BURNU S?RTE S?RTE Ali Erdal Sayı:
63 - Ocak / Mart 2009
"Korku Çağı"!.. 20. yüzyıl için böyle diyor (Albert Kamu): "Bizim yüzyılımız, yani 20. yüzyıl korku çağıdır!"... Bu çağ insanının geleceği yoktur. Önceden meseleler konuşularak çözülürken, bu devir insanlarının önüne duvar örülmüş gibidir. Böyle bir çağda insan için korkudan tabiî bir şey yoktur... (Franz Kafka)ya göre de, "çağımızda insan, bir hayvana dönüşüyor". Herkes, işine ve eğlenceye sürüye katılmış gibi gitmektedir. Sınırları çizilmiş bir hayat... İnsanlar, kendi yaptıkları parmaklıkların arkasındadırlar...
Birincisi yüzyılın yarısında, ikincisi çeyreğinde hayata gözlerini yuman bu düşünen adamlar, yüzyılın başında çağın buhranını görmüşler. Yüzyılın sonunda bugünkü manzara haklılıklarını gözler önüne seriyor:
Dünyanın göbeğinde bir ülke, dünyanın öbür ucundaki bir devlet tarafından; dünyanın gözü önünde, ‘kimyasal silâhlarla insanlığı yok etmeye hazırlanan diktatörden kurtarıp demokrasi getirmek’ masalı ile işgal ediliyor. Bütün dünya bu haksız fiili, bir film gibi kaygısız ve kayıtsız televizyonlardan seyrediyor. En fazla heyecanlı bir maç... Bu kalleşliğe bakıp, önceden ilân edilerek yiğitçe yapılan meydan savaşlarına hayran olmaz mısınız? Bugün kimyasal silâh iddiasının, insanlığı enayi yerine koyan bir bahane olduğu açığa çıktı. Utanmış bile görünmedi işgalciler. Çocuklar öldürüldü, camiler bombalandı, evlere baskınlar yapıldı. Tecavüzler, özel işkence hapishaneleri... Bütün bunlara rağmen (itibarları diyemeyeceğim) saygınlıkları sarsılmadı; devran yine ol devran... Güçlü, hep haklıdır...
Bir Holivut senaryosu gibi ikiz kuleler yıkıldı. Suçlu ilân edilen terör çetesinin azılı liderini "ölü veya diri" ele geçirmek ve terörizmi "ininde" yok etmek masalı ile "Dünyayı Kurtaran Adam", Afganistan’ı işgal etti. Uzaydan sineğin gözünü görenler ve vızıltısını duyanlar, işe bakın ki, azılı lideri ele geçiremediler, O günlerde doğan çocuklar, şimdi ilkokula gidiyor... Hafıza-yı beşer, nisyan ile maluldür... Demek her şey ‘sanalmış’ ve insanlığı kandırmışlar... Devran yine ol devran... Güçlüdür, ne yapsa yeridir. Bizde ise; abus suratı her gün haber bültenlerinde gösterildiği için varlığı muhakkak olan, soyadı bile cezayı gerektiren "maşaya", özel ada tahsis edildi. Sanki hapsedilmedi de, kendisi gitti adaya yerleşti katil... İdam edilmeme garantisi ile...
İsrail, hiç kimseye aldırmadan katliam yapıyor, çocukları bile öldürüyor. İslâm dünyasının göbeğinde Müslümanların vatanı işgal ediliyor... Kutsal mekânları açık ve sinsi yıkıyor. Kimseye hesap vermiyor, dünyanın efendisi vehmiyle, hiçbir kuruluşun böyle bir hakkı olmadığına, bunu herkesin böyle bilmesi gerektiğine inanıyor. Dünyada cılız birkaç sızlanma dışında, ses seda yok...
Herkes gerçekleri biliyor aslında... Herkes haksızlıkların, zulmün, yalanların farkında... Haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmak neden bu kadar revaçta? Zor olan, gerçekleri bilmek değil, kabul etmek ve gerektirdiği sorumluluğa göze almak... Gerçekler o kadar dehşetli, yüklediği sorumluluk öyle ağır ki, görmemek ve kolay oldubittileri kabullenmiş sürüye katılmak işine geliyor herkesin. Olması gereken bu... Sen mi kurtaracaksın... Sürüde kalabilmek öyle gerektiriyor. Yoksa kurt kapar...
