Edebiyat Nedir? Terry Eagleton Sayı:
60 - Nisan / Haziran 2008
Türkçe Söyleyen: Sinan AYHAN
Eğer edebiyat kadar kuramlaştırmaya yaraşacak başka bir kavram olsaydı; onu da güle oynaya edebiyatın taradığı keyfiyet gibi ele alabilirdik; çünkü öyle veya böyle o da, üzerinde açıkça ve tatlılıkla konuşmaya değer bir şey olurdu; o halde bu anlamda kuramlaştırmak için meseleyi şu soruyla başlamalıyız işe, edebiyat olan ve olmayan açısından Edebiyat denilen şey Nedir..?
Edebiyatın çok çeşitli tanımları yapılabilir belki… Meselâ (bir şeyi tanımlama kudretine haiz özne tarafından) bu edebiyat tanımlarından bir tanesi de, harfi harfine gerçekliğe uygunluğu pek gözetmeyen, kurgulama sezgisine bağlı, daha çok hayal gücünün işletildiği anlatım ve yazım biçimi diye ifade edilebilir… Ama bu olağan tanımlamaya rağmen, edebiyat başlığı altında yer alabilecek eserleri sıralamak sorunlu ve tartışmalı bir meseledir… 17’inci yüzyıl İngiliz edebiyatı için Shakespeare, Webster, Marvell, Milton listededir; fakat Bacon’un denemeleri, John Donne’un söylevleri, Bunyan’ın otobiyografisi bu edebi listenin dışında mıdır..? Üstelik Hobbes’un Leviathan’ı ve Calderon’un “Başkaldırının Tarihi” bu listenin dışında tutulamazken… Buna benzer olarak 17’inci yüzyıl Fransız edebiyatı için ne denebilir..? Corneille ve Racine; La Rochefaulds’un vecizeleri, Bousset’in hitabetleri, Boileau’nın şiir üzerine incelemeleri, Madame de Sevigne’nin kızına mektupları, Descartes ve Pascal felsefesi o zamandaki Fransız edebi dizgesinin bir parçası değil midir..? (Tartışmaya konu olan zamanın, eser tasnifi neye göredir..?) 19’uncu yüzyıl İngiliz edebiyatı için Lamb bir değerdir, ama Bentham aynı içeriği sağlamaz; Maculuay bu sınıfa dahildir, ama Marx bu sınıfa girmez; Mill bu listeyi tamamlar, ama Darwin ve Spencer bu listeye dahil edilemez…
Gerçek ile kurgu arasındaki fark, eşelenebilir olduğu sürece edebi eser olma kıstasları daha bir tartışmalı hal almaktadır… Edebi eser olma niteliğine uzak olmak ve yakın olmak ölçülebilir olması gereken budur… Belki mevcut durum, tarih ve sanat bağlamında “viking efsaneleri”nin ortaya çıkışından beri tartışılmaktadır… 16’ıncı yüzyılın sonu, 17’inci yüzyılın başları İngiltere’de “edebi roman” kelimesinin hem gerçek, hem kurgulanmış olayların anlatımı için telaffuz edilmeye başlandığı zamanlardır… Olgulara dayanmak veya dayanmamak, romanı ne kadar edebi içerikte tutar veya sadece haber niteliği taşıyan raporlara yakınlaştırır, üzerinde düşünülmelidir… Gibbon, Eski Ahit hakkında kaleme aldıklarını gerçeklikten yana bir tartışma konusu yapmaz, ona göre her şey gerçektir; ama kimi okurlar onun haklı olduğuna inanmış ve bu gerçeklikten şüphe etmemiş, kimileriyse her şeyi bir kurgu olarak algılamıştır… Keza Newman’ın “teolojik meditasyon” hakkındaki düşüncesi de aynı davranışla karşı karşıyadır; kimilerince bütün anlatılanlar gerçektir, kimilerince bir estetiğe oturtulmuş edebiyat eseri… Dolayısıyla bir eseri ne kadar olgulara bağlı düşünürsek, onu yine o kadar kurguya uzak düşlemeliyiz… Diğer taraftan “Superman” kurguya bağlı bir romandır, ama ona bir edebi eser gözüyle bakılmaz, zaten gerçek edebi bir eser de değildir o… Peki eğer hayalgücü ve icatçılık edebiyata aitse; tarih, felsefe ve doğa bilimlerinin hiç mi icatçı olmaya ve hayalgücünü işletmeye hakkı yoktur veya bunlarda da bu öğeler mevcut olursa, edebi metin diye tanımlanmayı onlar da hak ederler mi..?
