YARIN Y?YN Ali Erdal Sayı:
67 - Temmuz / Eylül 2009
Bir tavuk yumurtlar, yedi mahalle duyar; asil kısrak ahırda cins bir tay doğurur kimsenin haberi olmaz... Şamatayla gelenin ömrü, kısa süre sonra bir "çıt"la sona erer... En iyi akıbet, bir yiğide veya mübarek zata bir öğün yemek olmak... Cılk olup çöpü de boylayabilir... Sessizce dünyaya gelen ve öyle yetişen küheylânsa hisseden, ağlayan, rüya gören bir varlık olur. Gün gelir şanı yedi düvele yayılır... Masallara, hikâyelere, destanlara, efsanelere, menkıbelere, şiirlere, türkülere, ninnilere, atasözlerine, resimlere, fotoğraflara girer... Ölümünden sonra bile namı devam eder... Köroğlu'nun Kırat'ı gibi ölümsüzlük yakıştırılır. Şamata ile gelen, bir isim alamadan yok olup giderken, sessizce gelen; yiğitle beraber anılır. Ayak izi bile değer kazanır; İnsanlığın Ufku'nun (sav) övgüsüne mazhar olur.
Şamatayla, şirretlikle, hayâsızlıkla, arsızlıkla bedenlerini vitrinleyen "sanatçı"larla (!); aile nüfuzu, loca desteği ve yalakalıkla ödüllere konanların, övgülere boğulanların; kopartılan yaygaralara bakıp cemiyete yön verdikleri sanılır... Oysa tesirleri bakımından kısa ömürlü sineklere benzeyen bu "şişme şöhret"ler, cılk yumurta misali etrafı kısa bir süre rahatsız ederler o kadar...
Cemiyetin küheylânı şairdir... Cemiyete ruh üfleyen ve yön veren, cemiyeti şekillendiren mütevazı fikir ve his kahramanları... Masaldaki, sihirli flütüyle farelerden köyü kurtaran kahraman gibi, esrarlı kafa ve kalp ürünleriyle millet hamurunu yoğururlar ve milleti yeni bir istikamete çevirirler. Öncesi ile sonrası farklı olur. Cemiyeti rengine boyayıp gider... Yakından hakikati anlaşılamayan, ancak uzaktan temaşa ile haşmetine ve zarafetine hayran olunan minare gibi zamanla, şair öncesi ile şair sonrası farkı görülür... Ve bir gün Molla Kasımlar dâhil herkes yörüngesine girer ve tesiri milletin tamamını sarar. Şair, cemiyetin bütün hücrelerine nüfuz eden, içli ve sihirli bir rüzgârdır... Amel defteri kapanmayan bir rüzgâr... Varsın cemiyeti, siyasî seyislerin nizamladığı sanılsın...
"Şair, bir cemiyet için başlı başına bir inkılâptır. Şairden önceki toplulukla, şairden sonraki topluluk arasında bir fark vardır. O sanki araya giren garip ve esrarlı bir unsurdur" (Sezai Karakoç)
Şair, cemiyetin bütün verimlerini ve cevherini gösteren ve semerelendiren, milletine yeni bir anlayış ve hüviyet kazandıran, geleceğinden haber veren ve geleceğine ışık tutan bir rehber ve kılavuzdur. Yumurta ve tavuk misali, milletin şairi olur ve şair topluluğu millet yapar.
"Evet, şiir hakkında 'cemiyetin rüyasını ayrı bir rüya üslubuyla anlatan bir tâbirnâme' diyebilirsiniz. Bir tâbirnâme ki, o da ayrı bir rüya gibi ayrıca tâbire muhtaç... Cemiyet, iç ve gizli hayatiyle uyur; ve rüyasını şair görür ve sayıklamalarını şair zapteder. Böylece şairde, ister memuriyetinden haberi olsun, ister olmasın, cemiyetinin gelecek günlere doğru felâket ve saadetlerini besteleyen ve daima gaibi istintak eden üstün bir (medyum) seciyesi beliriyor; ve şair, Allah'ın kendisine bahşettiği nurla, cemiyetinin gerilere ve ilerilere doğru mânâsını temsil edebildiği nisbette mertebeleniyor." (Necip Fazıl, Poetika).
Eğer Kürtçe'nin bir Yunus'u olsaydı... Yolu, "açıl susam açıl!" açılırdı. Hattâ Köroğlu'su, Karacaoğlan'ı olsaydı... TBMM'inde inadına Kürtçe konuşmak, kurslar açmak, yaranmak için Kürtçe birkaç kelime söylemek gülünç şamata... Bir şeyler yaptığını sanma komedisi...
Yunus, tek bir cümleyle bile Türkçe'yi övmedi... Ama eserleri ile Türkçe'nin ayağa kalkıp üç kıtaya yayılmasında bir numara oldu... Aynı yolun, her alandaki yolcuları ile Orta Asya'dan Balkanlar'a, Kırım'dan Orta Doğu'ya geniş coğrafyada muhteşem bir halı dokundu... Bu muhteşem halının merkezindeki desen, şaire ait...