Tribünleri dolduran taraftarları, meydanlara yığılan kalabalıkları, internette öbekleşenleri, her türden arkadaşını (hattâ katilini) internetten denen meçhul ve sanal dünyadan bulanları, iradeleri mi bir araya getiriyor? Topluluğu 3 (F) ile (futbol, film, fieasta/dans) güttüğünü söyleyen diktatör, sürü psikolojisini ne güzel ifade ediyor. Bugün ona bir (F) daha eklendi: (Feysbuk)...
"Marka" giyme merakında; arabasını, takımını övmekte sürüye dâhil olduğunu ve sürü içinde bir değer olduğunu ispat zavallılığı yok mu?
Toplumu; reklâmlar, diziler, şok haberler, devamlı tekrarlanan sloganlar mı güdüyor, fikir adamları mı?
Bu çağ kadar cinayetin, fuhşun, uyuşturucunun, içkinin, hırsızlığın, rezaletin, hezeyanın ve fantezinin, güvensizliğin, soygunun, hilenin, haksızlığın, kötülüğün yaygın olduğu bir zaman dilimi biliyor musunuz? Seri katiller, tecavüzcüler, çeteler ve benzerleri hayatın tabiî gerçekleri... Drakulalar, Mavi Sakallar, Frankeştaynlar her akşam televizyon arkadaşımız... Sevimli devler bile bu hale tahammül edememiş olmalılar ki, masallarla beraber dünyamızı terk ettiler.
İnsanlar, başkaları ile alâkalarını en aza indirmiş; "sanal" tesellilerle avunuluyor. Toplum çökmüş; çarşıda, dolmuşta, sokakta birbirine selâm vermekten, göz ucuyla bakmaktan korkuluyor. Gerçek kahramanların yerini, komiser bilmem kimden süpermene ve örümcek adama kadar hayalî ve sanal kahramanlar aldı. Çocuklar gardiyanları bilgisayarlar nezaretinde evlerde hapis; sokakta oynamıyorlar. Nasrettin Hoca’nın taşları bağlamışlar, köpekleri salıvermişler dediği gibi, iyiliğin bütün yolları tıkalı, kötülüğün bütün yolları açık...
(Kamu); 20. yüzyıla "korku çağı" derken; 17. yüzyıla matematik, 18. yüzyıla fizik, 19. yüzyıla da biyoloji çağı demişti. Üçünün ortak ifadesi ile müsbet bilgiler... Müsbet bilgilerde üç yüzyıllık gelişmeden sonra korku çağı geliyor... Kardan sonra buz der gibi...
Nasıl olur?
Bu gelişmelerin sağladığı imkânlarla dünya gül bahçesine dönmeli değil miydi? "Korku çağı", müsbet bilgilerde ve bu sayede hızla gelişen ve bütün dünyayı saran teknolojideki gelişmeler yüzünden mi insanlığın üzerine kâbus gibi çöktü?
Hayır!..
Müsbet bilgilerden dolayı değil, müsbet bilgileri ve bu sayede kazanılan eşyayı (her şey) hakikatlerine uygun kullanamamaktan... Eşyaya, hakikatine uygun bir ruhla hâkim olmayı bilememekten... İnsanlığın, hakikatlerine göre kullanacak irfana ulaşamamasından... Kum saatindeki gibi, maddeyi kazanırken veya kazanmış görünürken ruhu, mânâyı, maneviyatı, kaybetmekten...
"Batı, bir kuru akıldır ve Allah kuru akla ne kadar hak ve imtiyaz vermişse Batı hepsine malik; ve kuru aklı nelerden mahrum etmişse hepsinden yoksundur. Tek kelimeyle madde fenni Batıdadır."
"Batının, madde idrakine bağlı bir şuurla, bu şuurun çerçevelediği bir his mihrakının etrafında, sadece su fâni dünya imparatorluğuna mahsus bir nizam ve marifet temsil ettiği ve ferdin (metafizik-madde ötesi) vicdanını besleyemediğidir."
"İnsan öldüğüne, saray yıkıldığına, âbide çatladığına ve fikir pörsüdüğüne göre, eğer bu âkıbetlerden hiçbiri olmasaydı Batı dünyasının da eksiği olmazdı. Fâniliğin üstündeki vecd ve teselliyi ve bu vecd ile eşya ve hadiselere tahakküm kudretini getiremeyen bir dünya, dışının mamurluğu nispetinde haraptır."
"Müsbet bilgiler manzumesi terakki ede ede, bir taraftan Batı’nın dünya fatihliğini sağlarken, öbür taraftan da kendi kendisine hâkimiyetini, ruhî hegemonyasını altüst etti; ve onu, çırpınan ve ruhuna dayanak arayan, dışı ziynetli ve içi harap, bir dev haline getirdi.