Belki hepsinin üstünde ve hepsini de içine alan başka türlü bir bakış açısına ve başka türlü bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır… Edebi eser olarak değerlendirme açısından konunun kıstasları kurguya bağlı olmak ve icatçı olmak unsurları değildir; ama bir dili alışılmışın dışında bir biçimde kullanmak edebi olanı ortaya çıkarmaktadır… Bu teoriye göre edebiyat, olağan bir anlatımın üzerinde organize bir vahşetin uygulanmasını temsil eder… Edebi olarak görülen cevher, olağan dili dönüştürüp öyle yoğuran ve sistematik biçimde günlük konuşmadan ayrılan, onun bir türevini çatan bir kavramdır… Eğer sizi bir kenara çekip şöyle desem: “Siz, sessizliğin kirlenmemiş kıyısı…”, bu diziliş zor anlaşılır olur, ama ben uyarılmış bir dilin yoğurduğu bir varoluşla hâlâ edebiyatın içinde olduğumu duyumsarım… Bunun böyle olduğunu bilirim, çünkü sözlerinizin resmi, dokusu, ritmi ve ilham veren uyumlu kıpırtıları soyutlanabilir anlamının taşkınlığında saklıdır; bu dilbilimcilerin ifade ettiği gibi “işaret eden”le “işaret edilen” arasındaki orantısız kurgu gibidir… Siz dili ve dildeki gereçleri, işaretçi ve işaret kurgusunu göze çarpmak niyetiyle işler kılmaktasınızdır ve durumun sizin öngördüğünüz yeni tarafını taşıyacak bir dille bunu karşılamak peşindesinizdir… (Sizin tekli veya çoklu anlatımınıza dair biricik günahınız da budur…)
Eleştiri denilen şey, sanatı bilinmeyenden ayıklamalıdır; bütün ilgisi edebi bir metnin nasıl çatıldığı üzerinde gelişmelidir… Edebiyat, bir takma adla dolaşan bir psikoloji veya sosyoloji bilimi gövdesi değil; apaçık bir sistemi olan bir dil organizmasıdır… Onun eksik kalmışı örgütleyen ve ona tam bir şekil verme yolunda işleyen kendine has kanunları, özellikleri ve kendi hâkimiyetinde aygıtları vardır… Onu bir makine gibi inceleyemezsiniz; ama o sözlerle kurulmuş bir keyfiyettir; dolayısıyla onu sadece bir duygu yansıması veya yazarın zihnindeki sıradışı bir tabir olarak görmek yanlıştır; o öyle bir düzenektir ki diğerlerden çok kendi kurgusunu üstün kılar… Örneğin bu anlamda Pushkin’in Eugene Onegin’indeki Osip Brik karakteri Pushkin olmasaydı da zaten yazılacaktı…
Dili bir yabancılaşma şekli olarak kullanabilmek, bu doğrultuda varoluşun karanlıkta kalmış noktalarını işleyebilmek kabul edilmelidir ki bir ustalık gerektirir… Aslında bu bir konuşma ve anlaşma yoludur; gerçekte ne olması gerektiğinden çok, kendi referansları üzerinde duran ve yalnız kendi durumlarından bahseden bir dildir; anlaşmayı kendine has anlaşma yollarına göre kuşatır; olayı yeni bir işaret düzeneğiyle baştan ele alır, kodlar ve demek isteneni böylece yeniden kurar… O zaman, edebiyat denileni tanımlama yolu da artık bir giriftlik kazanmıştır… Bu anlamda Orwell’in hangi başlıkları seçerek bir metin oluşturmasından daha önemli olanı onun bu başlıkların içeriğini dolduracak tartışmaları hangi yolla kotaracağıdır… Bu tür bir kıyaslamada, gerçeklik değerinden ve uygulama ilişkilerinden öte bir etki vardır… Burada bir bakıma hiçbir tecrübeye dayanmadan edebiyatın tanımlanması beklenir; her şey nerdeyse en baştaki halindedir; eşik buraya kadar çekilmiştir, sonuçta edebiyat nesnel bir tanıma kavuşturulamaz; zaten böyle bir şeye kavuşturulması da ondan beklenir bir durum değildir… Her şey bir metni okumaya karar verenin edebiyatı tanımlama görüşüne bırakılır; olağan olarak yazılması gerekenin doğasından yana bir oy işlemez burada… Tabi bu şartları kurgulamış olmak, bir metni neden okuyacağım diye hareket edenlere göre bir garantiyi de sağlamaz metin için…
Edebi metin tanımlamasında, konumlandırma ve bir karşı konumlandırma söz konusudur belki… Ellis “edebiyat” ta işler kılınanın “yabanotu” kelimesine benzer bir yanı olduğunu iddia eder; edebiyat belki bir anlamada karşımızda durdurulandır; filozoflar olsa edebiyat ve yabanotu kelimelerinin ontolojik terimlere göre daha işlevsel olduğu söylerlerdi; tıpkı bir biyolojik araştırma metni gibi; çünkü bu işaretler bize ne yapıp yapmayacağımızı tez elden gösteriyor… Oysa edebi metin bütün bunların dışındadır; neyin edebi özelliği ortaya çıkardığı, neyin edebi olmadığını ise dil kabiliyetinden başka hiçbir şeyle açıklanamaz… O halde edebiyat; değer yargılarından, ön yargılardan ve sosyal ideolojilerin sınırladığı alanlardan çok, kendine has bir tadı olan ve diğer bütün tatları yöneten, olağanüstü bir hükümranlıktır…
|