Türkçe'nin (farkında olmaksızın) unutulmağa mahkûm edildiği bir çağda, iç ve gizli hayatıyla uyuyan milletin rüyasını şair gördü, cemiyetin neye ihtiyacı olduğunu şair sezdi ve gelecek günlere doğru milletinin saadetini şair besteledi, Allah'ın kendisine bahşettiği nurla, cemiyetin ilerilere doğru mânâsını şair temsil etti.
O çağa birkaç örnekle bir göz atalım:
Gazneliler'e kadar hayatımızın her sahasında Türkçe hâkimdi. Daha doğrusu Türkçe o günkü şartlarda kifayet ediyordu. Birden bire karşılaşılıveren Arapça ve Farsça güneşleri karşısında sönük kaldı. Âşık Paşa'nın ifadesiyle kamuda ileri gelenler, devlet erkânı, zabıt tutanlar, kalem erbabı Türk dilinin yüzüne bakmaz oldu:
"Kamu dilde vâr idi zabt-ı usûl
Bunlara düşmüş idi cümle ukul
Türk diline kimesne bakmaz idi"
İki güneş karşısında kafaları karışan, kalemleri kamaşan, dilleri tutulan ne yapacağını şaşıran, şaşırdığının bile tam şuuruna varmadan şaşıran aydınlar, ana dilleri ile eser verip onu geliştirmek kahramanlığı yerine, kolaycılığa yenik düştüler ve o iki muhteşem dilin yörüngesine giriverdiler. Arapça bir eseri Türkçe'ye tercüme eden Devletoğlu Yusuf, Türkçe'ye tercüme bir eser kazandırmış; bunun için kınanacağından endişe ediyor:
"Dinle imdi Türkî bir manzum Kitab
İtdiğümçün siz bana itmen itâb"
Tercümeden bile utanılıyor, nerede kaldı telif eser...
Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa, Germiyanoğlu sınırları içinde yaşamış mesnevî şairi... Acı bir Türkçe tasviri yapıyor... Kötü, fena, yavan, lezzetsiz, özsüz ve aslı faslı yok, ne yana ve yöne çekileceği belirsiz:
"Göbüt dildür bu dili irdedüm çok,
Sovukdur tadı yokdur tuzu yokdur.
Yavndur lezzeti vü özi yokdur.
Belürmez aslı faslı yöni yösi"
Sarıca Kemâl, Selâtinnâme'sinde, Türkçe gayet sert olduğu için, onunla eser vermek isteyen, maksadını ifade edemez ve hacil duruma düşer diyor:
"Bu Türkî dil begaayet sert dildür
Söz ehli iş bi dilden key hacildür."
Süheyl ü Nevbahar isimli eseri Farsça'dan çeviren Mesud bin Ahmed, Türkçe'nin geniş olmadığından yakınır... Eseri bitirene kadar yarı teni erimiştir:
"Bu arada özrüm hemin nenkdürür
Ki Türk'ün dili gen değil tenkdürür
Bu bir nice beyti düzünce benüm
Hacâletten eridi yaru tenüm"
Mevlâna Farsça eser vermek mecburiyetinden dolayı Türk olduğunu belirtmek ihtiyacını duyuyor. Karamanoğlu Mehmet Bey Türkçe konuşmayı emretmek mecburiyetinde kalıyor.
Uzun lâfın kısası durum vahimdir. Dilimizin geleceği karanlıktır. Ölüm-kalım noktasındadır. Basit konuşma dili olarak kalabilse bile asla eser verilecek seviyeye yükselemeyecektir.
"Cedlerimiz İslâm'ı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesini yüklendikleri an, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli âhenksiz, sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir." (Necip Fazıl)
Karahanlılar'dan sonra şartların tabiî sonucu Gazneliler ve Selçuklular'da saraydan uzaklaştırılan ve kalemden mahrum edilen Türkçe, her sahada daha gelişmiş olan Osmanlı'da haydi haydi kullanılamazdı ve Türkçe eser, hayal dahi edilemezdi. Hızla aydınları sarıveren gidişata göre görünen köy buydu, olması muhtemel tabiî sonuç buydu... Ama ne olduysa oldu, Osmanlı Devleti sarayına Türkçe yerleşti. Türkçe dışında resmî dil ihtiyacı duyulmadı. Türkçe ile dalları bastı kiraz eserler verildi...
Ne olmuştu da Türkçe'nin bahtı açılmıştı? Araya hangi esrarlı el girmişti? Bugün minareye uzaktan bakınca onu tanıyoruz: Şu "Bizim Yunus!"...
"Ben Yunus-ı bîçareyim,
Aşk elinden avareyim,
Baştan ayağa yareyim,
Gel gör beni aşk neyledi..."
