ettiği Kitabı ve Resûlüdür. Ancak İslâm Tarihi göstermiştir ki, Kur’ân'ı ve dini bir çok farklı şekilde anlama metodları ve bu metodların takipçileri vardır. Efendimiz'in vefatından sonraki dönemde yapılan tefsirlerde dahi farklılıklar vardır. Mezheplerdeki farklılıklar da aynı değil mi? Olan bir hadisenin iki farklı yorumu ile iki farklı içtihad meydana gelmiştir.
İşte bu yüzden, günümüz müslümanlarının "mü'min" olma heveslileri, genelde bu metodların birinden etkilenirler veya etkilenmek zorunda kalırlar. Zorunda kalırlar dememin nedeni ise şu; siz bu işlere kafa yormaya başladığınızda, şahsî kemalâtımı nasıl geliştirebilirim diye arayışa girdiğinizde karşınıza çözüm yolları çıkmaya başlayacak. Örneğin, şurada şöyle bir hoca varmış, onun sohbetine git denilecek size. Gideceksiniz, Allah dostu bir zat ise muhtemeldir ki çok da etkileneceksiniz. Ancak zaman geçtikçe şunu farkedeceksiniz, o kişiye karşı duyacağınız muhabbet, bir bakıma onu yetiştirenlere, takip ettiği kitaplara, metoda karşı da duyulması gerekecek. Hiç duymadığınız, okumadığınız kimselere "Üstad", "Hazret" diyeceksiniz.
Bu şartlarda en "talihli" olarak tanımlanabilecek kişiler, bağlılıkta son noktaya gelip hiçbir şeyi sorgulamayanlardır. Siz bir tarafta hafakanlar içinde sorgulama nöbetleri geçirirken, onlar teslimiyetin verdiği mutlulukla yollarına devam ederler.
Tefekkür eden birisi için sorgulama yapılmaması her zaman eleştirilen bir durum olsa da, durulması gereken bir nokta var bana kalırsa. Akılla iman arasındaki bu "noktayı" kişinin iyi belirlemesi gerekir. Cebrail'in kanadını yakabilecek olan nokta da burası mıydı acaba?
Teslimiyet önemlidir. Müslüman kelimesi "teslim" kelimesi ile aynı kökten gelir. Müslüman, Allah'a teslim olmuş demektir. Ama bir nokta daha var ki, bir de "mü'min" vardır. Mü'min ile müslüman bir değildir.
*
Özellikle ülkemizde, müslümanların manevi olarak tatmin olamaz durumda olmalarının bir nedeni Kur’ân’a olan bakışlarıdır.
Millet olarak dini değerlere hürmette kimseyi ön safa geçirmeyiz. Ancak iş, iç doldurmaya gelince arkalarda kalırız.
Neredeyse herkesin evinde güzel, süslü, işlemeli bir kılıf içinde Kur’ân-ı Kerîm vardır. Ama duvarda asılı olan o kitap ne kadar hayatımızdadır?
Kur’ân'ı bel hizasından aşağı taşıyan birini görsek, muhtemeldir ki, demediğimizi bırakmayız o kimseye. Bu, bizim milletimize özgü bir hassasiyettir. Hacca gidenler oradaki bazı kimselerin Kur’ân'ı yastık olarak kullandığından dahi bahsederler. Bu hassasiyetimiz çok güzel ama aynı hassasiyetin yüzde birini onu anlamaya veriyor muyuz acaba?
Aynı konu tecvid için de geçerli olabilir mi? Haddim değil ama şu yorumu yapmadan edemeyeceğim, Fatiha'nın sonundaki "d/zallin"in d/z harfini çıkartmak için verilen emek onu anlamak için veriliyor mu? Dili sol azı dişin üzerine koyarak harf çıkartma gayreti yanında aynı gayreti onu anlama yolunda da harcamak gerekmez mi?
Benzer bir durum makamlı okumalarda da söz konusu. Ayetler okunuyor, biz bir şey anlamıyoruz ama hocanın sesi ne güzel, en düşükten en yükseğe makamlar arasında nasıl da mest ediyor? Ya orada söylenenler? Bir an düşünün ve "Elhamdülilahirabbilalemin.." yani Türkçe meali ile "Hamd, Alemlerin Rabbinedir, O Rahmandır, Rahimdir" cümlesini makamla okuyun, öne çıkan makam mı, manâ mı?
Durum böyle olunca insanların arayış içine girmesi ve kabul görmüş metodların takipçileri olmaları normaldir. Çünkü bir ihtiyaç söz konusu ve giderilmesi gerekiyor. Burada kolay olan bu metodları eleştirmek, zor olan ise daha doğru bir metod oluşturup hayata geçirmektir.
Niyetler Allah'ın rızasını kazanmak olduktan sonra inşallah bahsettiğim bu buhranlar sonuçsuz kalmayacaktır Allah'ın izni ile. İnsanların kendi meşreblerine uygun veya yakın buldukları metodları ve bunları uygulayan cemaatleri takip etmeleri normaldir. Hepsi için eleştirilecek birçok nokta bulabiliriz. Altından girip üstünden çıkıp bir çok hata sayabiliriz. Bunların yanında kendi takip ettiğimiz metodun üstünlüğünü de savunabiliriz. Ama burada unutulmaması gereken konu "sadece ben" dememek ve her müslümana kardeş nazarı ile bakmaktır. Ayrıca şu cemaatteyim, kurtuldum demek de hataların büyüklerindendir bana kalırsa ki, bunu tefekkür seansları sonunda bir yerlere devam eden birinden duymak mümkün olmasa gerektir.
*
Hasılı, burada ortaya koymak istediğim dert, insanımızın daha derin bir münasebet ile dinine yaklaşması gerekliliğidir. Bu kesinlikle "işini bilmemek" anlamına gelmez. Tefekkür, halife olan insana özel bir duygudur ve onun varlığının delilidir. O halde "var" olduğumuzu göstermek bizim vazifemizdir.
Tüm bunları yazarken aklıma Descartes'in ünlü sözü geliyor: "Düşünüyorum, öyleyse varım." Evet, tefekkür ediyoruz ve "var" oluyoruz. Tefekkür ediyoruz ve varlığımızdan haberdar oluyoruz. Yoksa, yokuz!
|