Batıyı anlamak, onun, madde plânına hâkim ve ruh plânına mahkûm tezadını en haysiyetli çapta görmekle olur."
Elektriğin kablo içine alınarak faydaya çevrilmesi gibi maddî kazanımlar disiplin altına alınmadığı, kontrol edilmediği için Batı (dolayısıyla insanlık); icat ettiği eşyanın altında ezildi. Batı, maddî gelişmeyi disiplin altına alacak ruhtan mahrum olduğunu anlayamadı. Evet bu sebeple, kum saati gibi, maddede kazandıkça, ruhta kaybetti. En ufak ruhî ürperti kalmadı. Her şey maddî hazlardan ibaret... Bu dünyada ne yaparsan, yanına kâr... Din, her çeşidi ile toplumdan, her sahadan uzaklaştırılıp vicdanlara hapsedildi. Bütün ruhçu görüşler, tavan arasına tıkıldı... Ürperti sadece cinayet ve korku filmlerinde... Mavera tefekkürü, uzaylı yaratıklar mavalında... İdrak beş duyu içinde hapis... Tek ideal (!), her nefsin kendisini düşünmesi ve bu yolda he şeyi mubah görmesi... Erkek para kazanma makinesi, kadın zevk âleti... Mukaddes aile, külfet... Dünya, insan sayısı kadar tanrı bulunan bir Olemp dağı...
Bu yüzden internet, gönüllü olarak hevesle yuttuğumuz afyonumuz... İradelerin istekle teslim edildiği, günaha sokmaktan öte saptırıcı, sapıklaştırıcı... Cep telefonumuz, yavaş yavaş öldüren katilimiz... Tek yapabildiğimiz, zararları aza indirmek... Manevî duygular karşısında canavar kesilen devlet ve her şeye (maydanoz olan) "düşünce kuruluşları" bile çaresiz... Herkes başının çaresine baksın... Gemisini kurtaran kaptan... Son zamanlarda karşıdakine kıyamıyormuş edası ile ‘benden sana fayda yok, sen kendi çarene kendin bak’ der gibi söylenen "kendine iyi bak", bu halin bir sonucu mu doğdu acaba? Zavallı insanlık, kendi icat ettikleri karşısında, yani "emrine verilmiş madde" karşısında aciz duruma düştü. Kendi yaptığı parmaklıkların ardında hapis...
Evet, binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyamete...
İmam-ı Rabbanî, "Bir şey haddini aşarsa zıddına döner" buyuruyor. Madde hâkimiyeti kontrol edilemeyince haddini aştı... Frankeştayn, yarattığı (hâşâ) mahlûk karşısında acz içinde. Cep telefonu fizik rahatsızlığın, internet manevî çöküşün uç örnekleri.
Yüceltilen madde haddini aştı zıddına döndü... Yani faydadan zarara: Delinen gökyüzü, değişen mevsimler, ısınan yerküre, eriyen buzullar ve yükselen denizler, azalan sular ve kuruyan topraklar... Fıtratlarından koparılıp, zararlı hale getirilen hayvan ve bitkiler... Laboratuarda hazırlanıp, insanlığın başına bela edilen hastalıklar... Yine para için bozulan tohumlar... Bozulan sağlık, çürüyen insanlık... Dünyayı bu hale getirmişken ve bu halin farkına varmazken, uzaya insan göndermeyi, çağın başarısı olarak görmeye kahkahalarla mı gülersiniz, acı acı mı?
İnsanlığın Ufku (sav) "Emanetin hakkı verilmeyince kıyameti bekle!" buyuruyor. Kıyamet tartışmalarına şahit olunca gülmek mi, ağlamak mı gerektiğini kestiremiyorum. Hale bakın, kıyameti kopmuş dünya, kıyamet ne zaman kopacak tartışması yapıyor... Yaşanmaz hale getirmek, dünyanın kıyameti değil mi?
Ne olacak peki şimdi?
Her şey ayan ve beyan; olacağı şu:
İnsanlık; insanı ve emrine verdiği maddeyi, kâinatı ve kâinattaki her şeyi, sebebi ve sonucu, tedbiri ve çareyi yaratan yüce Allah’ın (cc) gönderdiği ve "razı oldum" buyurduğu dinine uygun olarak hayatı ve dünyayı yeniden nizamlamak gerektiğini, burnu sürte sürte anlayacak ve kurtulacak... Aksi halde eyvah!..
|