Ve ondan öncesi ile sonrasının farkını görüyoruz... Gazneli ve Selçuklu devlet erkânının ve ilim, fikir, sanat erbabının akılla, ilimle, tedbirle ve selim akılla yapamadığını o şiirleri ile başarmıştır. Kimsenin göze alamadığını yapmış; sessiz, sakin ve aşkla, yarım asırdan fazla Türkçe şiirler söylemişti. Anadilinizle nasıl eser vermezsiniz, dil eserle gelişir, zenginleşir diye kimseye sitem etmeden... Sessizce bir çığır açtı... Hani çok güzel saz çalanlara, "sazı konuşturdu" derle ya; Yunus da Türkçe'yi konuşturdu ve bir badireden geçirdi. ‘Türkçe virtiyözü)nün açtığı çığırdan ne cevherler ortaya çıktı. Böylece Türkçe işlek hale geldi; başka dili düşündürmeyecek seviyeye yükseldi.
Türkçe'nin gelişmesine Yunus'un vesile kılınması bir ihsan, bir mükâfattır. O da akıma uysaydı, akıntıya kapılsaydı, akıntıya karşı durmasaydı ne olurdu halimiz? Bugün geçen yedi asra rağmen ve dilimizin uğradığı ve uğratıldığı değişikliklere, hattâ dilimizi yıkmaya matuf ihanetlere rağmen eserleri ayakta, eserleri ile hayatta...
"Yunus öldü diye selâ verirler;
Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez!"
Yedi yüz yıldır, ölümden mezara hayatımızın her safhasında... Her toplantımızda, düğünümüzde, derneğimizde, cemiyetimizde, bayramımızda, ölümümüzde:
"Her gün yeni doğarız,
Bizden kim usanası!"
Daha o gün söylemiş:
"Miskin Yunus'un sözleri
Efgan eder bülbülleri
Dost bahçesinin gülleri
Koka geldi koka gider"
Demek ne yaptığının şuurunda:
"Yunus bu sözleri çatar
Sanki balı yağa katar
Halka matahların satar
Yükü gevherdir tuz değil"
Bir millet için gerçek şairi olmak, ne büyük bir nimet...
ABD'nin kurulduğu 200 yılı geçti... Dünyada pek çok kişi orada yaşama hayalinde... "Dünya jandarması" olduğu (hafif bir istihza ile de olsa) kabul ediliyor... Bir yerlerde külâh kapmak isteyenleri ayağına getirtip 'icazet' verebiliyor... İstediğini suçlu sayıyor, istediğini güçlü yapıyor Ekonomik değerler parasıyla ölçülüyor... Dünyanın her yerinde organizasyonlar, komplolar, ihtilâller yapabiliyor; seçimleri etkiliyor. Filmleriyle hayatına ve sahte kahramanlarına özendiriyor... Fakat... Osmanlı Devleti'nin (yıkıldıktan sonra bile) gördüğü hürmeti göremiyor ve güven vermiyor. Dünyanın gözünde, bir süre katlanılması gereken şımarık mahalle çetesi o kadar... Bir süre sonra silinip gidecek şişme mafya...
Yahudi, "dünya hâkimi" olmak için her türlü plânı, kimseye aldırmadan uyguluyor... ABD'yi kolluk kuvveti ve tehdit unsuru olarak kullanıyor... Ajanlarıyla, para ve medyayla dünyayı güdüyor... Buna rağmen İsrail'de bile Siyonizm'e gönülden inanan bir halk yok... "Vaat edilmiş topraklar", İsrail'i dışından ve içinden idare eden ırkçı çetenin hırsı... Çünkü biri kuruluşunu, diğeri davasını şiirleştiremedi. Rüyasını gören ve gördüğü rüyaya inandıran şairleri olmadı... Zalim ve kötü şair olabilir, kâfir şair olabilir; ama zulmün şiiri yazılamazdı; yazılamadı...
Acaba Yunus'u devrinde kaç kişi anladı? Şiirlerini zararlı sanan Molla Kasım, "Bizim Yunus"un üç bin şiirlik divanını, vefatından sonra ele geçirir... Okumadan bin sayfasını yırtıp denize attıktan, bin sayfasını yırtıp havaya savurduktan sonra her nasılsa bir tanesini okumak kalbine düşer:
"Derviş Yunus bu sözi eğri büğrü söyleme!
Seni sigaya çeker bir Molla Kasım gelür..."
Takkesi başından fırlayan Molla Kasım, kalan 1000 şiiri zapteder. Derler ki kalanların insanlar içinde okunduğu gibi, heba edilenler de denizde ve havada okunurmuş...
Demek ki (yarın), (bugün)ün içinde gizli imiş. Bugünün Türk şiirini bilen gönül rahatlığı ile yarını kimin nizamlayacağını bilir ve şuurla;
"Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!"
Gün doğmuş gün batmış, ebed bizimdir!"
Diyebilir...
|